"Denemeler"de gördüğüm şeyi Montaigne'de değil, kendimde buluyorum. -Pascal |
|
||||||||||
|
Aydınlık iyice büyüdüğünde, ayak altımdaki suların etkisiyle tabanlarım kaydı. Yeni doğmuş bir çocuk gibi fırladım yeryüzüne. Kendimi bir kumsalda buldum. Yeniden başlayacaktım her şeye. Dünya bir istiridye, ben ise bir inci tanesi olabilecek miydim, sabırla ve özveriyle? Kumsala vuran kocaman dalgaların ve denizin sesiyle çabuk toparlandım. Gökte yıldızlar ihtiras ateşiyle yanıp sönüyordu. Deniz rüzgarı yüzümü okşadıkça, tenimdeki sertlik ve ağrıyan yanlar gevşiyordu. Sabah olmak üzereydi. Günün ağaran bu saatlerinde, dünya renklerin cümbüşüyle gökyüzünün duvarlarına, kızıl renkte tablolar asıyordu. Beni dünya hiç böyle büyülememişti? Hayat yaşamaya değerdi? Dünyaya yeniden gelen bir insan ne yapardı? Hiç kuşkusuz önce neredeyim diye sorardı. Cevap arayan bakışlarla etrafıma bakınıp dururken, sahilin az ilerisinde bir deniz kasabası karanlığı yaran bıçak gibi keskin ışıklarıyla gözümü aldı. Dünyayı ben yaratmadığıma göre asla özgür olamayacaktım. Sadece yumurtanın içindeki civciv gibi kabuğu kırabilecektim. Acaba bu yeni yaşantım bana bu imkanı verebilecek miydi? Üzerimdeki kumların dökülmesiyle ve her yanıma sinen iyot kokusunun kaybolmasıyla tertemiz bir sayfaya dönüşürken, hayat rüzgarının beni savurduğu bu el toprağı nasıl bir hikaye yazacaktı bana acaba. Üstümü başımı kontrol ederken cebimdeki kabarıklık parmak uçlarımı rahatsız etti. Merak edip cebimi yokladığımda varlığım için gerekli bir miktar altın buldum. O an kendi kendime: ' Önemli olan varlıklı olmak değil, varlık olabilmekti. Nice kömür tüccarları vardı, nice ağalar, beyler, paşalar vardı. Hiçbiri varlık gösteremeden silinip gitti. Oysa Diogenes elindeki bardağı atarak buna ihtiyacım yok avucumla da içebilirim diyerek kendi varlığını ortaya koydu.' dedim. Şimdi ise varlık gösterme sırası bendeydi. Alaca karanlığın içinde gölge gibi sahil kasabasına doğru yol alırken, ayak altımı gıdıklayan kumların etkisiyle hafiften gülümsüyordum. Yaşam tüm canlılığıyla gözlerimin önünde duruyordu. Sanki gözlerimi ilk defa kullanıyordum. Görüyordum yıldızları ayı, denizi ve en önemlisi insanların yemek yediği, uyuduğu, dertlendiği, çalıştığı Tepeköy kasabasını. İşte burası... Benim için yeni bir hayatın başlayacağı nokta olacaktı. Bir iki adım atacaktım. Sonra yürüyecektim yepyeni bir hayata. Rüzgarın saçlarımı okşadığı anda şiirler söylemem gerekirken şu sözler döküldü dudaklarımdan: 'Ne olursan ol bir davanın adamı ol. Neyin olursa olsun; ama bir de kavgan olsun. Hiçbir şeysiz yaşa; ama amaçsız yaşama...' Havada yumruğumu salladım. Köleler tarihinden bir kişi bileğimdeki prangayı söküp attı. Hayat bir kadındı artık koluma giren. Yaşamak askılarını söküp atarak omuzlarından, beni ihtiraslı öpüşlere davet ediyordu. Hayatla burun burunaydım, dudak dudağıydım. 'Ey hayat divanı kur, yastıkları yorganları, gül kokut. Geliyorum seninle kucaklaşmaya ve sarılıp koklaşmaya..' diyerek beylik düşüncelere daldım. Tepeköy bir yamaca kurulmuştu. Osmanlı mimari tarzındaki evlerinin beyaz boyaları gün ışığında parlıyordu. Kasabanın sahil yolu denize paralel uzanıyordu. Sahil yolunun deniz kesiminde kumsallar, parklar yer alıyordu. Kasaba, sahilden itibaren yamaca sırtını veriyordu. Caddeleri denize diklemesine uzanıyordu. Bir caddeyi takip ettiğinde, kasabayı kucaklayan yamacın en yüksek yerine çıkıyordun. Arkadaki yemyeşil bir yamaç, öndeki masmavi deniz, kasabanın ruhunu oluşturuyordu. Evler bahçe içerisindeydi. Burada müstakil bir hayat yaşanıyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla kasaba halkı avlularda kahvaltısını yapmaya başlamıştı. Bir pansiyon dikkatimi çekti. Giriş kapısındaki levhada " Altın Pansiyon" yazıyordu. Bu bir işaret olabilir diyerek giriş kapısından duygularımı ayaklandırarak içeri girdim. Pansiyon taş avluyla ve iki katlı bir konaktan oluşuyordu. Ev sahibi ağaçlıklı avluda masa kurmuş kahvaltısını yapıyordu. Beni görünce ayağa kalktı. _Günaydın hoş geldin. _Hoş bulduk efendim. _Yardımcı olabilir miyim? _Uzun süre kalacağım bir pansiyon arıyordum. _Teksiniz galiba. _Evet tekim. Umarım bir sakıncası yoktur. _Yok canım. _Sevindim. _Kaydınızı almadan önce beraber bir kahvaltı yapalım istersen. _Teşekkür ederim. _Rice ederim buyurun. Masada yerimi aldım. Ev sahibi kırklı yaşlarda, kumral, yeşil gözlü, bakımlı bir beydi. Burayı eşiyle beraber işlettiğini söyledi. İki garson bir de temizlikçisi vardı. Çok kazanamıyordu ama geçinip gidiyordu. Çocukları eğitim dolayısıyla başka şehirlerdeydi. Müşterilerine bu yüzden çocukları gibi bakıyorlardı. Masanın üzerinin dolu olması ne güzeldi. Sandalyelerin sahipsiz kalmaması ne güzeldi. Bütün materyaller insan içindi. Hiçbir şey insandan daha değerli değildi. Tepeköy ve bu pansiyon bana insanlığımı hatırlattı. Kahvaltı bitiminde ev sahibi garsonlardan birini çağırdı. _Nail buraya gel. _Buyurun efendim _Beyefendiye yardımcı ol. Bana dönerek: _Adınız neydi? _Erhan _Erhan Bey, şuraya bir imza atar mısınız. _Niçin ki... _Hani bir söz vardır, bir insandan söz almaktansa imza almayı tercih ederim diye. Üstünüze almayın sadece prosedür. _Tamam, sorun değil. İmzayı atmamdan sonra ev sahibi tekrar garsona dönerek: _Erhan Bey'i beş nolu odaya götürün lütfen. Biraz dinlensin. _Tamam efendim. Nail, Bursa 'nın bir köyünde doğmuştu. Bal gözlü, buğday tenli, uzun boylu, sıska bir gençti. Yüzünün sağ tarafında derin bir yanık izi vardı. Bu iz soluk çehresinde allık gibi durur, hemen fark edilirdi. Bu yara iki sene öncesinden kalma bir hatıraydı. Bir gece, ahşap evlerinde çıkan yangını fark etmeleri uzun sürmedi. Herkes can havliyle kendini dışarı attı. Oysa küçük Yasemin ortalıklarda yoktu. Rüzgar alevleri körükledikçe ailenin korkusu bir kat daha artıyordu. Nail, kardeşini kurtarmalıydı. Aniden alevlere dalarak biricik kardeşini kurtardı. İşte bu yara o günün hatırasıydı. O günden sonra köylerinden ayrılıp şehir merkezine yerleştiler. Nail, okula devam edemiyordu. Tek kardeşi olan Yasemin henüz altı yaşındaydı. Babası Mustafa, tekstil fabrikasından emekliydi. Annesi Seval ise, temizlik yaparak ailesinin geçimine katkıda bulunuyordu. Bir akşam yemeğe oturduklarında sofrada bulgur pilavı ve çorba vardı. Köydeki yangından sonra ekonomik sıkıntıya girmiş bu aile, oturdukları evin kırasını bile ödemekte zorluk çekmeye başlamış; kıt kanaat geçinir olmuştu. Nail bu yüzden bu pansiyonda işe başlamıştı. Birden aklıma çocukluk günlerim geldi. Ayakkabı resimleri yapardım. En çok da spor ayakkabıları çizmeyi severdim. Giyecek bir spor ayakkabım olmasa da odam ayakkabı resimleriyle dolu olurdu. Onları çizerken koştuğumu ve sonra bulutlara uçtuğumu görürdüm. Hız alırdım hayal ülkelerine. Özgürlüğü tadardım çizdiğim her ayakkabı resmiyle. Yaşamak adım atmaktı ve kimseyi incitmeden, kimseyi ezmeden başı dik yürüyebilmekti benim için. Nail ile beraber pansiyonun merdivenlerinden üst kara çıkarken, benimle konuşuyor olması ona bir kitap havası katıyordu. Kelimelerin ve cümlelerin toprağında sınırları daha çok ünlem işaretleriyle çizilmiş bir ifadeler ülkesine benziyordu Nail. Sınırlarını zorlamamak için sustum. _Odanız burası efendim. _Teşekkür ederim Nail. Nail yanımdan çekip gittikten sonra kapıyı açtım. Odaya girdiğimde lavanta kokusuyla gevşedim. Zaten uzun süredir sinir uçlarımla İstanbul trafiğine bağlanmış gibiydim. Uzun kuyruklar, korna sesleri, bağrışmalar, firen sesleri omuriliğimden başlayarak beynimin en uzak köşelerine kadar gitmişti. Saklanacak ve kaçacak bir delik ararken kendimi bu pansiyon odasında bulmuştum. Duygularımın en koyu olduğu anda, odanın sarıya boyanmış duvarları içimi aydınlattı. Tek yatakli odada bir komodin, bir elbise dolabı, bir de küçük bir masa vardı. Yatak odanın sağını kaplarken, solunda elbise dolabı çırılçıplak duruyordu. Masa pencerenin hemen dibimde dururken, üzerindeki vazoda çiçekler içeri sızan aydınlıkta boy gösteriyordu. Pancereyi örten perdeyi aralayıp dışarı baktığımda günlük güneşlik bir hava içimi doldurup bir balon gibi beni gökyüzüne yükseltmeyi bekliyordu. Yatağın kenarına oturdum. Üzerimde yoğun bir uyuşukluk vardı. Bazen kalmak da zordu gitmek de. Ne yapacağımı bilmediğim bu pansiyon odasında, çok şey yaşamışlığımdan olsa gerek hiçbir şeye hevesimin kalmadığını düşündüm bir an. Bir resim yapsam yapraklar gecenin karanlığından daha kara olurdu tualimde. Hayatın kül yağmuru altında Pompei insanları gibi donup kalmıştım. Tanrı benim için bir Vezüv müydü? Sürekli bana cehennemi hatırlatan, kaçacak bir liman bırakmayan bir güç müydü? Hayatımda sürekli bir sarsıntı, şaşkınlık, panik, olup sürekli önümü dev dalgalar kesmekteydi. Dev dalgalar bindiğim tüm gemileri bir çöp gibi kaldırıyordu. Gökten de iri kum taneleri büyüklüğünde, çok kızgın taşlar üzerime yağıyordu. Heman ardından da gaz yüklü kocaman taşlar başıma düşüyordu. Sonra bu kül bulutu üzerimi yorgan gibi örtüyordu. Bunları düşünce yatağa yatmaktan, üzerime yorganı çekmekten vazgeçtim. Tanrı'm dedim. Bana ateşin içinde bir göl bırak. Bana yaşamak için gül tadında, çiy düşmüş taptaze bir dal uzat. Yatağımdan doğruldum. Perdeyi aralayarak yine dışarı baktım. Bir süre öyle kalakaldım. Arabalar yollardan akıp gidiyordu. İnsanlar meşru hayatın monotonluğunda herkesin yaptığını yapıyordu. Kaldırımda bir sağa bir sola giden insanlar, vitrinlere bakıp dükkanların içine dalıyordu. Ben de dışarı çıkmak istedim. Elimdeki altını bozdurup, üstüme başıma bir şeyler almak ve pansiyon ücretinin birkaç aylık aidatını ödemek istiyordum. Odamın kapısını örtüp merdivenlerden aşağı indim. Salonda ev sahibi beyle eşi, günün sıcağından kaçmışlar koltuklara oturup dinleniyorlardı. Beni görünce ayağa kalktılar ve yanlarına çağırdılar. Akabinde hep beraber oturup konuşmaya başladık. _Nasılsınız Erkan Bey, umarım odamızı beğenmişsinizdir. _İyiyim, odanızı beğendim. Siz nasılsınız? _İyiyiz. Oturup soluklanıyorduk. _Bu arada benim adım Faik. Bir durum olursa beni adımla çağırabilirsiniz. O an aklıma dünyada ne kadar da unvan olduğu geldi. İnsanlar birbirlerini bey, beyefendi, bayan, öğretmen, doktor, subay, başbakan, müdür diye çağırırdı. Sanki unvanlar kişiliklerin ve insanların önüne geçen, onlardan farklı varlık kazanan kavramlardı. Nasrettin Hoca: " İltifat insana değil, unvanlarınaydı. " demişti. Ne kadar unvanınız varsa o kadar egemendiniz, üstündünüz, öncelikliydiniz. Eğer unvanlar varsa sınıfsız bir toplum iddia etmek yüzyılların en büyük sahtekarlığıdır. Çünkü, demokrasi toplumlardaki sınıfları kaldırmamış, unvanların arkasına saklamıştır. Aynı sihirbazların var olan şeyleri yok olmuş gösteren göz aldatmacaları gibi. _Daldınız Erhan Bey. _Hım evet. Bir şey düşündüm de. _Ben artık kalkayım. Daha yapacak çok işim var. _Buyrun ne demek. Dışarı çıkmak için hareket ettiğimde, salona şöyle bir göz gezdirdim. Salon daha çok bir lobiye benziyordu. Ortada oturma grubu, sağda ve solda kitaplıklar, salonun baş köşesinde bir televizyon vardı. Üst kata çıkan bir merdiven salonu klasik bir hayal gücünün dışa vurumu olarak gösteriyordu. Salon barok ve rokoko tarzı bir mimari ile yapılmıştı. Duvarlar alabildiğine tablolarla süslenmişti. Ben de ressamdım. Yeşili yaprakta, maviyi denizde ve gökyüzünde, sarıyı buğday tarlasında, beyazı kar yağışında arıyordum. Bu arayış duygusuyla sokağa çıktım. Arabalar, insanlar yolları doldurmuştu. Sanki dünya çürük bir dişti de insanlar o çürükleri doldurarak kapatmaya çalışıyordu. Tanrı dünya diliyle insanlarla konuşmaya çalışıyordu. Bana da söyleyecek bir güzelliği vardı elbet. Fakat ben bu bolluk ve kalabalık içinde daha çok yalın ifadeler istiyordum Tanrı'dan. Yürüyordum sokak boyu. Nasırlaşmış yüreğimle acılara, sevinçlere yürüyordum. Ayağımı ayağıma çarparak saygı duruşu yapıp hayata selam vermek istiyordum. Merhaba hayat, merhaba yol arkadaşım demek istiyordum hayatın saygıya layık tüm güzelliklerine. Çirkin bir kızın sevgi görme adına, ilgi görme adına bedenini yol geçen hanına çevirmesi gibi çirkinleşmekten korkup yürüyordum. Aşkı güzellikte arıyordum ve anca aşkı güzellerin ve kendini güzel hissedenlerin yaşayacağı inancıyla Tepeköy'un ana caddesindeki kaldırımları arşınlıyordum. Tepeköy'un bu ana caddesi geniş kaldırımlarıyla, lüks mağazalarıyla, nezih ve hijyenik yapısıyla insanda görsel bir şölen sunuyordu. İnsanlar birbirine çarpmadan, göçebe bir millet gibi dağınık yürümeden, işlerine gidip geliyorlardı. Burada öyle zenginlik vardı ki ne kimse kimsenin hayatını çalıyordu ne de kimse kimseyi kullanıp atılacak bir mendil sanıyordu. Az ileride bir kuyumcu dikkatimi çekti. Hemen hızlandım. Dükkan vitrin ışıklarıyla sokağı kuşatan bir aydınlıktaydı. İçeri adım atar atmaz iki kişi beni yaldızlı gülüşleriyle karşıladı. Bir gülüş karşısında bön bön bakan ağır abi takımından olmadığımdan, yüzümde güneşin sarı ışıklarının bir nevisi oluştu. İnsanlar güzel konuşma adına seri cümleler kurar iseler de ben kelimeleri sürçerek söyledim. Konuşmalarımdaki inişler çıkışlar dikkatlerini çekince kuyumculardan birisi: _Abi sanatçı mısınız? _Çok şaşırdım. Nasıl anladınız. _Abi sanatçıların beynine bir anda birçok düşünce girer. Onlar kafasındakileri toparlamaya çalışırken, genelde dilleri sürçer, ondan anladım. _Ne yani dili pürüzsüz olan sanatçı olamaz mı? _Hayır olamaz. Kelimelere anlamı sanatçılar, yüreklerini katarak verirler. Sanatçılar bir şeyi çok tekrar etmezler. Örneğin, bir şey çok tekrar edilirse hiçbir önemi kalmaz. Aşk, aşk, aşk, bak hiç önemi kalmadı. Önemli olan aşkkkkkkkkkkkkkkkkkkkk diyebilmek tek seferde. Buna da kimsenin nefesi yetmez. Sanatçıların nefesi kuvvetlidir oysa. Onlar bir kelimeyi inceltir, kalınlaştırır, kısaltır, uzatır... Sende de böyle bir ifade tarzı görünce sanatçı olduğunu anladım. _Hımm, evet ben bir ressamım. Hiç böyle yakalacağımı düşünmemiştim. _Biz polis değiliz. Biz yakalarsak el öpmek için yakalarız; bileklere kelepçe takmak için değil. _Affedersiniz adınız ne bu arada. _Adım, Mahmut. Ortağımın da adı Ali... _Demek ki insanların yaptıkları işler yüreklerine de yansırmış. Altın gibi bir kalbiniz varmış. Benim de adım Erkan. _Memnun oldum. _Ben de. _Bir çay içer miydiniz. _Yok teşekkür ederim. Elimde bir miktar altın vardı onu bozduracaktım. Elimdeki altını uzatıp bankonun üzerine koydum. Şaşkınlık içinde öyle bakakaldılar. Bir miktar altın dediğim uzun süre hayatını idame ettirecek kadar büyüktü. Parayı alarak dükkandan uzaklaştım. Bazen kalmak zordu, gitmek ise daha zordu. Zar zor duygular içinde kalmamak için yüreğimi aygırlara çektirerek dörtnala dükkandan ayrıldım. Sokaktaydım artık. Hayatın boyunca doğru yoldan gittiğini sanarsın da, sonradan geriye dönüp baktığında birçok zikzaklar çizdiğini anlarsın. Gezdiğim sokakların kavislerle dolu olduğunu görünce hafif gülümsedim. Dünya bir deveydi aslında, hiçbir yeri doğru olmayan. Biz insanlar bir hörgüce tutunmuş gidiyorduk. Yaşamak deve tüyü gibi kıl ediyordu bizi. Savrulup duruyorduk kum fırtınalarıyla. Tepeköy insan yumağıydı. Karmakarışık ilişkiler içinde, insanların düğümlerle birbirine bağlandığı bir sahil kasabasıydı. Aslında kasabalar hep canımı sıkmıştır. Canı sıkılan her insan gibi telefon manyağı, televizyon manyağı olmak istemiyordum. Hem canımın sıkkınlığına iyi gelir düşüncesiyle hem de üstüme başıma bir şeyler alırım diye bir konfeksiyon mağazasına girdim. Tanrı'ım mağazanın içinde tam bir algı bombardımanı yaşadım. Her yer pantolon, gömlek, tişört ve ceket doluydu. İnsanın her zaman kabuk değiştirmeye ihtiyacı vardır. Artık üzerimdekileri sıyırıp kendime yeni bir renk, yeni bir kalıp biçmenin zamanı gelmişti. Raflara epeyce göz gezdirdikten sonra, kendimi bir iki gömlek ve pantolon beğendim. Onları alarak pansiyona doğru yola çıktım. Dünya taş kadar sert ve merhametsizce, onun yosun tutmuş yüzeyinde bir merhamet bir şefkat bulabilecek miydin? Tıkış sıkış dünyada ekmek arası peynire dönüşürken, annemin beni okula uğurlarken süt kokan sabahlarını yeniden görebilecek miydim? Dünyaya tekrar gönderilmiştim. Peki niçin? Ölümümün izini sürmek ve özümü bulmak için mi? Özümü bulmak istiyorsam, doğal bir insan olmalıydım. Yasal olan insan, kendi özüne aykırı, yalnızca toplumun ve toplumsal uzlaşının sonucu olan bir bireydi. Dolayısıyla yapay ve kötüydü. Devlet de yapay, insan elinden çıkma kurumların başında geliyordu. Öyleyse ben emitasyon bir ürün olmak istemiyordum. Peki benim özüm neydi? İnsanın özü, insanın yaratmadığı her şeydi. İnsan kendini yeniden yaratması, özüne darbeydi. Sonradan kazanılmayan bütün bileşkeler insanın öz doğasıydı. Bir doğal göl ile yapay göl arasındaki farktı insanın özü. Öyleyse ben doğal olmalıydım. Bütün maskelerden, bütün kalıplardan, bütün öğrenilmiş davranışlardan, bütün rollerden uzak durmalıydım. Tıpkı otoyol kenarında denize çırılçıplak giren bir kişi gibi açık bir insan olmalıydım. Bugüne kadar dünyamızla tanışmaya koymamışlardı beni. Geceyi, gündüzü, çiçeği, kelebeği, dayanılmaz kokusunda diş çürüğüne rağmen nefes nefese tanımak istiyordum yeniden dünyayı. Yaşamanın her bir yerinde olamasam da Çinliyi, Japonu, Eskimoyu tanımak istiyordum. Saçların alınların üzerine düştüğü bir yerden silmek istiyordum terleri. Şakaklardan çekmek istiyordum dayatılmış tüm zorbalıkları. Bir rüzgar gibi esmek varken, kasırgaya benzemek de neydi? Hayatta tozu dumana katanlar, insan olabilir miydi? Pansiyona geldiğimde, saat gece ona yaklaşıyordu. Kimseye belli etmeden odama çıktım. Kafamı kurcalayan onca soru içerisinde uzanıp yattım. Sonra odamdan dışarı çıktım. Gece şaşırmamıştı. Yıldızları gökyüzüne dizmişti. Üşüdüğümü hissettim. Avludan salona geçtim. Hırçın hırçın bir koltuğa oturdum. Ah gecelerimin ninni tadında, masal tadında olmasını dilerdim. Yatağımın yanındaki bir demet gülün bana pespembe şarkılar söylerken uyumayı ve tüm acıların yiğitçe davranmasını isterdim. Uykum bir türlü gelmiyordu. Görecek rüyası olmayanın uykusu gelmezdi tabi. Herkes derin bir uykuya dalarken, ben titreyen kirpiklerimin üzerine yıldızları koymaya çalışıyordum. Gün ağarırken gözlerimde şafak vaktinin kızıllığı oluştu. Yerimden doğrulduğum anda Faik ile karşılaştım. _Günaydın _Günaydın Faik. _Gece uyuyamadınız galiba. _Uyuyamadım. Gözlerim bir yarasa gibi gökyünde asılı kaldı. Gece boyu yıldızları seyrettim. _Uyuyacak mısınız? İstersen kahvaltıyı hazırlatayım. _Olur, sıcak bir çay iyi gelir. _Tamam. Nail masayı iyice donattıktan sonra bizi çağırdı. Mutfakta güzel bir kahvaltı yaptık. Sonra Faik'e dönerek: _Efendim! Ben bugün Tepeköy'de dolaşmak istemiyorum. Bana gezip dolaşabileceğim bir yer söyleyebilir miydin? _Tabi! Tepeköy'den kuzeye doğru uzanan bir yol var. Oraya " Altın Yol " derler. Orada yürüyüş yapabilirsin. _Çok teşekkür ederim. Gün biraz daha aydınlansın, o tarafa giderim.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © osman demircan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |