Dünyanın her tarafından öğretmenler insan topluluğunun en fedakâr ve muhterem unsurlarıdır. -Atatürk |
|
||||||||||
|
Adı Narin. Adı gibi narin duyuları kırılıp parçalanmış olsa da inadına bir araya getirmeye çalışacak kadar dirençli bir kadın. O içimizden sadece biri. Binlerce hüzünlü çiçekten sadece biri. Hayat izlediğimiz pembe diziler gibi değil. Mutluluk getirilip avucumuzun içine bırakılan ve orada hapsedebileceğimiz bir şey değil. Küçücük bir merhaba bile mutlu etmeye yetebilir çok zaman bir insanı. Bir merhabayla başlayan aşkına nefret duyan bir kadının hikâyesi bu. Hayat izlediğimiz pembe diziler gibi değil. Onunkisi hiç değil. Filmlerin sonu her zaman güzel bitmiyor. Onun filminin de sonu nasıl biter bilinmez. Belki bir �Sanal Aşk � olacak bu filmin devamında. Belki de � Sanal Mutluluk�. Ama bu filmin sonu hâlâ mutsuzluk olacak. Bu film hep uzatmaları oynayacak. Ve oynarken de sürekli senaryosu değişecek. Geçip giden yılları, boşa harcanan hayalleri kimsenin geri getirmeye gücü yetmeyecek. Gözyaşlarına iliştirilip akıtılan acıların yerine yenileri gelip tutunacak Bir gün mahallenin sessiz bir köşesinde uzaktan selamlaşmışlardı. Narin, Ercan�ı birkaç kez gelip geçerken görmüştü. Gözleri buluşmuştu iki gencin. Başını önüne eğip geçmişti genç kız. Yanakları kızarmıştı. Bir hoş olmuştu. Hoş bir adamdı. Bakışlarından etkilenmişti. Hayallere kapılıvermişti. O günden sonra dalıp dalıp gitmeye başlamıştı. Güzel hayallerle süslüydü düşleri. Okuduğu romanlardaki gibi sevilmek isterdi. Tozpembe görürdü dünyayı. Onu çok sevecek bir erkeği olacaktı. Alıp götürecekti onu buralardan. Çok mutlu olacaklardı. Neden olmasındı� Ertesi gün evlerinin önünden geçerken görmüştü yine camdan dışarı bakarken. Yakınlarda oturuyor olmalıydı. Daha bir merak eder oldu onu. Kimdi, neydi? Ne yapıyordu buralarda? Birkaç ay önceye kadar ona hiç rastlamamıştı. Demek ki buralarda yoktu. Veya bir yerlerden gelmişti buraya. Şükriye Teyze evlerinin karşısında otururdu. Arada gider gelirdi o eve. Kendi yaşıtı bir kızı vardı Şükrİye Teyze�nin de. Onunla kahve içip birbirlerine fal bakmayı severlerdi. O dibi telve yüklü fincanda en tatlı genç kızlık hayallerini görürlerdi. İkisi de ilkokuldan sonra okutulmamıştı. El işleri, dantel, çeyiz yaparlardı birlikte. Birbirlerinden aldıkları örmeklere hayranlıkla bakarlardı. Kuracakları mutlu yuvalarını süsleyecekti bu danteller. Kahveler içilecekti o evlerde de. Çocuklar koşup oynayacaktı bahçelerinde. Yine bir gün Şükriye Teyzelere gitmişti. Başka komşu teyzeler de vardı. Onlar kendi aralarında konuşurlarken duymuşlardı. Mahallelerine dört ay önce taşınmışlardı. Dedeleri buralıydı. Onlar da artık burada yaşayacaktı. İyi de bir işi vardı. İşini burada devam ettirecekti. Narin o gün bir başka bakmıştı arkadaşı Zeynep�e. Farklı bir gülümseme vardı yüzünde. Zeynep: �Hayırdır, sende bir şeyler var. Ne o? Sanki burada değilsin.�demişti. Kızararak gülmeye başlamıştı Narin. Arkadaşına o genç ile birkaç kez karşılaştığını, söyledi. � Galiba benden hoşlanıyor.� diye devam etti. Hayaller kurmaya devam ettiler. Güzel, alımlı sayılabilecek bir kızdı Narin. Son yıllarda genç erkeklerin, hatta orta yaşlı abilerin, amcaların da başı ona çevrilmeye başlamıştı çokça. O ise bundan hoşlanıyordu. Gerekli gereksiz mahalle bakkalına gider gelirdi. O akşamüstü de ertesi gün gelecek misafire kek yapmak için, evde toz şeker kalmadığını görmüşler ve bir koşu gider alırım diye çıkmıştı evden. Aylardan nisandı. Tozpembesi hırkası sırtında bakkala doğru giderken henüz köşeyi dönmüştü ki Ercan ile burun buruna geliverdi. �Merhaba� dedi Ercan usulca ve nazikçe. Sesini ilk defa duyuyordu. Duyduğu bu ses etkilemişti onu. Yine her zamanki gibi yüzü kızardı. �Nasılsınız?� deyiverdi genç adam. �Aynı mahalledeyiz, sizi sık sık görüyorum. Tanımak isterim seni, senden hoşlanıyorum.� demişti. Bir şey diyemedi Narin. Utangaç bir tavırla gülümsedi sadece. �Cumartesi günü sinemaya gelir misin? diye sordu genç adam. �Evden kolay çıkamıyorum. Ama belki Zeynep ile gelmeme izin verirler. Yine de söz veremem.� demişti Narin. Bu sözleri nasıl dediğine kendi bile şaşmıştı sonradan. Hoşça kal deyip ayrıldıklarında ayakları dolanmaya başlamıştı Narin�in. Eve nasıl geldiğini anlamadı bile. Eve girdiğinde annesi: � Kızım hani, şeker nerde?� diye sordu. Elinde sadece ekmek vardı. O heyecanla şekeri filan unutmuştu� Cumartesi için planlar yaptı. Zeynep ile konuştular. Çok güzel bir film varmış, tam da bizim yaşımıza göre, örnek olabilecek bir film imiş demişlerdi annelerine. Ve izni de koparmışlardı. Sinema çok uzak değildi ve gündüz seansına gideceklerdi. Gece olsa bu izni de alamazlardı. Gittiler, sinemanın kapısında bekliyordu Ercan. Her iki genç kıza da elini uzattı, merhabalaştı. Biletleri Ercan aldı. Salon fazla dolu değildi. Zeynep arada bir koltuk boş bırakacak şekilde oturmuştu. Salon kararmıştı. Henüz reklamlar veriliyordu. Bu arada fısıltıyla konuştular havadan sudan. Sakin bir yapısı vardı Ercan�ın. Bakışları bazen bir boşluğa takılıp kalıyordu. Sanki baktığı yerde biri vardı. 28 yaşlarındaydı Ercan. Düzgün giyimli, düzgün konuşan biri idi. Ve konuşmaları öyle etkileyici idi ki, dalıp gidiyordu Narin onun anlattıklarına. Başka şehirlerden, başka hayatlardan bahsediyordu. Bu da Narin�i etkiliyordu. Başka yaşamlara uzaktı. Ancak televizyonda filmlerde, haberlerde, programlardan izlediği kadar bilirdi öteki insanları ve yaşamları. Filme doğru dürüst bakmamıştı bile Narin. Aklından neler neler geçiyordu. Genç bir erkek bedeni ilk defa bu kadar yakınındaydı. Kolları birbirine dokununca bile elektrik çarpar gibi olmuştu. Onun kullandığı parfümün kokusu kaldı o andan burnunda. Kulaklarında ise onun sesi. Narin�e de bir arada oldukları zaman içinde hiç dokunmamıştı bile. Oysaki elini tutuverdiğini hayal etmişti Narin. Avuçları terlemeye başlamıştı. Hüzünlü aşk şarkıları vardı filmin içinde. Bu kızı daha da etkilemişti. Her şey ne kadar da hızlı gelişmişti kafasında. Bu onun kısmeti idi. Fallarında çıkan kişi idi. Hayatının erkeği olmalıydı. Film bitmişti nihayetinde. Ercan kızları nazik bir tavırla arka sakin sokaklardan geçirerek evlerinin yakınlarına kadar getirip bırakmıştı. Yine elini uzatıp hoşça kal demişti onlara. Narin�in eli elinde sanki biraz uzunca mı kalmıştı, yoksa ona mı öyle gelmişti. O an hiç bitmesin isterdi. Sıcacıktı elleri. O sıcaklığı korumaya çalışarak ve elleri daha da terleyerek gelmişti eve. Dalıp dalıp gider olmuştu artık. Sonraki günlerde fırsatlar yaratarak buluşmaya başlamışlardı. Onun yanında iken hiçbir şey umurunda değildi. Ve hatta zaman zaman Ercan�ın dalıp gitmelerini bile fark etmiyordu. Ercan bir yaralı kuştu. Eski bir sevdaya yenik düşmüştü. Unutamadığı, içini kanatan bir sevda yaşamıştı. �Dünya güzelim� dediği ve kavuşamadığı aşkını unutmak için buralara gelmişti aslında. Karşısına da bu genç kız çıkmıştı. Onu sevebilir, geçmişini unutabilir, acılarını dindirebilir ve hatta mutlu bile olabilirdi. Narin bunlardan habersiz kendi kurduğu hayallerin içinde koşup duruyordu� Günler günleri kovalıyordu. Annesi bu arkadaşlığı fark etmiş ve karşı çıkmaya başlamıştı. Kendine göre sebepleri vardı. Ama kız bunların hiç birini duymuyordu bile. Gözü kördü sevdasından, sevda sandığı duygulardan, şartlanmışlığından. Kurduğu hayalleri kimseye yıktırmayacaktı. Sevdiği erkek ne derse yapabilecek kadar kaptırmıştı kendini bu hayallere. Ailesini bile silip atabilecek, terk edebilecek kadar kararlıydı. Ona göre aşk buydu. Romanlarda okuduğu, filmlerde izlediği aşk buydu. Ne bilsindi işte, aşk böyle oluyor sanıyordu. Sevmeye hazırdı, ta en başından. Karşısında kim olsa fark etmezdi o yaşlarda. Daha 17 yaşındaydı. Sadece sevilmek istiyordu o. Körpecik, hayatı henüz romanlardan ve dizilerden tanıyan, her şeye hazır bir gencecik kızdı o. Tüm zorluklara karşın evlenmişlerdi. Ailesiyle ilk zamanlar görüşmüyorlardı. Başlangıçta her şey iyi gidiyor gidiydi. Çabucak da hamile kalmıştı genç kadın. Sevinç içindeydi. Bir yuvada çocuk her şeydi, öyle derlerdi. Ancak bilemezdi ki çok yıllar sonra sadece çocukları için katlanabileceği bir evlilik olacaktı bu. Adam gün geçtikçe onunla daha az ilgilenir olmuştu. İşinden geç vakit yorgun gelir, yemeğini yer, biraz televizyon izler, yatardı. Arada bir aynı şeylere güldükleri, konuştukları olurdu. Yine de onu çok seviyor, fazla da sorgulamıyordu. Sadece o vardı onun dünyasında. Sevilmek vardı, sevmek vardı. İşte düşlediği evi vardı artık. Bir eşi vardı yanında. Bir nefes vardı evin içinde. Yakında bir nefes daha eklenecekti. Böylece sürüp gidecekti. Birçok evde yaşanan da buydu zaten. Kendi evlerinde de böyleydi. Babası kendi işi gücü ile uğraşır, onlarla pek ilgilenmezdi. Annesi de evdeki işleri çekip çevirir, çocuklarını büyütmeye, eşinin gönlünü hoş tutmaya çalışırdı. Aylar geçiyordu. Hamileliği ilerlemişti. Daha alıngan olmuştu doğal olarak. Ama Ercan�ın buna aldırdığı bile yoktu. En ufacık konularda bile kolaylıkla kırabiliyordu onu. O da her seferinde affediyordu. Erkeğine sevgi ve saygısından, hep susuyor, fikirlerini pek belli edemiyordu, etmesi de pek istenmiyordu. Evin ihtiyaçları gideriliyordu. Aç değildiler, açıkta değildiler. Ne isterdi bir kadın başka. Her ikisine de böyle öğretilmişti. Kadın genelde susardı, susmalıydı. Erkeğini kızdırmamalıydı, fikrini olur olmaz söylememeliydi. Onun yerine düşünen biri vardı. O sadece görevlerini yerine getirmeliydi. Çocuklarının annesi, evinin kadını olmalıydı. Fazlasına gerek yoktu. Fazlası o sıralar kadına da gerekmiyordu. Henüz sevgisinin doruklarında iken bunu fark etmesi de çok zordu. Evet, iyi bir eş, iyi bir anne olacaktı. O bunun için yetiştirilmişti. Yaşamı sorgulaması ve arayışları olması için değil. Doğacak çocuğun ismi henüz annesinin karnındayken kararlaştırılmıştı kocası tarafından. Kızlarının adı Gülümser olacaktı. Kadın sesini çıkarmamıştı, hatta demek ki ne çok seviliyor, ne çok isteniyor gibi bir mantıkla mutlu bile olmuştu. Nihayet kızları doğmuştu. Ercan onu kucağına alır öper, koklardı sık sık. Gözlerinin derinine bakardı dalıp giderek. Kızına ismi ile hitap etmeyi de çok severdi. � Gülümseeeerrr!, Aşkııımmm!� Kadın buna çok sevinirdi. Herkes kendi görevlerini yaparak yaşam akıp geçiyordu. Aradan birkaç yıl geçmiş, ikinci bir çocukları daha olmuştu. O da bir erkekti. Soylarını sürdürecekti. O da çok seviliyordu. Ama çocuklar büyüdükçe onlara biraz daha sert davranmaya da başlamıştı. Bazen çok sinirlenip yüksek sesle bağırırdı. Annelerine sıkı sıkı sarılırlardı yavrucuklar. Narin de ne yapacağını bilemezdi. Birkaç kez konuşmaya çalıştı, ama nafile. Dinlemedi bile, çekip gitti. �Sen benim işime karışma, onları da çok şımartma.� demişti sadece. Bunları derken öyle bir bakışı vardı ki, kadın o günden sonra bir daha böyle bir şeyi konuşmaya bile cesaret edememişti. Kadın mutluluğun böyle bir şey olmadığını, istediklerinin bunlar olmadığını yavaş yavaş fark ediyordu. Artık yüzü daha az gülüyordu. Her zaman hüzünlüydü, mutsuzdu. Evlerine gelen giden pek olmazdı. Anne babasıyla da çocuklar doğduktan sonra barışmışlar ama çok sık görüşemiyordu. Adam evin içinde onlarla pek vakit geçirmez, ayrı bir odada kendi halinde oturmayı severdi. Yılar geçtikçe daha da içine kapanmıştı. Aralarındaki iletişimsizliğin getirdiği sorunlar daha da belirginleşmeye başlamıştı. Kadın becerikliydi. İlkokuldan sonra okumamıştı. El işleri, kumaş boyama, örgü işleri yapar, yaptığını yakıştırırdı. En güzel yaşlarındaydı ve daha da güzel yaşlarını bir evlilik-eş-çocuk karmaşasında geçirmişti farkına bile varmadan. Ama her geçen gün farkındalığı artıyordu. Kendini ifade etmeye artık daha çok ihtiyaç duyuyordu. Hep susmuş, susturulmuştu. Artık susmak istemiyor ama yine de susmak zorunda kalıyordu. Çoğu zaman konuştuğunda, isteklerini belirttiğinde adamın tepkisi saldırganlık, zorbalık şeklinde olmuştu. İyi bir eğitim alamasa da kendini az çok yetiştirmişti kadın. Çocuklarının hatırına idi artık susmaları. Onların psikolojilerini bozmamak için susuyordu. Babalarına olan bağlılıklarını ve çocukça mutluluklarını bozmak istemiyordu. Adam kızının bile okumasını istemeyecek kadar yaşama ve sahip olduklarına duyarsız, farklı bir tutum içindeydi. Her şeye dayanmaya çalışıyordu genç kadın. Çocukları büyüyordu. Kendisi de sanal dünyayı keşfetmişti. Artık tüm dost diyebildikleri buradaydı. Gerçek yaşamında pek dostu, dertleştiği kimse de yoktu. Bu yeni dünyasında, yeni tanıdığı kişilerle gideriyordu yalnızlığını. Onlara sığınıyordu � dost� deyip. Kızları büyümüştü. Arada bir isminin nasıl koyulduğunu öğrenmek ister, sorardı. Baban takvimden bulmuş, çok beğendiği için sana bu ismi koyduk diye cevaplardı. Ve kendisi de öyle bilirdi genç kadın. Ama günlerden bir gün kadın bunun böyle olmadığını öğrendi eşinden. Kızlarına ısrarla ve kendisine sorulmadan koyulan isim adamın eski sevdiği ve unutamadığı kadının ismiydi: �Gülümser.� Bunu duyunca içinde bir şeyler parçalanmıştı. Kendini taşıyıcı anne gibi hissetmişti. Sesini çıkarmak istedi, kırgınlığını duyurmak istedi, yine yüksek bir sesle ve despotça susturuldu. Ve o günden sonra kadın bu defa da herkese ceza olsun diye sustu. Ve hep susacaktı. O sadece klavyeden karşıya yollanan kelimeler ve cümlelerle konuşuyordu artık. Sesini böyle duyuruyordu� Kırgındı, küskündü, hayalleri yok olmuştu. Çekip gitmeyi istemişti çok defa ama bunu yapacak gücü de yoktu. Bu hayatı bu şeklide sürdürmeye çalışacaktı. Dinlediği her şarkıda kendinden, yitip giden hayallerinden, sevdasından bir parça bulurdu. Ona güzelsin dediklerinde bunu duymaya alışık olmadığı için şaşırırdı. Onu anlamak, takdir edilmemenin onun dünyasında ne anlama gelebileceğini, bir eşya gibi davranılmasının ne anlama gelebileceğini anlamak hiç zor değildi. Sabahları günaydın diyen gülen bir yüzden bile yoksundu. Güne gülümseyerek başlayamıyordu. Uğruna ölecek kadar seviyorum denir en alevli anlarında sevdanın. Ancak kimsenin uğruna ölünemeyeceği veya ölünmemesi gerektiğini ancak olumsuzluklar yaşadığımızda anlarız. Hiç kimse vazgeçilmez değildir. O da anlamıştı artık. Ve uğruna ölmek değil, yapabilse çekip gitmek istiyordu. Karşımızdaki kişi, ne olursak olalım, bizi biz olarak sevmeli ve istemelidir. O eşini olduğu gibi sevmeye çalışmış ama öyle bir an gelmişti ki biden yaralı bir kaplana dönüşüvermişti. Gelişilecek, değişilecektir elbet. Ama bunu el ele vererek, sevgi ile bütünleştirerek yapmak en güzelidir. Sevgi paylaşmaktır. O sadece kendi sevgisini paylaşmıştı. Sevgi beraber büyümek, beraber gelişmektir. O, yalnız başına gelişmişti. Eksik yanlarımızı tamamlamaktır. O, eksilmişti. Sevgi değer vermektir. Sevgi gerekmese de, o biliyor olsa da � Seni Seviyorum � demektir. O bunu çok uzun zamandır duymamıştı. Sevgi başımızı döndürendir. Onun başı artık dönmüyordu. Sevgi koparılan her takvim yaprağıyla daha da büyüyendir. Onunki küçülmüştü. Sevgi gülümseyendir, gülümsetendir. Gülümser onu tek gülümsetendi. Acılı bir gülümseme olsa da, içindeki yara tekrar tekrar kanasa da � Sevgi ruhtaki yaraları iyileştirendir. Sevgi bazen mor bir menekşedir� Kızın adı Gülümser�di. Zedelenmiş, marazi bir ruhun, marazi aşkından kalma bir isim. Bu isme başka bir isim katmalıydı artık, acısını azaltabilecek, içinde zor da olsa yeni tomurcuklar açtırabilecek bir isim. Ne olursa olsun içinde yine de umutlar vardı. Bu umutları yeşertecek, baharı anımsatacak bir isim olmalıydı bu. �Menekşe � diyecekti ona. Bu isim yıllar önce, sinema salonunda yanında oturan o kibar erkekten ilk aklında kalan kokuyu da anımsatacaktı aynı zamanda. Geride bıraktıklarını, hayallerini, bulamadıklarını, sevgisini, özlemini� O bir � Hüzün çiçeği � idi. Tohumun yeşermesi için beklenen güneşi ve sıcaklığı beklerdi. Ve Menekşe, boynu bükük bir annenin, o � Hüzün çiçeği�nin tomurcuğu olacaktı, bahara uzanan dalı olacaktı. Marazi bir ruhun incittiği bir kadının göğsünde büyüyecekti Menekşe. Burcu burcu kokacaktı. Yeni baharlara onunla hazırlanacaktı artık. Ve hayata inadına, Menekşe�sinin gözlerinin içine baka baka, içtenlikle gülümseyecekti. Biricik kızı, Menekşe�si onu gülümsetmiş ve şimdi, burnunda geçmişten kalan o hoş kokuyu yeniden veren bir minik bahar çiçeği olmuştu Narin�in. Hayatındaki mutsuz anlarına rağmen kızının gözlerindeki ışıkla birlikte, geleceğini aydınlatmaya çabalayacak ve onun gözlerine her baktığında daha da içten gülümseyecekti. Gülümser�ine kavuşamayan, gülemeyen ve güldüremeyen bir eşe ve sislerle kaplanmış, görmekte, tahmin etmekte zorlandığı geleceğine rağmen daha içten gülümseyecekti her seferinde� Penceresinin önündeki boş saksıyı fark etti birden. Burada umutlarım çiçek açacak diye düşündü. Bu dışı kirli, bir kenarı umutları, hayalleri gibi kırık boş saksıya yeşermeyi bekleyen umut fidanları gibi bir mor menekşe ekmeye karar verdi. Ve ektiği fidan gün geçtikçe büyüdü, tomurcuklandı, burcu burcu umut kokmaya başladı. Hem geçmişi hatırlatan hem de geleceğe baktıran, dudaklarında bir acı-tatlı arası tebessüme sebep olan, bu mor menekşecik bilemezdi neden burada olduğunu, bu gözlerin kendisinde neler gördüğünü. Neden kendisine baktıkça gülümsendiğini� Onun gördüğü bir çift umutlu ve bulutlu gözdü sadece. Derinlerinde saklı ışığı ile bakan, umut güneşi gibi parlayan bir çift göz� Müşerref ÖZDAŞ 30.01.2010
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Müşerref ÖZDAŞ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |