Pek çok doktorun yardımı ile ölüyorum. -Büyük İskender |
|
||||||||||
|
Anadolu insanı, misafirperverliği ve cana yakınlığı ile tanınır. Anadolu insanının bu güzel hasletini suiistimal eden asalakça biri, bir gün kendini “imam” olarak tanıtıp bir köye gider. Hayatta ilk kez, bir imamın geldiğini haber alan köylüler, imamı ağırlamada adeta birbirleri ile yarışırlar. O zaman şimdiki gibi cami lojmanı olmadığı için imam, her gün bir evde misafir kalacaktı. İlk gittiği evde kabak yemeği vardı. İmam, o gün Allah ne verdi ise hepsini silip süpürerek yemeği sünnetler. Ertesi gün, imamı misafir edecek evin hanımı, bir önceki gün imamı misafir eden evin hanımına giderek imamın yemeklerde en çok neyi sevdiğini sorar: - Komşu.der, bu bizim imam dün size misafirdi, en çok hangi yemeği sever? - Kabak. - Kabak mı? - Biz kabak vermiştik, bi yemişti bi yemişti ki, aboo afet! Kadın koşarak eve döner. Komşusunun tarif ettiği gibi güzel bir kabak yemeği yapar. Boğazına düşkün olan imam o akşam sofrayı dört gözle bekler. Yemek indirilir, o da ne? Sofrada yine kabak..İmam, üçüncü gün başka bir evdedir. Nefis bir tere yağı kokusu gelir içeri girer girmez. “Hah oldu işte! Tere yağın kokusu hoş. İnşaallah kabak değildir,” diyerek kendi kendine söylenir. Sofra indirilir yemek gelir; kabak! İmam bozuşur ama belli etmeden, “misafir umduğunu değil bulduğunu yer” diyerek kendi kendine teselli verir. Dördüncü günü, misafir kalacağı evin hanımı, diğer komşulardan imamın en çok hangi yemeği sevdiğini sorar. Herkes, “kabak” der. Kadın başka yemek yapmaktan vazgeçer, komşularının tarifi üzerine güzel bir kabak yemeği hazırlar. Beşinci gün yine kabak. Altıncı evin sofrasında kabak, yedi, sekiz derken haftalar geçer ama sofralarda değişmez tek bir yemek vardır; kabak... Yediği kabaktan midesi bozulan imam, utandığından ses çıkartmazken, köyün kadınları, yemekte imamı memnun etmek adına; kabak pişirmekten birbirleriye yarışmaya devam ederler.Öyle ki, düne kadar kimsenin yemediği kabak, imamın gelmesiyle karaborsaya dönmüş ve çevre köylerden sipariş verilmişti. İmam her gün değişik bir evde kalıyordu ama her gün değişmeyen aynı yemekle karşılaşıyordu. Bu hal böyle gitmemeliydi, mutlaka düzeltilmesi gerekiyordu ama nasıl? Önüne gelen yemeği, yemese bir ayıp, aynı emekten bir daha yiyemeyeceğini söylese başka ayıp. Bu değişmeyen yemekleri nasıl değiştirebilirdi? Düşündü taşındı. En son kararını verdi. Evet tek çare öyle yapmalıydı yoksa bu kabak yemekten kurtulmazdı. Ve bir gün, düşündüğünü uygulamak üzere minarenin şerefesine çıktı. O gün günlerden Cuma değildi. Bayram hiç değildi, Köyde ölen kimse de yoktu ama, imam selâ veriyordu. Caminin şerefesine çıkıp adeta inleyen bir ses tonu ile okunan bu vakitsiz selânın sözleri aynen şöyle idi: “Essalâtû vesselâmu âleyk Aleyke ya habîballaaaaaaah. Sabah kabak, akşam kabaaaaaak Sofralarda dizilir tabak tabaaaaaaaak Yok mu beni bu kabaktan kurtaracak?! Şefaat, şefaat, şefaat ya rasulallaaaaah.” Selâyı verdikten sonra aşağı inen imam, iki kadın arasında geçen şu konuşmaya şahit olmuştu: - Gız sizde kabak var mı kabak? - Kalmadı. - N’aptın ki onca kabakları? - İmam efendiye yemek yapmak için komşular aldı. - ............. - Sen n’apacaktın? - Ben de imama yemek yapacaktım. - Gız bu imam başka bir şey yemiyor mu? - Yemiyormuş gayrı. - Yemiyormuş demi? - Yemiyormuş gız. Ne hikmeti varsa bu kabağın? - Bizim evde her şey var ama herif, illâ kabak yemeği yapacaksın diyor. Herkes kabak yemeği vermiş, biz vermezsek ayıp olur, diyor. Diğer taraftan erkekler; imamın verdiği selâyı tartışıyorlar. Gerçi çoğu ilk kez sela dinlediği için selânın nasıl olması gerektiğini bilmiyordu ama köyün ileri gelenlerinden Memo ile Hemo bu seladan rahatsız olduğunu söylüyorlardı: - Ula Memo, selayı dinledin mi? - Hee. - Nasıl buldun? - Sesini çok yanık buldum keretanın. - Ula yok yok, sesini demedim, bana öyle geldi ki, bu imam selayı doğru vermedi. - Nasıl yani? - Nasılı var mı Memo, biz cahil değilik ya, bu imam sela vermesini bilmiyor gibime geldi. Derken mesele müftüye kadar gider. Müftü teftişe gelir. Namaz vakti imamı, imamete geçirir. Bir “kulhuvalladan” başka hiçbir şey bilmeyen imam bozuntuya vermeden ve ses ritmini değiştirmeden aynen okumaya şöyle devam eder: “- Bismillahirrahmanirrahiiiiiiiiiim. Köyümüz otuz haneeeeeeeeee Her biri verdi bir danaaaaaaaa Yarısı sana, yarısı banaaaaaaaa Aman, müftü kurbanın olayım; bu sırrı çıkartma meydanaaaaaa” Şifreyi çözen müftü şöyle cevap verir: “- Helal olsun hocam sanaaaaaaa Allah-u ekber!” Teftiş başarılı geçmiştir. Müftü memnun , köylüler memnun, imam herkesten memnun zira o gün sofrada da bir değişik yemek vardır. Kabak yerine kızartılmış kuzu eti görünüyordu sofrada. Aylardır kabaktan başka bir şey yiyemeyen imamın yerinde siz olsaydınız memnun kalmaz mıydınız? Üstelik teftişi de başarılı geçmiş. Ne var ki, asıl olanlar ondan sonra başlar. O gün sofrada kuzu etini gören imam yemeği biraz fazla kaçırır. Yemeği kaçırmaya kaçırsın da cemaatın önünde eğilip kalkarken gaz kaçırır! O gün, yer yarılsaydı da yerin dibine geçseydi. Bu şansız hadiseden sonra imam ortadan kaybolmuştur. Ardan tam on beş yıl geçer. Dile kolay, on beş yıl! Nereden çıktıysa, on beş yıl sonra imam köyüne dönmek ister. Dönmeye dönecektir lakin o gün kazaen çıkan gazı nasıl unutturacaktı? Köylüler unutmuşlar mıydı acaba? Bir rivayete göre Memo ile Hemo dayıları ölmüştür. Kim bilir aynı köyde kaç kişi daha ölmüştür. On beş yıl/ on beş yılda neler değişmezdi ki? Muhakkak o hadise de unutulmuştur diyerek çok özlediği köyüne doğru yola koyulur. Köyün yakınlarında genç bir çoban ile karşılaşır: - Selâmunaleyküm! - Aleykümselam. - Hangi köydensin evlat? - Şu karşı ki köydenim. Nefes alışverişleri hızlanır imamın. Evet, o köy ilk göz ağrısı, imamlık yaptığı köydü. Hararetle konuşmasına devam eder: - Eee daha ne var ne yok? - Gördüğün gibi emmi. - Memo ile Hemo dayıyı tanır mısın? - Ne diyorsun sen emmi onlar öleli... Unutuldular bile!.. İmam, biraz daha ümitlenir. Kendi kendine “İnşaallah benim o talihsiz olay da unutulmuştur. Memo ile Hemo dayıyı unutan köylü benim hadisemi de unutmuştur.” - Yaşın kaç evlat? - Kesin bilmiyorum ama anamgil, şey günü doğmuşsun, diyorlar. - Hangi gün? - Anamgilin söylediğini söylüyorum. - E hadi söyle! - Şeyin şey yaptığı gün.. - Neyin ne yaptığı?! - İmamın şey ettiği gün!.... - İmam mı? - Evet emmi, imamın gaz kaçırdığı gün doğmuşum, yani on beş yaşındayım. - !?.. ŞEVKET BAŞIBÜYÜK
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şevket Başıbüyük, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |