..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Her şey ancak sevgiyle satın alınabilmelidir. -Andre Gide
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Eleştiri > Dinler, İnançlar ve Ateizm > Oğuz Düzgün




21 Eylül 2010
Bir Deizm Eleştirisi  
Oğuz Düzgün
Deistler de kainatta görünen muhteşem düzenin farkındaydılar elbette ve sonsuz ölçekli bu ince dengelerin, trilyarlarca bilinmeyenli bu denklemlerin bir var edicisi olduğu konusunda da inananlarla hemfikirdiler


:CICI:
TANRI VARMIŞ AMA O DİNLERİN TANRISI DEĞİLMİŞ MASALI

İnsanlığın var oluşundan bu yana neredeyse ortaya atılmadık fikir kalmamıştır… Puta, ineğe, fareye tapıcılık, Reenkarnasyonizm, Eveluationism, Ateizm, Deizm şeklinde devam eden inanış yolları da, insanların var olanı anlama ve anlamlandırma sürecinde geliştirdikleri görüşlerden sadece birkaçıdır… Bu yazımızda Ateizm’in sağlam bir mantık yapısıyla kolayca çürütülebilecek önermelerine (totolojilerine) değinmeyeceğiz. İnanmaya yatkın ruhlara ve akıllara daha sıcak gelen, ancak içerisinde Ateizm’in açıkça iddia ettiği bütün dintanımaz argümanları da içeren Deizm meselesine neşter vurmaya çalışacağız. Beşerin kendi aklıyla geliştirdiği bu inanış, bir Yaratıcı’nın varlığını kabul etmesi yönüyle dinlere en yakın inanış gibi gözükse de aslında dinlerin varlığını kabul etmeyen, içine sindiremeyen bir inkârcı anlayıştır da aynı zamanda.

Ateizm, binlerce yıldan beri dinlerin ortaya koyduğu Allah inancını ve diğer bütün manevi alanları inkâr etmişti… Dinlerin ve Allah inancının ortadan kaldırıldığı bu alanda oluşan sonsuz boşluk, düşünen insanları evrenin kaos içindeki düzeni, var olanların muhteşemlikleri, ruhta oluşan boşluğu doldurma vb. gibi manevi konularda bir kere daha düşünmeye itti. Halbuki dinler, binlerce yıllık süreçlerinde zaten bütün can alıcı soruların –Nereden geliyorsun?, Nereye gidiyorsun? ve Neden buradasın?- cevaplarını vahiy ile çoktan bulmuşlardı. Deizm akımı mensupları, sinsi bir kurnazlıkla bütün bu cevapları kendileri bulmuş gibi, bir yandan Ateizm’e karşı bu binlerce yıllık birikimi kullanırlarken, diğer yandan da Yaratıcı fikrini miras aldıkları dinleri de yerden yere vurmak için gayret göstermeye başladılar. Halbuki dinler, insanlardaki Allah inancının en büyük oluşturucuları ve de destekçileri olmuşlardı. Örneğin, vahye dayanan İslam dininin teşkil ettiği Kelam ilmi, bütünüyle Allah'ın varlığını, birliğini ve diğer manevi alanlardaki Tanrısal hakikatleri ispata çalışıyordu.

Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. İsa, Hz. Musa ve Hz. Muhammed gibi peygamberlerin bütün mücadeleleri, Allah’ın varlığını ve birliğini ortaya koymaya, O Yaratıcı Varlığa karşı ortaya sürülen bütün putları (Ortakları) reddetmeye ve de var olduğu açıkça ortaya konan Yaratıcı’ya teşekkür etmenin yollarını açıklamaya yönelikti. Onlara inandıklarını söyleyen insanların bu dinlerde sonradan oluşturdukları tahribatlar, o büyük insanların kutsal mücadelelerini ve dile getirdikleri hakikatleri asla gölgelemez. Ateizm, dinlere karşı bir hareketken, aslında Deizm yine beşeri bir inanış olan Ateizm’e karşı öne sürülmüş bir dünyevi görüştü aslında. Ancak bu inanış da zamanla Ateizm’in izinden giderek dinleri ve bu dinlerin ortaya koyduğu kulluk bilincini inkar sonucunu doğurdu. Halbuki Deistlerin, dinlerin inançlarına daha da sempatiyle yaklaşmaları beklenebilirdi. Sonuçta dinler, onların Yaratıcının varlığı ve birliği konusundaki görüşlerini de destekliyorlardı… Ancak, her iki inanış da dinlere karşı cephe alarak kendi özgün yerlerini belirlediler.

Temelde mantıksal bir gereklilik olan bir Yaratıcı’nın varlığını kabul edip, yine mantığın rağmına dinleri inkar etmenin ardında elbette psikolojik, ekonomik ve de sosyal sebepler de vardı… Sonuçta Deistler, Yaratıcının varlığı konusundaki inançlarıyla vicdanlarını rahatlatırlarken, ibadet ve kulluk sorumluluğundan özgürleşme konusunda da imkanlar elde edebiliyorlardı ya da bu şekilde daha da özgürleştiklerini düşünüyorlardı… Çağın bireyci ve pozitivist anlayışına da daha uygundu bu görüş. Ancak kabul edilen bu yeni Yaratıcı imajı, mutlak Yaratıcı mı olmaktaydı yoksa, eski bir kısım Putperestlerin inandıkları gibi gökte oturan, insanların işlerine de pek karışmayan hayali bir Yaratıcı mıydı?

Deistler de kainatta görünen muhteşem düzenin farkındaydılar elbette ve sonsuz ölçekli bu ince dengelerin, trilyarlarca bilinmeyenli bu denklemlerin bir var edicisi olduğu konusunda da inananlarla hemfikirdiler… Mesela onlara göre de bu Yaratıcı, yüksek bir zeka ve deha sahibiydi. Kâinatta her nereye elimizi atsak, bilgi, irade ve seçme gerektiren icraatlarla karşılaşıyorduk çünkü. Fakat bütün bu olmuş olan olayların oluşabilmesi için sadece “bilmek” eylemi yeterli miydi? İnsanlar da pek çok şeyi bilebilirlerdi ama bildiklerini uygulayacak “kudretleri, güçleri” yoksa, bu bilginin onlara sadece “bilmekten” başka ne faydası olabilirdi? Elbette her bilinmesi gerekeni Sonsuz Dehasıyla bilen o Bilici, bildiklerini hayata geçirmek konusunda da oldukça yeterli görünüyordu… Çünkü kâinat ya da paralel kâinatlarda her ne istediyse istediğini yaratabilmişti ve yaratmaya da devam ediyordu… Bu da onun “Sonsuz Gücünü” gösteren açık bir delildi. Demek ki o Yaratıcı, Sonsuz Bilginin yanında Sonsuz Kuvvet’e de sahipti. Ancak var olan ve olmaya devam eden her şey, sonsuz bir bütçe de gerektiriyordu… Cebinde peş kuruşu olmayan birisinin bir hayır kurumuna milyonlar bağışlaması elbette imkansızdı. Bunun gibi kâinatta görünen bütün bu değerler ve kıymetler de, O Yaratıcı’nın Zenginliğini ve de Sonsuz Cömertliğini gösteriyordu açıkça. O Yaratıcı’nın bütün diğer Yüce özellikleri de elbette onun kâinat adlı sanat eserinden bakılıp, okunup öğrenilebilirdi… Görmeyen bir Yaratıcı’nın müthiş güzel görünen çehreleri, çiçekleri ve diğer bütün görüntüleri ve bunları görebilecek gözleri tüm ayrıntılarıyla yaratabilmesi imkansızdı… Yine duyamayan bir Yaratıcı, kulakları yaratamayacağı gibi, duyulacak bütün o sesleri de oluşturamayacaktı. Bizim kulaklarımızdaki frekans aralıklarını, dayanabileceğimiz derecedeki sesleri duyabilecek şekilde ayarlayamayacaktı mesela…

Şu sıralarda kuşların, yunus balıklarının, balinaların, kedilerin, köpeklerin ve diğer hayvanların dillerindeki –kendilerine göre konuşmalarındaki- sırları çözmeye çalışan bilim, pek çok alanda başarılara da imza attı. Elde edilen bilgilerle yunus balıklarını, bazı kuşları daha kolay sevk ve idare edebiliyorlar mesela… İnsanoğlu da başlangıcı belli olmayan bir dönemden beri konuşuyor ve konuşmaya devam ediyor. Zaten insana yerleştirilen aygıtlara baktığımızda, insanoğlunun konuşmaması saçma olurdu diyoruz. Peki hayvanları kendi ölçülerinde ve insanları konuşma aygıtlarının doğal bir şekilde sevk etmesiyle konuşturan, hadi diyelim insanı öncelikle düşündürten bir Yaratıcı, konuşma eyleminin de ne olduğunu biliyor ve bu eylemi de hayvanlara; insanlara yerleştirdiği özel aygıtlarla oluşturtabiliyorsa, elbette konuşabilmelidir de… Sonsuz bir bilgi, güç sahibi olduğu savunulan, sesleri ve bütün canlılardaki iletişim süreçlerini oluşturan bir Yaratıcı’nın “konuşamaması” oldukça garip olmayacak mıdır? Biz buna beşeri bir özellik olarak algılanmaması için konuşma demeyelim de, daha genel manasıyla “iletişimde bulunma” diyelim… İnsanlar uzayda olduğu iddia edilen hayali garip yaratıklarda bile bu özelliğin bir şekilde var olduğunu düşünürken, bütün evreni ve evrenleri var eden Yaratıcı’nın konuşamayacağını düşünmek saçma bir iddia olmayacak mı? Onun bütün iletişim eylemlerini yaratıp sonradan konuşmanın ne olduğunu unuttuğunu ya da sonradan konuşamaz hale geldiğini iddia etmek de onu basit bir dilsiz Puta dönüştürmeyecek mi ve asıl Putperestlik de bu olmayacak mı? Madem onun varlığını evrendeki sırları ve güzellikleri okuyarak anlayacağız, o halde O’nun evrendeki canlılarda yansıttığı bu “konuşma-iletişim kurma” özelliğini yok sayıp, kaçamak dövüşmeye hiç gerek yok… Kabul edelim ki, o Yüce ve Sonsuz Deha aynı zamanda diğer varlıklarla “iletişimde” de bulunabiliyor, bizim anlayacağımız şekilde söylersek, “konuşabiliyor…”

O Yüce Yaratıcı’nın diğer bütün özelliklerinin yanında “konuşabileceğini-iletişimde bulunabileceğini” kabul ettikten sonra, dinler neden var sorusu da anlamsızlaşmış olacak? En ufak bir canlı organizma bile etkiye karşı kendi ölçeğinde tepki gösterirken, Yaşam alanlarının en yüce boyutundaki o Varlık, konuşabilen, iletişimde bulunan bütün canlılara karşı bir tepki-cevap veremeyecek mi? Mesela, görebilen, duyabilen, düşünebilen bu Sonsuz Yaratıcı, kendisini inkar eden, kendisini bırakıp putlara tapan, Onun evrendeki müthiş sanat eserlerini görmezden gelen insanlara “Ben Varım, Kainatı Ben Yarattım” diyemeyecek mi? Bütün bu muhteşem kâinat ve saat eserleri, eğer takdir edici, beğenici şuur sahipleri tarafından okunmazlar, anlaşılmazlar ve takdir edilmezlerse, bütün bu varlığın ne anlamı olacak?

İşte o Sonsuz Deha sahibi Yaratıcı, sonsuz ilminden bekleneni yapmış ve İnsanı böyle mükemmel yarattığı gibi insanla (Hz. Adem’le) bilemeyeceğimiz bir şekilde iletişime geçmiştir… İster buna meta-telepatik diyelim, istersek de biçimsel-formel bir konuşma diyelim, her ne dersek diyelim; O Yüce Yaratıcı, konuşabilen, konuşulanları anlayabilen bir Varlığı, yani İnsanı yaratmıştır ve herhalde onu oyuncak bir "konuşabilen bebek" olarak yaratmamıştır. Ona yüce gayeler yüklemiştir. Çünkü insan, evrende o Yüce Yaratının yarattığı bütün şeylerdeki düzeni, renkleri, ahenkleri, kokuları, sesleri, anlamları algılayabilecek mükemmel programlara sahiptir. Bu programları ona yükleyen programcı belli ki bir şey istemektedir… Üstelik bu programlar Yaratıcı’nın bütün özellikleriyle de paralellikler arz etmektedir. Kutsal Kitapların “Yaratıcı insanı kendi suretinde yarattı” hükmü de burada daha anlamlı olmuyor mu? Okyanustan alınan bir damlada da okyanusun bütün özellikleri kendi küçük ve sınırlı mikyasıyla da olsa bulunmaktadır sonuçta. Bir denizin kirli olduğunu anlayabilmek için bilim adamları bütün denizi test etmezler… Onlar için birkaç damla yeterlidir… Deistler de bugün Tanrı var diyebiliyorlarsa, bunu kendilerine konulan programın “Yaratıcının Varlığını İspatlayan” formüllerini doğru kullanabildiklerinden dolayı savunabiliyorlar. Yani Yaratıcı'nın bizlere minik ölçeklerde de olsa kendisini anlamamız için yerleştirdiği Tanrısal özelliklerle... Ancak bunu binlerce yıllık bir dini serüvenin ardından, bugün çok rahatlıkla söyleyebiliyorlar bütün o geçmiş dini inanışları inkar ederek ve o süreçlerin de kendi inançlarına hiçbir tesiri olmamış gibi. Zaten elçiler tarafından öğretilmiş bu inanışı kabulleniyorlar…Halbuki biz bu evrene en son gelen mahluk olduğumuz halde, evreni biz yaratmışız gibi bütün o özellikleri de kendimize mal edebiliyoruz. Halbuki bütün evren milyonlarca yıldan beri bizde var olan özelliklerin Sonsuz ve Mukaddes ölçekteki bir sahibi tarafından zaten yaratılıyor, idare ediliyordu. Bütün bu özellikleri kâinatın sahifeleri ve satırları arasından evrenin ilk yaratılış sürecindenki radyasyonu; ses dalgalarını okur gibi belki de daha basit bir şekilde okuyabiliyoruz. Bu özellikler bize ondan yansımıştı ve O'nu bulmamız, tanımamız, isteklerini anlamaya çalışmamız içinlerdi...

Ancak böyle bir dini geçmişin olmadığı ya da gaflet sebebiyle unutulduğu dönemlerde ve yerlerde, insana yerleştirilen bu programların doğru kullanımı nasıl sağlanacaktı? Belli bir amaç için bu programları insana yerleştiren Yaratıcı, insanın o amaca ulaşıp ulaşmadığını denetlemeyecek miydi? İletişime geçebilen bir Yüksek Deha sahibi Yaratıcı var olduğuna ve de kendisi cisimden, maddeden soyutlanmış olduğuna göre, iletişime geçmeyi istediği insanlarla anlaşabilecek, onlara onların dilleriyle hitap edebilecek ancak kendi iletişimine de cevap verebilecek bir üst programa sahip insanları o insanlar arasından seçecekti… Yani beyinlerinin geri kalan bütün kısımlarını da vahiy anında kullanabilecek, denilenlere öncelikle kendileri itaat edebilecek ve arayışlarının sonucunda belli bir hakikate yaklaşmış olan insanlar... Bu insanların başarılı olması ya da olmamasından ziyade kendi varlığının ve sanat eserlerinin muhteşemliğinin anlatılmasıydı esas olan. Zira her güzel güzelliğini görmek ve göstermek isterdi. Bütün sanatçıları buna örnek gösterebiliriz. İşte Yaratıcı da iletişime geçebilme-konuşabilme özelliğini kullanarak bazı seçilmiş insanlarla iletişime geçti ki, bunca işleri gerçekleştiren bir Yaratıcı’dan bu iletişimi yapabilmesini mantıktan uzak görmek mantıksızca bir saçmalıktır. İnsanlar, bu insanlara Peygamber, Resul, Elçi dediler ama sonuçta onlar, aklın var olanları anlamlandırmasına yardım etmek ve de bütün bu var olanlar karşısında teşekkürün yollarını öğretebilmek amacıyla gönderildiler. Çünkü insanlar, putperestliğin binlerce çeşidini icad edebiliyorlardı akıllarıyla. Aklın en çok işletildiği Yunan, Sümer, Mısır, İran, Hint ve bir dönemki Roma medeniyetinde bile insanlar Putlardan kurtulamadılar… Elbette kendilerine verilen programları doğru kullanıp Yaratıcı’nın varlığını bulanlar her dönemde oldu ama toplumlar, medeniyetler paganlık fırtınalarıyla savrulup gidiyordu…

İlk insandan bu yana insanlarla iletişime geçen Yaratıcı, sonsuz merhametinin gereği olarak, işte bütün bu yanlış yönelimleri önlemek adına kendi yarattığı insan denilen varlığın programlarının en güzel şekilde nasıl kullanılacağını öğretecek elçilerle konuştu. Bir çeşit Kullanım Kılavuzu diyebileceğimiz, beşerin manevi hastalıklarına karşı reçete olarak görebileceğimiz Kutsal Metinleri onların diliyle gönderdi. Bu kutsal metinlerin dilleri elbette o iletişimin gerçekleştirildiği Elçinin dilinde olmuştu… Zira insanlara anlamayacakları boyuttaki bir dille hitap edilmesinin hiçbir anlamının olmayacağını o Sonsuz Zekaya göre, sonsuz kere basit zekamızla biz bile fark edebiliyorduk. Şunu da unutmayalım… Bütün hayvanlar doğar doğmaz hayatiyetlerini sağlayacakları her şeyin içgüdüsel bilgisiyle donatılmış olarak bu dünyaya gelirlerken, insanlar on sekiz yaşına geldiklerinde bile yaşam alanlarında gerekli pek çok şeyi bilmeden yaşamlarını zorlukla devam ettirebiliyorlar. Üstelik hayvanlardan farklı olarak onların akılları var… Bu nedenle dünyadaki medeni ya da ilkel kabul edilen bütün toplumlarda bebekliğinden itibaren insan, eğitilmesi gereken bir canlı olarak görülmüştür… Deneyimlerden oluşan atasözleri çocuklara bu amaçla bırakılan önemli bir mirastır mesela. İlkel toplumlarda bile varlığı anlamlandırma adına söylenmiş destanlar, efsaneler, mitoslar çocuklara kulaktan kulağa aktarılır. Aborjinler, çocuklarını kendi Rüya Zamanlarının gizemleriyle donatmak için özel bir çaba sarfederler… Amma evde ama dışarıda, ustalar çıraklarının ellerinden tutarak onlara süpürmeyi, pişirmeyi, dikmeyi, kesmeyi, biçmeyi, oturmayı, kalkmayı öğretirler. Demek ki insan, bilgiye ulaşabilmek ve eğitilmek için dış bir müdahaleye ihtiyaç hissetmektedir…

Yüce Yaratıcı’nın insanı yaratıp, onu dünyaya salıverip, insanın bu eğitim gereksinimini çok iyi bildiği halde, kendisi her şeyi bilmesine rağmen insanın en hayati konularda nasıl davranması gerektiğini ona göstermemesi, öğretmemesi bir zulüm olmayacak mıdır? Öncelikle ilk insanın böyle bir eğitime ihtiyacı vardı ki, sonraki insan nesillerinin varlığı garanti altına alınabilsin. Yırtıcı hayvanlar, yıkıcı doğa olayları, hastalıklar, yiyecek ve barınma sorunu gibi sorunlar konusunda en azından bir ön bilgisi olmalıydı ilk insanın... Çünkü bu ilk süreçte hiçbir şey bilmeyen cahil bir insanın deneyimlerle hayatiyetini devam ettirebilmesi, genlerini gelecek nesillere aktarması imkansız olacaktı. Bu nedenle ilk insanla bir şekilde iletişime geçmiş olmalıydı Yaratıcı... İşte dinler bu manada düşünüldüklerinde Yaratıcı’nın hayati konular üzerine insanlara verdiği derslerdir ve bir çeşit okullardır da… Öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, zina etmeyeceksin, yalan söylemeyeceksin vd. şekilde devam eden bu komutlar, sağlam bir hukuk ve ceza sistemine sahip olmayı emreden ifadeler, kadınlara da mirastan pay verilmesinin koruma altına alınması, fakirlerin, yetimlerin gözetilmesi gibi emirler, savaşta, barışta nasıl davranılması gerektiği konusundaki talimatlar daha büyük zulümlerin önüne geçebilmeyi amaçlayan hikmetleri içeriyorlar. İnsanlık dinlerle bir arada hem de binlerce yıldır bir arada yaşadığı halde Kur’an’ın ifade ettiği suçun şahsiliği, kadınların da ilim öğrenmesi gerektiği, köleliğin ortadan kaldırılması, sosyal hakların işletilmesi gibi prensipleri daha geçen yüzyılın başında hayata sokabildi… Peki insanlar akıllarıyla bu hakları öğrenene kadar ki, dinlerin hükümlerinin onlara yardımcı olmadığını kimse söylemesin, sahipsizce, zulümler ve karanlıklar içinde kalmayacaklar mıydı? Dinler, bugün evrensel etik kuralları olarak anılan bütün kuralları işleterek binlerce yıl boyuna toplumsal nizamı tesis etmeseydiler, insanlığın hâli nice olacaktı?

İlk emri “oku”, ikinci emri “yaz” olan bir kutsal kitabı okuma yazma bilmeyen ve belki de okumaktan yazmaktan sıkılan bir kavmin kendi birikimiyle oluşturduğunu iddia etmek, Yaratıcı’nın insanlık için en önemli bu konularda dahi bir ifadede bulunamayacağını iddia etmek değil midir? Kutsal kitapların adalet içerikli bütün bu emirlerine uyan insanların dönemlerinin de en zengin, en güçlü ve en müreffeh toplumlarını oluşturdukları da bilinen bir gerçektir… Endülüs devleti göz önündedir, İncil’in ve Tevrat’ın tahrip edilmiş de olsalar, doğru tespitlerine yönelen Protestanların, Yahudilerin bilhassa bilimsel düşüncedeki zenginlikleri ortadadır. Kur’an’ı okuyup öğrenen ilk Arapların sadece bu bilgiyle bütün dünyayı dolaştıkları, pek çok konuda ilkleri hayata soktukları (sabun, diş fırçalama...) , çok kısa bir süre içinde Kıbrıs, İstanbul, İspanya kıyılarına adıma attıkları, pek çok felsefi metni çevirdikleri, dönemlerinin en büyük ilmi merkezlerini oluşturdukları da ortada değil midir?

Kutsal kitapları ve özellikle Kur’an-ı Kerim’i suçluları cezalandırma yöntemleri konusunda eleştirenler, aslında toplumda suçun önlenmesiyle bütün toplumun güven, refah ve huzur içinde yüzlerce yıl yaşayabileceğini de göz ardı ediyorlar. Ona bakılırsa, bir insanı ömür boyu dört duvar arasına tıkıp onu bir hayvan gibi hapsetmek de, adil değildir ama bu adalet izafidir… Eğer bu insan, küçük bir çocuğa tecavüz etmiş ve sonra da onu öldürmüşse, onun idamı bile toplumun vicdanını rahatlatmaya yetmeyebilir. Kur’an, bütün ceza tavsiyeleriyle aslında şunu söylemektedir, bazı suçlar bütün toplumu ilgilendirmeleri ve bir virüs gibi yayılabilmeleri cihetiyle caydırıcı bir şekilde cezalandırılmalıdır… Bunun yöntemi ve şekli elbette dönemlere ve devletlere göre değişecektir ancak bir şey değişmeyecektir. O büyük suç caydırıcı bir şekilde cezalandırılmalıdır. Kaldı ki günümüz bazı geri kalmış toplumlarında uygulanan ve Kur’an’ın ruhuyla uyuşmayan Recm gibi cezaları da kimse Kur’an-ı Kerim’e mal etmeye kalkmamalıdır. Kur’an, bütün ceza tavsiyelerinin yanında tevbe şartını koymaktadır… Tevbe edenlerin yani yaptıklarına karşı pişman olanların, bu pişmanlığı gerçekten ortaya koyanların afvedileceğinden bahsetmektedir. Birisinin zina ettiğini ispat edebilmek için bu zinayı gözleriyle bizzat görmüş 4 şahit bulunması gerekmektedir mesela. Bu ayetlerde açıkça görülmektedir. Günümüzde hangi hukuk sistemi bu merhamete erişebilmiştir ki? Hz. Muhammed bile bütün uygulamalarında cezayı en son çare olarak düşünmüş, kendilerini öldürmek için yalın kılıç çarpışan düşmanlarının esirlerini bile “okuma yazma” öğretmeleri karşılığında salıvermiştir. Demek ki Yaratıcı’nın da isteği bu yöndedir. Kur’an’ın bu anlayışına göre baklava çalan çocuklar asla cezalandırılmazdı mesela. Çünkü açlardır ve devlet onları doyurmakla, herkesi kendilerine yetecek bir maaşla çalıştırmakla, onların barınma ihtiyaçlarını temin etmekle yükümlüdür. (Muhacirler Medine’deki Ensar’ın yanına her birine bir iş, bir ev hatta bir eş verilmesi sağlandıktan sonra göçmüşlerdir) Kur’an-ı Kerim’deki mesela hırsızlıkla ilgili hükümler, her türlü sosyal hakların gözetildiği ve kimsenin hiçbir şeye muhtaç olmadığı bir devlet oluşmadan uygulanamaz. O zaman zulüm olur… Nasıl ki, tutulamayan Orucun, kılınamayan namazın kefareti mümkünse, bunun gibi de bu hükümlerin ille de harfiyen uygulanması gibi bir durum söz konusu değildir… Bu durumda şartlar ve dönemin anlayışı tavsiye edilen cezayı uygun bulmuyorsa, bunun yerine benzer caydırıcılıkta dönemin şartlarına uygun başka bir ceza ortaya konur… Burada Yaratıcı’nın isteğinin özü iyi anlaşılmalıdır… Yaratıcı o suçun caydırılmasını istemektedir ve buna karşılık ölüm cezası da vermemektedir. Bu suçu cezalandırmayın da diyebilirdi ama bu yapılan bir suç olduğunu ve bunun caydırıcı bir şekilde cezalandırılması istenmektedir. O halde caydırıcı ceza yasalarıyla hırsızlık da önlenebilir, diğer bütün suçlar ve hak ihlalleri de…Öncelikli olansa eğitimdir. Zira Kur’an “oku” diye başlar ve hiçbir ceza ayeti yer almaz başlangıçta. Güzel bir ahlaki eğitim veremediğiniz insanları da elbette cezalandıramazsınız. Çünkü onun yapacaklarından siz sorumlusunuz devlet olarak… Kur’an’ın tamamıyla kıyaslandığında ceza ile ilgili ayetler binde bir bile değildir. Daha çok ahlaki olgunluğu, inancın gücünü arttırmaya dönük ayetler vardır orada.

Asıl şaşırtıcı olansa, çölün ortasında daha önce hiçbir devlet, yasa, hukuk tecrübesine sahip olmayan ve de kitabi birikimi olmayan bedeviler içinde halen insanlığın zihnini dünya ölçeğinde meşgul eden böyle adaletli ve yeni hükümlerin ortaya çıkmış olmasıdır. Kızların diri diri gömülmesinin yasaklanması, onların da mirastan pay almaları ve eğitilmeleri konusunda hassasiyet gösterilmesi, ilmin, düşünmenin öneminin vurgulanması, kuşların, gezegenlerin, gemilerin hareketlerine dikkat çekilmesi, kölelerin azad edilmesinin istenmesi, insanın doğumunun aynen anlatılması, yepyeni sosyal ölçülerin ortaya konması (evlatlık çocuğunun anne babasına nisbet edilmesi gerektiği gibi), diş fırçalamanın tavsiye edilmesi, günde beş defa el, yüz, kol ve bacakların, haftada bir kere de bütün vücudun yıkanmasının istenmesi, temizliğe azami önem verilmesi, pis su temiz su ayrımın yapılması, leş, kan gibi sağlığa aykırı maddelerin yenmesinin yasaklanması, alkolün yasaklanması, geçmiştekilere göre ilerici ve mükemmel bir miras hukukunun bütün matematiksel ayrıntılarıyla tespit edilmesi (hatta bu miras hukukunda ölen kişinin annesine bile altıda bir verileceği ayetle ifade edilir), savaşta kimlere dokunulmaması gerektiğinin belirlenmesi, aman dileyene, düşmana ve esirlere zulüm edilmemesi (Mesela bir Müslüman atom bombası atamaz, intihar saldırısında bulunamaz), farklı din ve inançtakilerle (Ehl-i kitapla) birlikte yaşanabileceğinin deklare edilmesi, faizin yasaklanması (faizle enflasyon arasındaki ilişkiyi ekonomistler bilir) Medine sözleşmesinin (ilk anayasa) vahiy ışığında oluşturulması, dünyadaki bütün stratejik noktaların hedef gösterilmesi (İstanbul, Kıbrıs gibi), sağlıkla ilgili olumlu hükümlerin getirilmesi (oturarak yem içme, karantina uygulaması, acıkmadan yememe doymadan kalkma gibi), komşu haklarının abartılı bir şekilde önemsenmesi (Muhacir-Ensar kardeşliği), okumanın yazmanın, ilim öğrenmenin özendirilmesi gibi binlerce yenilik, bu yeniliklere oldukça yabancı olan bir toplumun bireyleri tarafından içselleştirilmiş ve başarılı bir şekilde yaşama sokulmuştur. Bu dönemde dünyanın diğer bölgelerinde ise Orta Çağ karanlıklarına doğru yol alınıyordu. Kur’an bu gidişatı ya da bu durumu da ortadan kaldırmak için bütün dünyaya önerilerde bulunmuştu… “Birbirinizi Rabler olarak kabul etmeyin” demişti mesela… Kilise’yi bir zulüm makinesine dönüştüren işte bu emre uyulmamasıydı. Dolayısıyla Hıristiyanların vahiyden uzaklaşmış olmasıydı. Daha yeni yeni Hıristiyanlık dünyasında taşlar yerine oturmakta ve Kur’an-ı Kerim’in bozulmuş Hıristiyanlığı aslına döndürmek amacıyla kendilerine de hitap edene İlahi bir hitap olduğunu düşünenlerin sayısı çoğalmaktadır. Çocukların günahsız olduğu kabul edilmektedir yavaş yavaş.. Katolik papazları eğer evlenebilmiş olsaydılar mesela, çocuk tacizleri gibi durumlara düşmeyecekleri oldukça açıktı. İşte Katoliklik bu konuda da bir çıkış arayışı içindedir bugün… Halbuki Hz. Muhammed kendisine gelen vahyin bütün insanlığa bir uyarı olduğunu o dönemin bütün büyük devletlerine gönderdiği mektuplarıyla ortaya koymuştu. Bu da vahyin apayrı bir deliliydi aslında. Arıya, kuşa, kediye ne yapması gerektiğini içgüdüsel olarak ilham eden Allah, insanla da iletişime geçerek onlardan ne istediğini söylemiştir böylelikle…


Protestanlığın kurucusu Luther, kiliselerdeki heykelleri ve resimleri temizlerken vahyin kaynağına yöneldiğini iddia ediyordu. Ancak teslisi ortadan kaldıracak gücü-cesareti kendisinde bulamadı ve oraya kadar gidebildi… Kur’an’ın kaynağına yönelen samimi dindarların –Selefiyye, Hanefilik, Mutezile vd.- hangi mezhepten olurlarsa olsunlar, şirkten uzak kalmak, Yaratıcı’nın Varlığını en layıkıyla Birlemek için hurafelere, akıl dışılıklara, efsanelere, uydurmalara, Putperestlik kalıntısı bütün yaşantılara nasıl savaş açtıklarını bilmeyen mi vardır? Bugün Arabistan’da bu Tevhid anlayışının en koyu şekli, Kur’an’ın emirlerine uyduklarını iddia edenler tarafından abartılı ya da değil uygulanmıyor mu? Ağaçlara çaput bağlamayı, diğer uğursuzluk inanışlarını Kur’an mı emrediyor yoksa bütün bu hurafe inanışlar vahiy öncesi dönemlerin kalıntıları mı?

Sonuç olarak Yaratıcıyla iletişimsiz bir Deizm’in insanlık için Putperestlikten öte bir anlamı olmayacaktır… Hiçbir şeye karışmayan, tamamen sessiz, duymayan, görmeyen, atomlardan ve hücrelerden başka bir şey düşünmeyen, insanlarla hiçbir alakası olmayan, gerektiğinde kendisine yalvaramayacağımız, bizden ne istediğini ve kâinatı neden yarattığını sır gibi sakladığından dolayı bunların cevaplarını asla bilemeyeceğimiz, her şeyi kendi haline bırakmış bir Tanrı… Bu Tanrı’nın adı olsa olsa Put Tanrı olur… Hatta bu Tanrı zalimleri cezalandıramayacak kadar aciz, mazlumları mükafatlandırmayacak, onları çektikleri acılarla bırakacak kadar zalim bir Tanrı. Ahura Mazda inanışındaki gibi sadece iyilikleri yapıyor. Halbuki kainatın var oluş hikayesi bir koca patlamayla başlar ve bugün biz patlama deyince hiç de olumlu duygular içine girmeyiz. Depremlerde bir sürü insan ölür ama bütün depremler Yaratıcı’nın yaratma sürecinin devam edegelen icraatlarıdır… Yani depremler olmadan, volkanlar patlamadan dünya bu şekliyle oluşabilecek miydi? Şimdi O Yaratıcı kendi icraatlarını yaptığı sırada ölen insanlar hiç ilgilenmeyecek ve onların ruhlarını bir mükafat alemine almayacak mıdır? Deistler böyle bir Tanrı’nın merhametli ve iyilik dolu bir Tanrı olduğunu nasıl iddia edebilirler ki? Genetik olarak her şeyimiz tam dünyaya geldik diyelim ama insanların hatası sonucu atılan bir atom bombası ile tam bir mutasyona uğradık… Her şeyi yaratan Yaratıcı bu Süper Devleti yöneterek bu karara imza atanları dünyadayken de cezalandırmadı… O mutasyona uğramış adam da acılar içinde birkaç yıl sonra öldü… Ne oldu şimdi? Nerede Deistlerin merhametli ve adaletli Tanrısı? Bütün bu alemi yaratabilecek ama yapılanların karşılığını gördüğü bir sonsuz alemi oluşturamayacak… Bütün eksikliklerin tamamlandığı, mükemmelleştiği bir sonsuz alemi olmayacak… Yarattıklarına o kadar değer vermiyor ki, bir anda onları yok edecek, yokluk karanlıklarına gömecek… Halbuki bir Yaratıcı varsa ve o Sonsuzsa, onun haricinde yokluk denen bir boşluğun kalmayacağı da aşikar değil midir? Bütün var edilenler, onun Sonsuzluğu dışında hangi bir alanı bulup oraya gidebileceklerdir… O Sonsuzsa elbette yok olmak denen de bir şey olmayacaktır… Çünkü Sonsuzluk Sonsuzluktur onun zıddı olamaz. Sonsuz hangi sayıyla çapılsa, bölünse, toplansa ya da çıkarılsa da sonuç yine Sonsuzdur… O Sonsuzun varlığını kabul edenlerin, ruhlarının yok olacağını, bir ceza ve ödül yerinin olmayacağını savunmaları da saçma olacaktır… Çünkü her şey O’nun Sonsuzluğundadır ve Sonsuzluğuna gitmektedir. Sonsuzun bir şey kaybetmesi ise imkansızdır… Yaratıcının, kendisinin varlığını anlamayı sadece akılların dürbünlerine bırakmasıbüyük zalimlik olmayacak mıydı? Asıl Putperestlik zihniyeti, vahiyden kendisini soyutlamış, akıllarıyla her türlü meseleyi hallettiklerine inanan toplumlarda kendisini göstermemiş midir? Yunanlar, İslam öncesi Araplar, Hz. Musa’ya gelen vahyi terk edip buzağıya tapan İbraniler, kendilerine gelen vahyi bırakıp Papaların sözüne uyan Hıristiyanlar, başlangıçta bir olan Yaratıcı’nın varlığını haykıran Vahiylerinden uzaklaşan Hind dinlerinin mensupları, Şintoistler, Budistler ve diğer bütün diğer din mensupları, vahye yakınlaştıklarında Allah’a, vahyi bırakıp başka hurafe sözlerle; kendi ürettikleri efsanelerle avunduklarında Putperestliğe hatta Ateizm’e yaklaşmamışlar mıdır?

Deizm akımının etkisi içine girmiş dostlarımız, inandıkları o Put gibi sessiz ve hareketesiz olan vehmi Tanrı’yı, kendi inanç isteklerinin tatmini adına sadece inanılacak bir Put gibi görmüyorlarsa, O’nun insanlarla iletişim kurarak isteklerde bulunabileceğine de inanmalı ve de dinlerle barışmalılar… Yoksa bir Sonsuz Hayat diliminde, inandıklarını iddia ettikleri vehmi Tanrıları uçar gider, gerçek olanla, Sonsuz olan Allah, Yahve, Elohe; hangi adla adlandırırsak adlandıralım bütün Sonsuz Özellikleri ile Tek olan Gerçek İlah’la baş başa kalıverirler… Ha ben yanılıyorsam, Hz. Ali’nin dediği gibi “kaybedeceğim hiçbir şey yok!”




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın dinler, İnançlar ve ateizm kümesinde bulunan diğer yazıları...
Nötrinonun Hızı ve Evrim Taassubu
Rahibelere Hakareti Kınıyorum

Yazarın eleştiri ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
İsmail Yk'dan Bombabomba. Com
Metal Fırtına'da Anlatım Bozuklukları
Ana - Erkil Bir Medeniyetten Ata - Erkil Bir Zorbalığa
İhanet Çamuruna Düşmüş Altın Kavramlarımız
Dücane Cündioğlu'nun Cenab-ı Aşkı
Müstehcen Sanatla İmtihanımız
Islam Gehört Zu Deutschland (İslam Almanya'ya Aittir)
Harry Potter İngiliz Ajanı mı?
Welcome Obama
Avrupa Birliği Çöküyor Mu?

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Sen Var Ya Sen! [Şiir]
Çakkıdı Çakkıdı [Şiir]
Bâlibilen Dilinde Şiir [Şiir]
Üç Boyutlu Şiir [Şiir]
Miraciye [Şiir]
Sağanak Sen Yağıyor [Şiir]
Bülbüller Şehri İstanbul [Şiir]
Türkçe Hamile Beyanlara [Şiir]
Burası Sessiz Biraz [Şiir]
New Orleans'lı Siyahi Kirpiklerin [Şiir]


Oğuz Düzgün kimdir?

Yazar edebiyatın her alanında çalışmalar yapıyor.

Etkilendiği Yazarlar:
Bütün yazarlardan az çok etkilendi. Zaten insanoğlunun özelliği değil midir iletişimde bulunduğu varlıklardan etkilenmek?


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Oğuz Düzgün, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.