Bilen sever. -Leonardo da Vinci |
|
||||||||||
|
Tüm insanlar ortak bir geçmişin çocuğu mu, yoksa her milletin ayrı bir Adem ve Havva’sı mı var. Ayrı Adem ve Havva’lar yok. Bugün bilimin ulaştığı düzey, insanların ortak kökten gelmesinden öte, tüm canlıların ortak bir geçmişe sahip olduğu yönünde.Ulaşılan canlılığa ilişkin yapı taşları hep aynı. Ben bambaşka bir şeyim. Farklı maddelerden yapıldım, başka bir uzaydan geldim diyecek bir babayiğit yok. Daha doğrusu böyle bir yiğitliğin anlamı yok. Sonuçta periyodik cetvelde sıralanmış maddelerden, biraz daha ileri gidersek enerjiden başka bir şey değiliz. sen bir madde yığınısın demir kalsiyum azot oksijen vs. ben bir madde yığınıyım senin gibi bu ne biçim komedi aşktan söz ediyorsun. Başka bir bilgi veya öneri var mı... Bazı arkadaşlarımız, kendilerini şekil almış enerji yumağı olarak görmekte. Sanırım gerçek olan da bu. Canlının yapı taşlarını, canlılığa ilişkin şifreleri, genleri vs. değerlendirmek, araştırmak durumundayız. Bir örümcek ile insan arasındaki yapısal benzerlikler ve ayrılıkları tartışmak durumundayız. Çizmeyi aşmak gibi bir gayretim olmayacaktır. Doğanın bir parçası olan insanın, doğanın diğer parçaları ile ilgisi tartışılmalıdır. İş bu boyutta iken, insanlar arasındaki ayrımcılık nerden geliyor. İnsanları ayırmakta kullanılan ölçü, renkler mi, diller mi, kültürler mi yoksa ülke sınırları mı. Henüz ünlü falan olmayan bir şiire göre “aslında ülke sınırları yapaydır, kuşlar sınır tanımaz” AVRUPALILAR KAYSERİ KÖKENLİ Mİ Zor bir soru, ancak bir gün sorulması gerekiyordu. Gerçekten ulusal kültürümüzün devleri arasında yer alan, Kayseri’linin eşeği boyayıp babasına satması fıkrası, Avrupalı tarafından aynen yaşatılmaktadır. Avrupalı kardeşlerimizin gururla sahip çıktığı Roma Hukuku İstanbul’da yazılmıştır. Buna tamamıyla yerli hukuktur diyebiliriz. Ama biz okulda bunu böyle öğrenmedik. Belki de bu noktaya hiç değinilmedi. Ön yargılı olarak Roma Hukuku’nu Roma’da aradık. Oysa yanıbaşımızda... Marmara Hukuk Fakültesinde bir hocanın, İstinianus’un heykelinin İstanbul’a dikildiği zaman gelişme sağlamış olacağımızdan veya benzer bir şeylerden söz etmiş. Tales de Türkiyeli değil mi... ve daha niceleri. Bu uygarlık bizim olduğuna göre, sahip çıkmamız gerekmez mi. Gerekir. Anadolu uygarlığının sahibi kim diye tartışmıştım. Aynı şeyleri yeniden yazmayacağım. Merak eden sayfaları çevirsin lütfen. Roma deyince insanın aklına Roma geliyor, İtalya geliyor. Bu noktayı biraz dondurup, Dünyanın ilk yazılı kanunları olarak bilinen Hamurabi Kanunları’na gelelim. Hamurabi, Babil Kralı. Bugünkü Bağdat civarında merkezi olan bir uygarlık. Bağdat bilindiği gibi, bombalanmaya çalışılan bir tarih.(bir haftadır Bağdat bombalanıyor. İnsanlar vahşi bir şekilde öldürülüyor. Saldırganların tek gerekçesi propaganda.. Sözde Irak’a özgürlük için bomba yağdırıyorlar. Tüm insanlar yok yere öldürülüyor. Dünyanın sözde medeni insanları da bu katliamı izlemekle yetiniyor. (27 Mart 2003) Sonra gelelim ilk yazılı antlaşmaya. Bildiğimiz kadarıyla, Kadeş antlaşması... Mısır devleti ile Hititler arasında, Kadeş’te imzalanmış. Kadeş neresi mi... Bugünkü Suriye sınırları içerisinde bir yer, bir antik şehir.Kadeş Antlaşmasının ve Kadeş savaşının tarihini, coğrafyasını merak eden değerle kardeşlerime, üşenmeden bir ansiklopediye sarılmalarını öneriyorum. Yolunuz Çorum’a düşerse, benim yapamadığımı yapın ve Çorum Müzesinde bulunan Kadeş Antlaşması’nın orijinal metnini görün. Biraz Suriye ve biraz da M.Ö 1200 yıllarında gezinin lütfen... Hititleri ve Mısırlıları yakınınızda hissedin. Bu arada, yazı, teknoloji, kağıt-kalem konularında ister istemez cimnastik yaptırın beyninize. Şimdiki zamanda, gelişmiş ülke kabul edilen ülkelerin insanlarına özenen, onlara benzemeye çalışan insanlara, küçük bir sorum var. 100 yıl önce, 500 yıl önce, 1000 yıl önce, 2500 yıl önce, kim kime benzemeye çalışıyordu acaba. Bir düşünün. Sonuç olarak değişen bir şey yok. KANUNİ VE ROMA HUKUKU İLİŞKİSİ Mekan aynı. İnsanlar da çoğunlukla aynı. Zaman ise birbirini takip ediyor. Kanunnameler, Roma Hukukunun yeni bir versiyonu olmalı ? Sizce Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u aldığında, orada yaşayan insanları yok etme girişiminde bulundu mu. Oradaki insanları öldürdü mü... Yoksa, yalnızca devlet yönetimini mi değiştirdi. İstanbul’un geçmişi incelendiğinde, Fatih Sultan Mehmet’ten önce de, yönetimlerin değiştiği görülecektir. İstanbul’un fethinden önceki tarihlerde, orayı savunmak için asker göndermiş olabilir miyiz... İlgili arkadaşlar yanıtlasın lütfen. Bir düşünün... 2. Dünya Savaşında, Almanya Fransa’yı işgal etti. Fransızlar yok mu oldu. Eğer bu işkal hiç sona ermese, Fransız halkı tarihe mi karışacaktı. Yoksa yalnızca yönetim mi değişecekti. İstanbul’a gelelim. Bizans yönetimi yıkıldı. Ancak, o ülkenin insanları yok olmadı. O insanların genleri halen mevcut ve devam ediyorlar, edecekler. Ülke yönetimi değişti. Dini eğilimler kısmen değişti. Kimsenin dini veya ibadet yeri yok edilmedi. Bizim müslümanlarımız gibi, hıristiyanlarımız, yahudilerimiz var. O zaman vardı, şimdi de var. Peki insanlar din değiştirerek, genetik bir değişmeye de uğruyor mu. Beş dakika gülme molası veriyoruz. Gülündü. Peki toplumsal yaşam ve hukuk ne oranda değişti dersiniz. İnsanlar alıştıkları yaşam tarzını ne kadar değiştirdiler. Roma hukukunu kaleme alan, yazan ve çizen bir uygarlık, yönetimin değişmesi ile, bildiklerini, yaşam tarzını, adalet anlayışını unuttu mu. Bu sizce mümkün mü. Bizans dediğimiz ülke, Doğu Roma dediğimiz ülke, bugünkü Türkiye, Balkanlar, Ortadoğu, Mısır vs. sınırları ile ya da Osmanlı sınırları ile çakışmıyor mu... Biraz geriye gidip, Hitit, Luvi, oradan ileri gelip, Lidya, Firigya, Urartu vs. uygarlıklara ulaşalım. O insanlar, şu anda benim yazı yazdığım yer civarında yaşayan tarih öncesi insanlar ve devamı ne oldu... Hiçbir şey olmadı. Yönetimler değişti, uygarlıklar değişti ve gelişti, diller gelişti ve değişti. İnsanlar aynı insanlar... Kanunnameler ile Roma Hukuku’nu karşılaştırmalıyım. Aynı yerde yazıldılar ve coğrafi zemin çakıştığı gibi, o kanunları hazırlayan insanların soy bağının da çakıştığı düşünüyorum. Roma Hukukunu yazan insanların, geliştiren insanların, kanunnameleri yazan insanlardan farkı ne... Din dışında bir fark var mı. Hamurabi kanunları, hangi dinin ürünü idi. Kadeş antlaşmasında, dinin rolü var mı. Yavaş yavaş Ermeni olaylarına geleceğim. Ermeni yurttaşımın, benden dini dışında bir farkı var mı. Yok be kardeşim. Fark diye bir şey yok. Çıkarcı toplumların, çıkarcı insanların kışkırtması dışında, benim Türkiye’li kimden farkım var. Peki Dünyalı kimden farkım var. Veya kimin kimden ne farkı var. Bir fark yok da, biryerlerde bazı sorunlar görünüyor. İşte o noktaya gelelim.İnsanlar arasındaki eşitsizliğin kökeninde genler yok. Diller, dinler, kültürler yok. Eşitsizliğin kökeni hayvani duygulardan, ilkellikten kaynaklanmaktadır. Gerçek, işinize gelen ve gücünüzün yettiği şey kimliğindedir. Gerçek diye inandığımız şeylerin çoğu başkalarının söylediği yalanlardır. Demek ki işimize geliyorsa, başkalarının yalanlarına kolayca inanırız. Başkaları , bir şekilde sizden güçlü ise, kendi işine gelen saçmalıkları size dikte eder. Sonra propaganda mantığına uygun olarak, çamur at izi kalsın mantığına uygun olarak, yavaş yavaş, yalan söyleyenler de, dinleyenler de, söylenenlere inanmaya başlar. Gerçeğin araştırılması için, bir çok açıdan güçlü olmanız gerek. Kendiniz bilimsel araştırma yapabilecek ve propagandaya karşı koyabilecek durumda olmalısınız. Ekonomik gücünüz olmalı. Eğitim ve kültür konusunda gerektiği düzeyde olmanız gerekir. Yine eşitsizliğin kökenini unutmayacağız. Her şeyde, hepimizin biraz payı var. Tüm adilikleri insanlar yarattı. A kıtası B kıtası C ülkesi değil, tüm insanlar. Aslında hepimiz aynı bütünün parçasıyız. Ancak işimize gelmediği için, buna bile inanmak istemiyoruz. Eğer benim ülkemde bir sorun varsa, bu herkesin sorunu. Eğer komşu ülkede bir sorun varsa, bu herkesin olduğu gibi, benim sorunum. Kendimizi savunmak güdüsü ile, haksızlıklara karşı seyirci olup, susuyoruz. Canlılığımızı korumak için, gereken tüm davranışları yapıyoruz. Aslında haksızlığa uğrayan başkaları da biziz. KAVAK DALLARI VE BİZ Ayvacık’ta araştırmacı gazetecilik yaptığım, yani bitkiler konusunda araştırma yaptığım bir dönemde, kavak ağacının, çelik ile çoğaltıldığını öğrendim. Geçip bir kanada kavağının karşısına, senden ne kadar çelik çıkar diye hayran hayran bakıyorsunuz. Çelik dediğimiz kurşun kalem büyüklüğünde bir dal parçası. Onlarca, yüzlerce, belki de binlerce. Bir kavak ağacından yüz tane kavak fidanı yetiştirdik. Peki, yetişen kavaklar birbirinin aynı mı. Büyük kavak ile aynı mı. Ya da hangisi büyük kavak, hangisi değil. Değil yok. Aynı bütünü parçalara ayırıyorsunuz. Ama bir canlılığa son vermiyorsunuz. Yoktan bir canlı da meydana gelmiş değil. Okaliptüslerin o küçücük tohumlarının çimlendirildiğinde, çok hızlı bir şekilde yüzlerce, binlerce fidana ulaşıyorsunuz. Tohumlar ana gövdenin ne kadar parçası, bunu merak edebilirsiniz. Dut meyvelerinin içinde pek çok tohum olduğunu biliyor musunuz. Bir tane duta uygun ortam sağlarsanız, aynı yıl içinde birçok fidanınız olabilir. Bir incir meyvesinin içinde kaç tane çekirdek olabilir. Oturup hesaplayabilirim. Ancak şu anda bu bilginin bir pratik yararı yok. Yüzlerce fidan yetiştirmenize yetebilir. İnciri tohumdan çoğaltabileceğiniz gibi, çelik ile de yetiştirebilirsiniz. İncir bahçesi kurmak için istediğiniz kadar çelik bulabilirsiniz. Ama sevmeniz gerek, isteyerek yapmanız gerek.... Bir çuval cevize, kocaman bir ceviz ormanı gözü ile bakabilirsiniz. Bir avuç çam fıstığı içir de aynı şey. Bir adet incirin kocaman bir incirlik oluşturduğunu düşünün. Bir avuç dut koca bir orman olacak, küçücük tohumlar dev ağaçlara dönüşecek. Dev sekoyaların tohumları ne kadar dersiniz. Küçücük... Konuyu dağıtmayalım lütfen. Kavak dalları, ana kavak ile özdeş mi. Birbiriyle özdeş kabul ettiğimiz koca kavaklıklar. Binlerce kavak... Demek ki, tek parça halinde olmadan da bütün olunabiliyor. Burada azıcık durup, düşünelim. Ayrı ayrı görünen parçalar aslında tek bütünü temsil ediyor. Bir kavak dalından yetişen ikinci kavak öldüğünde, ana kavak veya onun diğer parçaları ölüyor mu. Hayır, ölmüyor. O halde yaşam devam ediyor. Tüm kavaklar yok olmadan, ana kavağın yok olduğunu, öldüğünü düşünemeyiz. İnsanlar için durum nasıl. Biz hangi ana parçanın devamıyız. Yukarıda sormuştuk, her ulusun ayrı bir Adem ve Havva’sı mı var. Hayır. Tüm insanlar, kavak örneğinde olduğu gibi, bir ana insanın devam eden parçaları. Aslında biz sevdiğimizle özdeşiz. Aslında biz insanlığı severken, kendimizi seviyoruz. Sevdiğimiz insanda kendimizi seviyoruz. Başka ülkelerde, başka sınırlar içinde yaşayan parçalarımız, aslında bizden farklı değil. Aslında biz onlarız, onlar biz. Peki diyeceksiniz, diller, renkler, kültürler vs. vs. Bunların bilimsel anlamda ciddi farklar olmadığını sanırım ilgili bilim insanları açıklayacak. Ciddi farktan öte, uygarlıkların kökünde tesadüflerin bulunduğunu göreceğiz. Düşünün, Mısır devletini kuran insanlar şimdi nerede. Hititler, Babiller, Asur’lar, Fenikeliler... nerden geldi, nereye gittiler. Hiçbir yere gitmediler. O uygarlıkları kuran insanlar, bizim parçalarımız. Biz onlarız. Bunu söylerken, zamansal uzaklığın, coğrafi uzaklığı ciddiye almayın. Bu arada bakterilerden söz ederken, bakteri kardeşlerimiz diyen bilim adamına sevgi ve saygılarımı gönderiyorum. Yine elektrik, elektronik, tıb vs. bilim alanlarında çalışmaları ile bugünkü modern yaşamı hazırlayan tüm insanlara sevgi ve saygılarımı yolluyorum. Ulaşım, inşaat teknolojisi, matematik, fen bilimleri ve düşünmeyi gerektiren her alanda çalışan tüm insanlara sonsuz teşekkürler. Onlar benim geçmişim ve yaşayan zamanım. Onlar benim parçalarım. Roma Hukuku Ne Kadar Türkiyeli Bazen, olmadık zamanlarda, olmadık şeyler düşünülür ya... Dik üçkende, dik kenarların karelerinin toplamı, hipotenüsün karesine eşittir. Acaba, dik üçkenin dik kenarları ve hipotenüsü çap kabul edilerek daireler çizilse, dik kenarların oluşturduğu dairelerin alanlarının toplamı, hipotenüsün oluşturduğu, yani çap olduğu dairenin alanına eşit midir. Olmadık bir yerde ve zamanda kafama takıldı. Çıkardım kalemi kağıdı, hesap yaptım. Sonucu merak eden, kalem ve kağıda sarılsın, mutlu olsun. Bilmenin ve öğrenmenin verdiği zevki yaşasın. İyi de bunun Roma Hukuku ile ve Türkiyeli olmak ile ne ilgisi var. Az sonra... Kitapçıya gidiyorum, Sergi Kitabevi’ne, bir dizi tarih kitapları alıyorum, sırf meraktan. Sonra Tübitak yayınlarından hangi kitapların olduğunu soruyorum. Arıyorum, başka kitapçıya gidiyorum. Fiziği severim, fen bilimleri idealimdi. Bu ilgi bir yerlere kaybolmadı. Hukukçu olmak eski sevgiliden vazgeçmek için bahane değil. Bahane de aramıyorum. Dün okuduğum bir eski mektup, beni çok güzel sorguluyordu. Halinden memnun musun, istediğin oldu mu... diyordu. Bunun diyen arkadaşım, fen bilimlerine ilgim olduğunu biliyordu... İyi de hukuk nerden çıktı. Burada susma hakkımı kullanmıştım. Ancak nerden çıktı bu hukuk sorusu yanıtlanmalı öncelikle. Sonra da başlıktaki soru .(Okul dışından lise bitirme sınavına girerken, lise biterse, kaç tane üniversite giriş sınavı sorusu yapabileceğimi hesapladım. Lehime olarak birkaç soruluk sapma oldu. Sınav hazırlıkları devam ederken, Tübitak’ın, üniversite sınavında Türkiye çapında 10.000 kişi arasına girip de fen (fizik, kimya biyoloji) alanlarında eğitim görmek isteyenlere burs vereceği, kitap yardımında bulunacağını öğrendim. Bu durum benim için çok tatlı bir teklifti. Ancak ilk 10.000 kişi arasına girme iddiası biraz abartılı mı olurdu. Gerçekten, liseyi bitirmem dahi tesadüflere dayalı iken, sınav aşamasına gelmek.bir tesadüfken ve lise 2 ve 3 ‘ü okumamışken, fazla hayalperest olmamalı idim. ÖSS sınav sonuçları gelip de, yüzdelik dilimde üstten % 1 arasına girdiğimi yani 2.200 kişi arasında olduğumu öğrenince, trenin kaçtığını görür gibi oldum. İkinci sınavdaki sıralamayı bilmiyorum. Ancak, bilim adamı adayı olma şansım vardı. Küçük bir güvensizlik ile bu dosya kapandı. Ancak , eğitim göreceğim her alanda, samimi olarak çalışmak ve başarılı olmak gibi hedeflerim vardı. Mevcut sınav sistemini çözmeye çalışmak ve kendimi avutmak dışında, hukukla ilgili bir çalışmam olamadı. Not ortalamam 70 olup da asistanlık sınavına girersem, belki hukuk eğitiminde aşama kaydederdim. Doktor, doçent vs. olma şansım olabilirdi. Bu notların ve şartların uygulamada pratik bir değerinin olmadığını biliyorum. Fakülltenin sona ermesine yakın yazdığım şiir, beni özetlemeye yetti belki de. “Lanet olası öğrencilik sona ererken, yorgun yüzücünün son kulaçlarını atıyor, sahile doğru”. Ne bilimi, ne bilim adamlığı. Biz ayakta kalmaya çalışıyoruz yalnızca. Şimdi başlıktaki soruyu yanıtlıyorum. Roma Hukuku % 100 Türkiyeli... Roma İmparatorluğu, Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılıyor. Doğu Roma İmparatorluğu, yani bizim bildiğimiz Bizans İmparatorluğunun merkezi İstanbul. Bunu yazarken, Sultanahmet Meydanında geziniyor, Dikilitaşları inceliyorum. Anıtların dikiliş tarihleri yazılı. Biraz nostalji takılıp, İ.S. 200-300’lü yıllara gidiyorum. Roma Hukuku, milattan sonra 527-565 yılları arasında hüküm süren Doğu Roma İmparatoru İustinianus’un dünya tarihi çapında, önemli olan büyük bir kanunlaştırma eseriyle, Corpus İuris Civilis ile, yazılı olarak saptanmıştır. Bu soruyu bu denli kısa olarak yanıtladıktan sonra, tarihçilere soruyorum, nerde bu Romalılar... Dünyanın en büyük uygarlıklarının kurulduğu bu topraklar (Hititler, Lidyalılar ...) dahil, bugün olması gereken yerde mi. Türkiye, tarihi zenginlik ve doğal güzellikleri nedeniyle bir açık hava müzesi konumundadır. Ancak bakımsız bir müze ... Şu anda bu yazıyı kaleme aldığım yer İzmir ili, Bayındır ilçesi. Efes Antik kenti, yarım saat-45 dakika kadar uzağımızda. Torbalı’da ortaya çıkarılan antik kent de öyle. Torbalı ile Kemalpaşa arasındaki yolda Hitit kaya resimleri var. Bulunduğum yerden yarım saat uzaklıkta. Karabel Kabartması’nın, antik Kıral Yolu üzerinde, yol ve yön işaret etmek için yapıldığını sanıyorum. Yine adı geçen yolun, ovayı değil, dağları aşmak ve sonrasında ovadan geçmek sureti ile iki uygarlığı birbirine bağladığını sanıyorum. O dönemdeki ulaşım araçları, doğa şartları ve güvenlik birlikte değerlendirildiğinde, dağlar üzerinden aşılmasının, Ödemiş Dağlarından, Bayındır Dağlarına ve oradan Karabel’e ulaşılması ve yola devam edilmesi gibi bir düşünceye neden oluyor. Küçükmenderes Ovası, pek çok uygarlığı bağrında saklıyor. Efes ile Sard arasındaki Kral Yolu Bayındır’a teğet geçiyor.. Dağlarımızda bile eski uygarlıkların kalıntıları duruyor, dimdik ayakta. Sanıyorum ki, Havuzbaşı-Çiftçigediği,Arıkbaşı-Çırpı, Hasköy, Yeniçiftlik bölgelerinde kayda değer miktarda tarihi kalıntı, yer üstüne çıkmayı bekliyor. Çiftçigediği ve Kızılcaova Köylerindeki Örentepe kazılması gereken bir yer. Torbalı’da bulunan antik kentin benzerinin olduğu kanısındayım. Bir gün dilerim kazı yapılır. Aslanlar köyünün adının nerden geldiğini haklı olarak merak ediyorum. Bu aslanın, Hititlerle bir ilgisi mi var? Yukarıda söylediğimi yineliyorum. Roma Hukukunu kaleme alan insanlar bu toprakların insanları. Bir rastlantı mı acaba; tarihte ilk yazılı antlaşma da bu topraklarda yapılmıştı. Bilinen en eski yazılı kanunlar da galiba Hamurabi Kanunları. Tam anlamı ile yerli üretim. Bu topraklar derken, Doğu Roma İmparatorluğu sınırlarını, Osmanlı sınırlarını kastediyorum. Babil, yani Hamurabi’nin kral olduğu kent bugünkü Bağdat civarında. Yine ilk yazılı antlaşma olan Kadeş antlaşması Hititler ile Mısır arasında, bugünkü Suriye sınırları içinde kalan Kadeş’te yapılmıştır. Çevirisi elimde olmasa da, Hitit Yasalarının varlığını biliyoruz. Yine elimde, Sumer, Babil ve Asur Kanunları metinleri var Hamurabi Kanunları var.. Bu topraklar pek çok uygarlığın kurulduğu yer. Açık hava müzesi... Sahip çıkmalı ve değerlendirmeliyiz. Bitki örtüsünü de canlandırmak elimizde... SAVAŞLAR Dinler savaşı olmuştur, ancak genler savaşı olmamıştır.(29.8.2002) Üzerinde çalışmam gereken soru , insanların canlılar arasındaki yerini işaretlemek. Uzmanları bu konuyu oldukça net bir hale getirmiştir. Bize kalan felsefi boyutta olayı tartışmak. İkinci masum soru, canlılar arasındaki yerini işaretleyen insanın, kendi içindeki yeri. İnsanlar kendi içinde, şu veya bu gruba ayrılacak mı. Bu anlamda, genetik bir sınıflama yapılabilecek mi. Daha basit anlatımla, genetik boyutta, millet, milliyet, din, kültür vs. ayrımı yapılabilecek mi. Pek basit olmadı sanırım. Biraz geçmişe gidip Bayındır çevresindeki tarihi kalıntılar üzerine kafa yoralım. 2000 yıl önce buralarda yaşayan insanlar, ne müslümandı, ne de hıristiyan. Dinlerini bilmiyoruz. Ancak, insan olduklarını biliyoruz. O tarihlerde yaşayan bir insan, bugüne ışınlansa (bilim kurgu) o insanlarla kan alışverişi, organ nakli gibi gelişmiş tıbbın faaliyetleri gerçekleşebilirdi. Farklı bir kan grubu olmayacağı gibi, farklı bir doku veya organ da olmayacaktır. Aramızdaki fark zamana ilişkindir. O dönemde yaşayan insanların genleri, bugün de yaşamaktadır. Belki bu yazıyı yazan gen kardeşiniz veya onun bir şekilde akrabaları 2000 yıl önceki atalarımızın yaşam savaşını sürdürüyor. Hiçbir ulusun veya kültürün genetik bir tanımlaması yoktur. Bu A milletinin geni, bu B milletinin geni diyecek ne teknoloji var, ne de bu düşüncenin bir anlamı... Bu şu demek, tüm kaliteli , güzel insanlarla birlikte, iti uğursuzu, ne varsa insanlıktan yana, hepsi bizim geçmişimiz, şimdiki zamanımız ve geleceğimiz. Amerika Birleşik Devletleri, ne olursa olsun Irak ile savaşmayı planlıyor gibi. Bahanelerin tamamı bahane. Maksat petrol kuyuları... Gerçekten, insan yaşamının bazen petrol kuyuları kadar bile önemli olabileceği söylenmektedir. Dedik ya.. bazen ve belki. Savaş çıkarsa, ki buna savaş denmez, saldırı denir, 500 bin insanın ölmesinden söz ediliyor. İyimser bir tahmin belki de. Gökte uçan canavarlar, taş ve ateş yağdıracak Babil üstüne. Hamurabi, mezarında rahat uyuyamayacak. Sayın savaş çıkarmak için çırpınan insanlar, cepheye gidecek çocuklar sizin çocuklarınız olsa idi, üzerine bomba yağdırılacak çocuklar sizin çocuklarınız olsa idi, her an ölüm endişesi ile yaşayan insanlar, eşiniz dostunuz, sizin çocuğunuz, kardeşiniz veya siz olsaydınız, yine böyle kahramanca savaş çığlığı atacak mıydınız. Doğru yanıta dostça bir gülümseme... Samimi olalım lütfen. Silahla oynamak, çelik –çomak oynamak değil. Düğüne, bayrama gitmek hiç değil... Öleceği hesaplanan insanlar bizim kardeşlerimiz. Bu ne biçim rezalet, kendi kardeşini bombalıyorsun... Ne olduysa Osmanlı’dan sonra oldu. Savaş, gözyaşı, talan... bir türlü bitmedi. Uzak kıtalardan, adam öldürmeye geliyorlar buralara. Tetiği çeken insan bizim kardeşimiz. Ölecek insan da öyle. Bu ne biçim komedi, bu ne biçim rezalet. Hukukçu kardeşiniz , hak,hukuk adalet gibi kavramların aslında birer masum sözcük olduğunu biliyor. Kendi soyunu tüketmek, onları yemek için elinden geleni yapan bir hayvan türüne dahil olmanın garip ruh halini yaşıyor. Bir yanda yamyamları eleştirirken, yamyamlık yapan sözde medeni yaratıkları izliyor pencereden. Bomba yağdıracağınız topraklarda sizin yakınlarınız ölümü beklese, yine aynı şeyi mi yapacaksınız. Uçan Canavarlar hıçkırıklar içinde yatağından fırladı Hamurabi uçan canavarlar gördüm taş ve ateş atıyorlardı Babil üstüne zamanı ve tarihi yıkıyorlar diyordu gözyaşları içinde 29.11.2002 ZÜLFİYE’NİN AHMET Kapı komşumuz demek yanlış olur. En yakın komşumuzdu Zülfiye’nin Ahmet. 1980’li yıllarda, ormanda ağaç keserken, bir tomruk yuvarlanıp, Ahmet’in üzerinden geçiyor. Bir sürü kırık-çıkık. Ölümden dönüyor Uzun süre hastanede yattıktan sonra, koltuk değnekleri ve yaraları ile köye döndü. Şimdilerde yerinde olmayan evlerinin bizim eve doğru olan yönünde yere uzanmıştı. Selamlaştık, hal hatır sordum. Biraz konuştuktan sonra bana “nasılsın, halinden şikayetin var mı” gibi bir soru sordu. Karşımda ölümden dönmüş , koltuk değnekleri ile zorla yürüyen, iyileşmemiş yaraları ve ekonomik açıdan bitmiş bir Ahmet vardı. Ben ise, liseyi bırakmak durumunda kalan, oldukça sağlıklı, bir kişiyim. Ahmetle kıyasladığımda, her şey mükemmel. Ona baktım ve sustum. O andaki ruh durumumu açıklamakta zorlanıyorum. Tek sorunum okula gidememek. Yapabileceğim çok şey var. Kendime güveniyorum. Ötede ise, yaşama savaşında, geçinme savaşında, fiziki acılar içinde bir adam. Adaşım yani. Yazmam gerektiğini düşündüm. Ahmet cin gibi bir adam, sağlıklı bir adamdı. Sonrası, bir kaza...(Zülfiye’nin Ahmet geçen Kurban Bayramı’nın ikinci günü vefat etmiş.(1 Şubat 2006)) NAKLEN YAYIN naklen yayında katliam ırak’tan söz ediyoruz açlık hastalık vs. doğal olaylar yıllar öncesinden haber verip naklen yayında insan öldürmek ise uygarlığın ürünü 17 mart 003 Belki de hayat bu kadar basit. Kendisinde öldürme gücünü bulan öldürüyor. Hukukun işlemesi için belli bir güce sahip olması gerekir. Hukukun yaptırım öğesi nasıl uygulanacak. Gücünüzün yetmediği bir kişiye karşı hukuku uygulayamazsınız. Ancak daha acıklısı, gücünüzün yettiği kişiye karşı her türlü hukuksuzluğu uygulayabilirsiniz. Zaman ve tarihten daha adil bir bir yargıç olabilir mi diye düşünmelidir. Bu konuda söylenecek çok şey var. Siz ölürsünüz, ancak haklılığınız bir gün kabul edilir. Bırakın böyle haklılık olmasa da olur. Elin oğlu şüpheler içinde ölmemelidir. Söylediğimiz dilek ve temenniden öte olamaz. ÖZGÜRLÜK özgürlük (Bağdat için) özgürlük bulutlar üzerinde uçmak ise onlarca kişi özgür oldu yüzlercesi sırada füzeler ve bombalardan ölecek melek olup bulutlar üstüne çıkacaklar Mart 2003 Bu biraz reklamlar dolu bir özgürlük. Adamlar katliam yapıp özgürlük savaşı veriyoruz diyebiliyorlar. Sonra da medeniyet pastasını adil bir şekilde paylaşıp, hepsini kendi önlerine alıyorlar. Bu paylaşım, arslan, kurt ve tilkinin avlanıp sonra da avlarını paylaşmaları gibi... Toplanıyorlar ve Arslan diyor ki Kurd’a, bölüştür avları. Kurt, ” sizin avladığınız boğa, size yakışır, benim avladığım koyun benim olsun, Tilki’nin avladığı tavuk da kendisine...” Arslan hiddetleniyor ve sen ne kadar adaletsizsin diye Kurda pençesi ile vuruyor. Kurt yaşamak ve ölmek arası bir halde yere seriliyor. Taksim görevi Tilki’ye veriliyor. O da, “Sayın kralım, sizin avladığınız bu boğa, sizin sabah kahvaltınız olmalıdır. Öğlen yemeğinde, koyunu yemelisiniz. Akşamleyin de tavuğu atıştırırsınız. Biz yeni birşeyler buluruz” diyor.. “Aferin...böyle adil olacaksın” diyor Aslan. ÖĞRENCİ ANILARI Bir öğrencinin sorusu Sayın başkan sizin yakınlarınız olsaydı Bağdat’ta yaşayan yine böyle duygusuz yağacak mıydı bombalar Mart 2003 anlayamıyorum Bağdat’a bomba yağdıran bir asker diyordu ki biz onlara özgürlük getirmek için buradayız anlayamıyorum neden bizimle savaşıyorlar Mart 2003 Irak yaklaşık 21 gün bomba yağmuruna tutuldu. Bağdat’a binlerce bomba atıldı. Tabi bombalar akıllı. Hedef gösteriyorsun, oraya gidiyor. Sonra sivil hedefler kesinlikle vurulmuyor. Bu akıllı bombalar bazen Türkiye’ye bazen İran’a kaçıyorsa da, bu onların akıllı olduğu gerçeğini, nokta atışı gerçeğini değiştirmez. Bomba ile yaralanan beş yaşlarındaki ıraklı kesinlikle askeri hedef teşkil etmektedir. Tüm yakınlarını, ve kollarını kaybeden 10 yaşlarındaki çocuk da askeri hedef. Adam yarın büyüyüp asker olacak. Belki Amerika’ya karşı savaşacak. İleri görüşlü olarak olayları çözüyoruz. 10 bin tane dev boyutlu bomba yani füze atılınca, Bağdat’ta kaç kişi ölmüş olabilir.Bomba başına bir kişi ölse, 10 bin. 10 kişi ölse, 100. bin, 500 kişi ölse, 5.000.000 kişi. Irak’ta kaç kişi öldüğünü öğrenebilecek miyiz. Belki tahmini bir rakam söylenecek. Belki gerçek rakam uzun süre saklanacak, bir gün yaklaşık sayı ortaya çıkar gibi... Merak ettiğim küçük bir nokta, Japonya’ya atılan atom bombaları ile Irak’a atılan bombaların karşılaştırılması. Yine bombaların atılmasındaki mantık ve gerekçe... Atom bombası neden atıldı. Irak neden bombalandı... Bombalar söylendiği gibi, asker-sivil, genç-yaşlı gibi bir ayırım yapma yeteneğine sahip değil. İnsanları boylarına, kilolarına, milliyetlerine göre sınıflandırma lüksüne sahip değil. İnsanları korkutup, sindiriyorsun. Sistematik terör olayından farkı var mı. 12 Eylül öncesinin terör olaylarının arkasında tanıdık güçler mi var acaba. Sizi korkutup, sindirecek, sizinle kafa bulacak. Aslında devletler tüzel kişiliktir. Tüzel kişiler duygusal olamaz. Oyunu yöneten hep insanlardır. Nerede bir oyun varsa, orada insanlar vardır. Onu yönetenler, yönlendirenler vardır. NEDEN BU HALDEYİZ Zengin topraklara, doğaya ve üretken bir iş gücüne, zeki insanlara sahip olduğumuz halde, neden şu veya bu kuruluştan gelecek üç-beş kuruşun hesabını yapıyor, neden ne yaptığımızı bilmiyoruz. Belki de sonuç değerlendirmeyi yapmadan önce, bazı küçük soruları yanıtlamamız gerekecek. Üniversitede ağır bir preste tutulup, sözde çok şey öğretiliyor görüntüsünde, öğrencilerin canına okunarak ne kadar başarı sağlanmıştır. Yıllardır bu sürdüğüne göre, yoğun presten geçen ürünlerin (çalışma yaşamına atılan öğrenci) başarısı ne durumda. Eğitimin başarısı, ürünün başarısı değil mi. Amma başarısız ürünler var. Bu neden acaba... Bu çok başarılı ürünlerle mi bilim üretiyoruz, iş üretiyoruz.Bir dönem öğrencileri sağcı-solcu diye sınıflayıp, onları dövüştüren zihniyetle mi . Aslında insanları korkutmak, sindirmek ve düşünmekten alıkoymak mantığı mı... İyi de... eğitim kurumu. En iyi ve güzeli bulmayı hedefliyoruz. Bilim için, gelişme için dostça bir işbirliği yapıyoruz. Sonra tıb fakültesi ikinci sınıftan, fizik dersinden bir öğrenciyi okuldan atacaksın. Gitti üç yıl. Sonra hukuk fakültesinde, birinci sınıfta adamı Türk dili dersinden sınıfta bırakacaksın. Eczacılık fakültesinde dört yıllık fakülteyi 10-15 senede ancak bitirtecek veya uzunca bir bekleyiş sonrası okuldan atacaksın. Gitti 10 sene. gitti moraller. Üretim ve araştırmadan uzakta kaldığımız cabası. Adam bu kadar zamanda bilim adamı olur, buluş falan yapar. Geçen nasıl geçiyor savunması taş devrinde kaldı. Siz bilim adamı olarak yaptıklarınızı anlatım. Aynası iştir kişinin. Öğrencinin bunca canına okuyan elemanların büyük çalışmalarını, bilime katkılarını görmek isteriz. 25 yıldır bilirkişilik yaptığı, işini iyi bildiği iddiasındaki kişi, aslında, doğru yanlış tartılmadan, biz ne dersek o olur mantığı ile atıp tutuyor. Bu atıp tutmalara göre karar veriliyor. Ondan sonra yaşasın adalet. Hani dostça işbirliği nerde. Yoksa ben kendimi mi kandırıyorum. Gerçek diye inandığımız şeylerin çoğu, başkalarının söylediği yalanlar değil mi. YALANLAR VE YANLIŞLARLA DOLU TARİH Ermeni yurttaşlarımızın ayaklanmasının, Çanakkale’nin geçilmesi girişimlerinin hemen öncesine denk gelmesi bir rastlantı değildir. Sizce, insan, parçası olduğu bir imparatorluğa karşı neden ayaklanır? Katliam söylentileri de saldırganlar tarafından çıkarılır. Gerekçe ise kendi kamuoyuna, dindaşlarımızı, yandaşlarımızı ve insanlığı korumak için savaşa gidiyoruz propagandası yapmaktır. Bazı ülkelere özgürlük getirme söylemlerinin o dönemdeki şekli. Hakim güçler, propaganda silahı ile sizi birbirinize kırdırıp, kalan mirastan pay talep ediyor. Verseniz de alıyor, vermeseniz de. İşte bunun adı demokrasi, özgürlük vs. olarak tanımlanıyor. Tarih ile ilgilenen arkadaşlar, yalan yanlış bir sürü masal içinde yüzeceklerini bilmelidir. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin sınırını çizmeye çalışan kişiler, aslında adaletli falan değiller. Bu durum işlerine geliyor. Siz propagandanın işlevini iyi bilmek zorundasınız. İnsanların yalan haberlerle nasıl yönlendirildiğini, gerçek olan ile olmayan arasındaki çizgiyi iyi tanımlamak zorundasınız. Unutmayın, bugünkü insan ile yüz yıl önceki, beş yüz yıl önceki, bin yıl önceki insan arasında insani değerler açısından bir fark yoktur. COĞRAFİ VE GENETİK SORUMLULUK İlgisi olan da olmayan da, tarihçi, bilim adamı veya her şey. 1915’li yıllarda Ermeni katliamı yapıldı mı yapılmadı mı? Ermeni yurttaşların ayaklanması Çanakkale Savaşı’nın hemen öncesine denk gelir. Acaba ayaklanmayı planlayanlar, sözde, Ermenilere sahip çıkarak suçlarını mı gizliyorlar. Olaya tarihçi gözü ile bakarken, asker gözü ile de bakmamız gerekiyor demek ki Çanakkale Savaşı ile doğrudan bir bağlantı görünüyor. Bu arada propagandanın gücünü ve önemini de dikkate almak gerek. OSMANLI DEVLETİNİN SINIRLARI Tehcir Kanunu çıkarıldığında, Osmanlı Devletinin sınırlarını biliyor muyuz. Sonuçta dağılma sürecine girse de karşımızda bir imparatorluk var. Bugünkü Irak, Suriye, Lübnan, Suudi Arabistan, Yemen, Mısır, vb. hep Osmanlı ili. Coğrafi sınırlar yaklaşık böyle. Göç ettirilmesine karar verilen insanlar, ülkenin bir yerinden bir başka yerine gönderiliyor. Zaman öyle zaman ki, Arap çöllerinde 2 milyon Osmanlı askerinin öldüğü bir zaman. Çalışma gücü olan hemen bütün erkeklerin askere gittiği bir zaman. İki milyon sayısının o dönem için ve bugün için ne kadar büyük bir sayı olduğunu , ölen askerlerin nüfusa oranını düşünün. Sen kendi vatandaşına zarar verdin diye yalan yanlış beyanlarında ısrar eden ülkeler, o zamanda ne gibi hayırlı işler yapıyordu dersiniz. Çanakkale’yi geçmek, İstanbul ve Anadolu’yu bölüşmek arzusu, her yolu meşru göstermiştir. İşte böyle bir zamanda yapılan propagandanın yansımalarını izliyoruz. Aynı oyun, 90 yıl geçse de oynanmaya devam ediyor. Ne kadar daha sürdürüleceği belirsiz. OSMANLI MECLİSİNİN YAPISI Tehcir Konusunda karar alan mecliste, bugünkü hangi coğrafi sınırlar, hangi milletler temsil edilmektedir. Buyrun biraz da siyasi tarih inceleyelim. Meclisin geniş bir imparatorluğun meclisi olduğu, aynı anda, Suriye’nin, Lübnan’ın, İsrail, Mısır, Irak, Yemen, Suudi Arabistan vs.nin temsil edildiği, bir gerçek. İkinci gerçek de, Türk, Rum, Ermeni, Arap, Kürt gibi geniş bir mozayiğin meclisi oluşturduğu. Osmanlı, Müslüman olan ve olmayan gibi tanımlama yapmıştır. Bu durum meclisin yapısını değiştirmiyor. Kararı yalnızca Türk geni taşıyan insanlar mı almıştır. Kararın doğruluğu veya yanlışlığı, kendi döneminde ve kendi içinde tartışılmalıdır. Yüz yıl sonrasından, atıp tutmak objektif bir yaklaşım değil. Kendi insanınızı öldürdünüz diye propaganda yapanlar, Osmanlı’nın kendi ülkesini savunduğunu göz ardı edemez. Aynı propagandanın planlayıcıları, işgal ettikleri ülkelerin insanlarına karşı nasıl katliam uyguladıklarını anımsamak zorundalar. COĞRAFİ SORUMLULUK Herhangi bir coğrafyaya suç isnadı mümkün değildir. Ülke toprakları olumlu veya olumsuz bir eylem yapamaz. Eylemler insanlara özgüdür. O halde, varsayılan bir Ermeni olayının muhatabı Türkiye coğrafyası olamaz. Düşünün ki, Hatay Türkiye’ye sonradan katıldı ve soyut sorumluluk alanına girdi. Düşünün ki, Irak, Suriye, Arabistan , Mısır vs. Türkiye’den hiç kopmasa idi, onlar da sorumluluk alanına girecekti. Yine düşünün ki, Türkiye’den kopan her yer sorumluluk alanı dışına çıkıyor, Türkiye ile olan sorumluluk alanında. Eğer Kıbrıs, Ege Adaları vs. Türkiye’nin olsa, oralar da sorumluluk alanına girecekti. Bu ayrıntıya bilimsel olarak gülünebilir. GENETİK SORUMLULUK Soykırım veya benzer suçlamada, bugünkü Türkiye sınırları dışında kalan geniş bir coğrafyayı tartışma dışında bırakın. Türkiye sınırları içinde kalan, Ermeni, Rum gibi Hıristiyan veya Yahudi yurttaşlarımızı da sorumluluk sahası dışında düşünün. Müslüman olsalar da Kürtleri de şimdilik ayırın. Ne oldu. Genlere göre değil, dinlere göre bir ayrım yapıldı.. Kalan Türkiye halkı soykırım ile ilgili sayılabilecek. Keyfiyete bakın. Bu yazıyı kaleme alan ve Türk ve müslüman olan Ahmet’in veya Mehmet’in Adem ve Havva’dan bu yana genetik ve dini çözümlemesini kim yapabilir. Dedelerimden, annelerimden biri, rum, ermeni, yahudi vs. olabilir. Bunun genetik olarak ayrımını kim yapacak. Sen kesinlikle, başka kültürlerle akraba değilsin diyecek teknoloji var mı. Çinli, veya Japon veya Amerikalı bir aile beni evlat edinse idi, benim tarihe karşı hiçbir sorumluluğum olmayacaktı. Ola ki Türkiye’de yaşayan Ermeni veya Rum yurttaşın çocuğu olsam, benim yine sorumluluğum olmayacaktı. Türk ve müslüman olarak yaşamını sürdüren pek çok yurttaşımız , başka bir dine üye olsalar, her şey onlar için bambaşka mı olacaktı. Ülke sınırları farklı şekilde çizilseydi, hangi coğrafya sorumlu tutulacaktı. Musul ve Kerkük Türkiye sınırları içinde yer alsaydı, ora halkı da sözde soykırımın sorumlusu mu olacaktı. SONUÇ : Ermeni soykırımı iddiaları, Ermeniler için geliştirilmiş bir teori değildir . Arada bir 1915’lerde yaşanan sorunları meclislere, mahkeme kararlarına taşımak, Türkiye’ye baskı yapmak, aba altından sopa göstermekten başka bir şey değil. . İnsan yaşamına değer verdiğini söyleyen devletlerin yaptığı katliamlar ortada. Dünyanın en gelişmiş işkence aletlerini kim üretiyor ve kimlere satıyor. Bu aletler neden üretiliyor, insani duygularla mı. Büyük ekonomilerin silah sanayine dayandığı ortada. Gerçekten Ermenilere sevgi ve saygı besleyen devletler, lütfen kendi vatandaşlarınıza verdiğiniz tüm hakları Ermenilere de verin. Ülkenize serbestçe girip çıksınlar, serbestçe çalışıp, öğrenim görsünler. Hep birlikte Ermenistan’a sahip çıkın. Silah satmak dışında desteğiniz olsun onlara. Sanayini kurun, eğitimine, sağlığına vs. destek verin. Ben de size sonsuz saygılarımı sunayım. İnsanlık tarihi kimsenin babasının malı değil. Uygarlıklar da öyle. Her şeye hükmetmek, her şeyi yönetmek isteyen insanlar sorun oluyor. Hepsi bu. Tarihi ve bazı coğrafyaları yargılamak, haksız propagandalarla insanlara saldırmak kimsenin hakkı değil. GÜNEŞ VE YILDIZLAR Bir gece gökyüzünde izlediğiniz yıldızın, aslında yıllar önce ömrünü tamamlamış olduğunu, şu anda yıldız olmadığını düşünebiliyor musunuz. Yaşam, göründüğünden farklı olabilir. Ya da gözlerimiz bizi yanıltabilir. Yıldızlar ve gezegenler arası uzaklıklardan söz edilirken, ışık yılından, milyonlarca ışık yılından söz ediliyor. Bu uzaklıkları düşününce, diğer yıldız sistemlerinde de canlıların olabileceğini düşününce, hesaplayabildiğimiz tahmini evren içinde Dünya’nın boyutunu ve kendi boyutumuzu düşündüğümüzde, insan için maddenin komik hali demenin pek abartılı olmadığını düşünüyorum. Hem çok küçük bir varlığız. Her şeyin parçasıyız. Ya da var olan her şey bizim parçamız. Kendi zevkimize göre, bencilce yaşayıp gidiyoruz. Şimdiki zaman sahnesinde bırakıp yaşadıklarımı, gelecekten bakınca kendime, garip bir komedinin orta yerinde görüyorum kendimi. Eğlenceli buluyorum. Lütfen kendinize bakın, bir aynanın karşısında, ne olduğunuzu ve olmadığınızı düşünün. Evrende işgal ettiğiniz noktayı düşünün. Ama hiçbir düşünce, kafanızda olumsuz çağrışımlar yapmasın. Var olmanın, sevmenin ve sevilmenin zevkini yaşayın. MOLEKÜLER İNSANBİLİM Kafanızda, bir adet hayvan hücresi ve bir adet bitki hücresi modeli çizebilirsiniz. Daha doğrusu çizilmiş şekilleri kopye edebilirsiniz. İki hücre arasındaki benzerlikler ve benzemeyen yönleri tespit edersiniz. Hücrenin yapı taşları biliniyor. Canlı hücreler arasındaki farkın, bitki ve hayvan ayırımı yapmadan, pek ciddi boyutta olmadığı kabul edilebilir. Ben işin kolayına kaçıyorum. Genetik boyutta değişiklik yapılması beni aşan konular. Ancak küçük bir değişikliğin çok şey fark ettireceğini tahmin edebiliyoruz. Bir böcek ile insan, eşek veya herhangi bir hayvan arasındaki yapısal fark nedir. Bir kavak veya mısırın, tek hücreli bir canlının bulunduğu durum, genetik boyutta ne kadar farklıdır. Yaz boz oynama şansımız olsa, hangi varlıkları nasıl şekillere sokabiliriz. Birbirlerine dönerler mi. Ne kadar yapısal farklılık olacaktır. Varılacak sonuç, bütün canlıların, aynı kökten gelen, farklılaşmış üyeler olduğu yolunda olacaktır. Böyle tahmin ediyoruz. Peki, bütün diğer canlılar ile ortak bir geçmişe sahip olan veya öyle olduğunu kabul ettiğimiz insanların kendi aralarında yapısal farklılık var mıdır. Deri rengi, göz rengi, boy pos vs. ne boyutta bir farklılığa neden olur. Bunca genetik bilgiden sonra, insanlar arasındaki farklılık ne anlama gelecektir. Aslında hiçbir anlamı olmayacaktır. İNSANLAR ARASINDAKİ EŞİTSİZLİĞİN NEDENİ İnsanlar arasındaki eşitsizlik, bencilce sahiplenme ve bölüşmekten kaçınma amacı üzerine kuruludur. Bölüşülecek pasta olmasa, eşitsizlik diye bir durum olmayacaktır. Yamyamlık olarak tanımladığımız insan eti yeme olayı iki boyutludur. Birincisi gerçekten insan eti yemek ki, biz yamyamlık olarak bunu tanımlıyoruz. İkincisi ise , fiilen et yemediği halde, diğer insanların canları ve malları üzerine kumar oynayan, onları yok etmekte, öldürmekte sakınca görmeyen, onların haklarını yiyerek semizleşen yamyamlıktır. Buna çağdaş yamyamlık diyebiliriz. Ülke ekonomisi silah sanayi üzerine kurulu. Ülke, işkence aletleri yapıp satıyor. Başka ülkelerin kendi içinde çatışmasını, güçsüz kalmasını sağlıyor. Ülkeler arasında savaş tezgahlıyor. Perde arkasından savaş yönetiyor. Bu da olmadı, ülkeleri bombalıyor ve işkal ediyor. O ülkelerin her türlü kaynaklarını elinden zorla alıyor. İşkal ettiği ülkenin insanlarına kendi insanlarına tanıdığı hakları tanımıyor. Eğitim sistemlerini çökertiyor, içinden çıkılmaz hallere sokuyor. 4 yıllık hukuk eğitimini 5 yılda tamamlamış olmaktaki veya dört yıllık eczacılık öğretimini 12 yılda tamamlamaktaki estetik ve bilimsel değeri kimse düşünmez. Sıradan olaylar gibi düşünülen bu eylemler, aslında eğitim sisteminin zayıflığı, belki de kendi amacına uygunluğudur. Bir gazete küpürü. Falan fakültede videolu eğitim... Video kullanıp, sözde film gösterilerek birşeyler yapılıyor havası var. Oysa, ders kitapları yok hocaların. Öğrenciler, not tutup, ezberlemekle görevli biçare işsizler kümesi. Böyle mi olmalı... Tartışılması gereken bu nokta. Biryerlerde ciddi aksaklıklar var. Hep aynı çorbayı, afiyetle yiyoruz. Seçme şansını birileri elimizden almış NASIL BİLİM ADAMI OLUNMAZ İzlenmesi gereken yol, bilim adamı olmak isteyen bir çocuğun, çocukluk, gençlik ve öğrencilik sürecinin incelenmesi ile netliğe kavuşacaktır. Reçetemize aynen uyulduğu taktirde, size bilim adamı olmama garantisi veriyoruz. Bilim adamı kimdir : Bilgiye ulaşmaktan, yeni bir şeyler bulmaktan mutlu olabilen kişi. Aslında herkes biraz dahi. Sorun bu dahiliğin toplumsal yaşama katkısı... Kendisi için düşünüp kendisi için yaşayan bir insan, ilkel canlıdan farklı değildir. Ben’in yerini biz’in aldığı bir bakış açısı gerekiyor. Bu düşünce ile çok şey yapılabilir. Bir veya birkaç kişi toplum adına karar verme ve uygulama yetkisine sahip olursa, kimse doğuştan evliya olmadığı için, yetkisini olumsuz yönde kullanabilecektir. Sanayideki ilkokuldan terk durumdaki tamirci, motor benden çok daha iyi biliyor. Ağrıdağı civarında çobanlık yapan ve hiç okul görmemiş olan, okumu yazma bilmeyen çoban, sürüleri yönetmekte benden çok daha iyi. Birşeyleri başarmak için etiket olması şart değil. Çalıştığınız alandaki bilgi birikimine ne oranda sahip olur, olumlu bilgileri ne oranda uygularsanız, o denli başarılı olursunuz. Yaptığınız işte, yeni yöntemler geliştirebilirsiniz. Araştırma ve deneme sürecine katıldığınız zaman, siz bilimle uğraşıyorsunuz demektir. Bir noktaya değinmiş olduk bu arada. Pek çok bilimsel kitap okuyup, yüzlerce çeviri yapan kişi bilim adamı mıdır. Eğer uzmanlığı çeviri yapmak ise, geliştireceği yöntemlerle, çeviri tekniğine katkıda bulunursa veya bulunmaya çalışırsa, bu kişi bilimle iç içedir diyebiliriz. Çok kitap okudu, çok çeviri yaptı diye kimse bilim adamı olmaz. Bu fizikteki işin tanımına benzer. Akşama kadar bir kayayı ittiren güçlü adam, eğer o kayayı kıpırdatamazsa, hiç iş yapmış olmaz. (Güç x yol=iş ) Uygulanan güç ne kadar fazla olursa olsun, alınan yol 0 ise, sonuç sıfır olur. Bunu eğitim kalitesine de uygulayabilir miyiz. Bir sürü çile çekiliyor. Sonuç sıfır. Bu eğitimi de boşuna kürek çekme olarak tanımlayabilir miyiz. Yargı sistemi neden mükemmel halde değil. Davalar neden tek duruşmada sonuçlanmaz. Aksaklık nerde... Daha iyi olmak için ne yapılıyor, neler yapılabilir. Herkes kendi işinde uzmanlaşabilir. Bilgileri düzenli hale getirip, toplumun yararına sunmak bilim olsa gerek. Çok güzel cambazlık yapan bir kişi, cambazlık sanatına ilişkin bilgileri düzenli olarak toplar ve bilgilerin denetlenmesine olanak sağlarsa, bilgileri başkalarının yararlanmasına sunarsa, bu kişinin bilimsel çalışma yaptığını kabul edeceğiz. Asistanlık sınavına girme şartlarını taşımayan, not ortalaması 70 olmayan kişi, ağzıyla kuş tutsa da bilim adamı olamaz. Peki 70 not ortalamasının dayanağı olan sınavlar bilimsel bir ölçme midir. Elbette değildir. Ancak sizin bunu tartışma lüksünüz yok. Alanlar nasıl almış. Temel sağlam değilse, zemin sağlam değilse, siz istediğiniz kadar sağlam bina yapın. 7 katlı binanın 3 katı yere batar mı.... Zemin bataklık ise, neden batmasın.Bunu söylerken, gözümün önünde tanıma uygun bir fotoğraf var. Kaynak bildirmiyorum. 70 ortalamalarla asistan olup, ardından doktor, yardımcı doçent, doçent ve profesör olan bilim adamlarımızın başarıları, bilimsel çalışmaları ile aydınlanıyoruz. Fazla aydınlık göz kamaştırıyor. Bu kişileri Avrupa’nın kaldırım taşları ile tanışmaları için de gönderiyoruz. 70 not ortalaması yanında, yabancı dil bilmeniz de gerekiyor. Sonra girdiğiniz sınavı (bu da ne demekse) kazanmanız, ardından çanta taşıyıcılığı görevi üstlenmeniz gerekebilir. Bu saydıklarımı yapmayarak, bilim adamı olmayabilirsiniz. Konfiçyüs’ün bitirdiği üniversite sizi ilgilendirmez. Kısaca bilime ve bilimselliğe ve bilim adamlığına ilişkin gözlemlerimi yazdım. Reçeteye kesin olarak uyarsanız, babanız da fazla zengin değilse, kesinlikle bilim adamı olamazsınız. DÜNYA DIŞI CANLILAR sevgili dünya dışı varlıklar biz dostuz size özgürlük getireceğiz size demokrasi getireceğiz diktatörlüklere son vereceğiz Irak’ta olduğu gibi sevgili dünya dışı varlıklar bize güvenin Petrolünüz var mı, petrol. Siz ne yer ne içersiniz. Silah ister misiniz. Silah satış kredisi de veririz. Sizinle yapacak çok şeyimiz var.(2 Eylül 2003) öyle bir anda gel ki düşünmek bile mutluluk versin(1 Eylül 2003) GELİŞMİŞ ÜLKELERİN GENETİK HARİTASI Aslında ülke sınırlarının yapay olduğundan başlarsak olay daha kolay aydınlanır. Güneyimizde Arap komşularımız var. Amerika ve Avrupa tezgahı olan milliyetçilik akımlarını bir yana koyarsak, sınırın öte yanı ile bu yanı aslında akraba. Akraba olmadıklarını kabul etmek gibi bir lüksümüz yok. Rusya’daki insan, Yunanistan’daki insan, Irak veya Mısır’daki insan, aynı Adem ve Havva’nın torunları. Kimse uzaydan gelmedi. Yazıyı, matematiği, değişik teknolojileri ilk bulan devletler, döneminin nispi olarak en gelişmiş uygarlıkları, bugün yoksul, geri kalmış ya da gelişmemiş bir çizgide bulunmaktadır. Kendini çok gelişmiş ya da çok akıllı sanan kişilere duyrulur. Belki sizin şimdi yaşadığınız kara parçasında, yazı veya hesap veya bilimle ilgili hiçbir şey yokken, elin oğlu yazıyı bulmuş, matematiği bulmuş, yıldızlar ve gezegenler ile uğraşmaktadır. Uygarlık, rastlantıdan ibaret değil mi. Birileri kağıdı buldu, yazıyı buldu, tabletlere yazdı, kağıda yazdı, mağara duvarlarına resim çizdi. Birisi güneş tutulmasını hesapladı. Dik üçkenin eşek-kulak bağıntısını çözdü bir diğeri. Belki o zamanlar, sizin büyük büyük dedeleriniz ve nineleriniz, matematiğin m harfi ile bile tanışmamıştı. Başlıktaki gibi bir genetik harita yok. Kaynak Adem ve Havva olmasa bile, ortak bir geçmişin bencil evlatlarıyız. Kendimize doğru yontarak, zafer kazanırız güçsüzlüğümüze karşı. Irakı bomba yağmuruna tutan gelişmiş bir beyin olamaz. Bencil hesaplardan oluşan çıkmaz bir sokak vardır ortada. HEY ONBEŞLİ ONBEŞLİ Tokat yolları taşlı. Onbeşliler gidiyor, kızların gözü yaşlı. Buradaki 15, 1315 tir. Bu tarihte askere gidenler için söylenmiştir. Galiba 1899 yılına karşılık geliyor. İnsanlar askere alınıyor, savaşa gidiyor ve giden gelmiyor, acep ne iştir.İki türküyü karıştırmıyorum. Türküler iç içe, konu olarak. Hep savaşlarla geçti yaşam. O zamandan bu yana devam eden çılgın bir savaş var. İnsanlar hep cephede savaşmıyor. Osmanlıyı parçalayıp, bu ülkelere saldıran tek dişi kalmış canavar, oralara uygarlık getirdi mi... Adamlar borç ve yükümlülük altına girmek için savaşmıyor ki. Kekliği düz ovada avladı, şimdi tüylerini yolup, pişirip yiyecek. Var mı bunun ötesi. Peki Türkiye cephede savaşı kazandı. Bağımsız bir devlet oldu. Peki sonra ne oldu. Bizim kitaplarımız Yunanlı’ların İzmir’i işkal ettiği vs. den bahseder. Bizimle benzer türküleri söyleyen bu insanları İzmir’e kim, neden çıkardı. Bu üçüncü kişiler Yunanlı komşularımızı bizden daha mı çok seviyordu sizce. Ya da, Türkiye’de ölen ya da ölecek insanların genetik haritası mı çıkarılmıştı. O dönemde, genetik bilimi bugünkü seviyede değildi. Çok şey biliniyordu belki ama, bilgilerin çoğu ilkel tutkulara kılıf uydurmak için kullanılıyordu.Bugün Amerika Birleşik Devletlerinde, şu veya bu milletten gelme kişilerden değil, Amerikalı insanlardan söz ediliyor. Hangi renkte olursa olsun, dünyanın neresinden gelirse gelsin, hiç fark etmiyor. Aynı Amerika, Ermeni, Kürt ve benzeri kimlikleri Türkiye’nin karşısına, Türkiye’den ayrı bir kimlik gibi pazarlıyor. Kimi salak insanlar da, bu pazarlamanın teknik boyutunu düşünmeden ya da düşünemeden, azınlıklardan falan söz ediyor. Sorun yaratan tüzel kişilikler değil aslında. Tüzel kişilerde söz sahibi olan ve kendini akıllı sanan bazı kişiler sorunun kaynağı. Ablamın bir Alman tanıdığı, “verin onların istediği yeri, olsun gitsin” gibi, aslında art niyet içermeyen, ama safça söylenmiş sözler sarf etmiş. Ablam da, kimi kimden ayıracağız ki. Eğer Türkiye’yi ve Türkiye irnsanını tanısanız, böyle birşeyin imkansız olacağını görürdünüz... diyor. Bu durumun özeti belki. Dünyada izlenen politikalar, insanları değil, basit çıkarları düşünerek yapılmaktadır. Propaganda, yalan, yanlış ve yanlı haberler. Eğer düşünülen insan yaşamı olsa idi, Irak bombalanmazdı. Medeniyetin girmemesi için petrol paralarını kullanan pek çok ilkel devlek benzeri kuruluşlar, gelişmiş ülkelerce beslenmektedir. Suudi Arabistan’da ve çevre ülkelerde demokrasi, insan hakları vs.nin varlığı veya yokluğu kimin ipinde. Beslenen, desteklenen pek çok diktatörün yediği naneler kimin ipinde. Türkiye’den bir şey almak isteyince, önce Ermeni, ve hemen ardında Kürt kartını ileri süren, sözde gelişmiş toplumlar, benim Kürt arkadaşlarıma benden daha yakın olamazlar. Zaten onları bu gibi şeyler, hiç ama hiç ilgilendirmez. Çanakkale savaşında ölen insanlarımızın genetik çözümü kimin elinde var. Kurtuluş Savaşı’nda ölen insanların genetik çözümlemesini kim biliyor. Etnik köken gibi, kültürel tanımlamayı bir yana bırakıp, , genetik köken gibi kanımca bilimsel bir tanım üzerine çalışmak istiyorum. Önceki bölümlerde bu konuya değindiğimi sanıyorum. Tüm canlılar ile aynı soydan gelen insan, bir bakıyorsunuz, bırakın tüm canlılarla akrabalığı, tüm insanlarla akrabalığı dahi unutmaktadır. Dini törenlerde bunu kabul eden insan, konu politika ve propaganda olunca, konu bölüşme olunca kendini farklı bir maydanoz türü olarak pazarlamaktadır. Amerika’lı ünlü aktör .... öldü. Aslen Litvanyalı bir ailenin çocuğu olan... Amerikalı ünlü boksör .... hastalığa yakalandı. Afrika kökenli olan... (Sevgili Derya Arbaş Amerika’da kalp krizinden dolayı öldü. Annesi Türk, babası Kızılderili...23.10.2003-not tarihi) Bunu saymanın pratik bir önemi yok. Dünyada henüz uzaydan gelerek devlet kuran bir uygarlık tanımlanmamıştır. Böyle bir şey yoktur. Genetik bilimi ve diğer bilimler geliştikçe, daha çok şey öğreneceğiz. Sizi gidi genleri kısa devre yapan insancıklar. İşin özü belki de bu.(7 Eylül 2003) ERMENİLERİN SİGORTA ATAĞI.... 30 Ocak 2004 tarihli Milliyet Gazatesi”nde bir haber başlığı bu. Amerikan sigorta şirketi New York Insurance, 1915-1919 arasında Anadolu”da öldürüldüğü ileri sürülen Ermenilerin hayattaki mirasçılarına 20 milyon Dolar ödeyecek. Kaliforniya”da 4 yıl önce açılan dava 2.400 poliçeyi kapsıyordu. Davayı açan avukat kardeşimiz, bu kararın aynı zamanda Ermeni soykırımının tanınması olacağını belirtmiş 1.Amerikan sigorta şirketinin avukatları ne iş yapar Böyle bir alacak-tazminat istemi- karşısına çıkan şirketin ilk yapacağı iş avukatına veya avukatlarına başvurmak olacaktır. Amerika’da yargılama ve avukatların çalışmaları konusunda fazla bir bilgim yok. Ancak, 85-90 yıl önceki hayali sigorta poliçesi ve hayali olaylara atıf yapılarak tazminat ödenmesi inandırıcı görünmüyor. Gerçekten, bu memlekette zamanaşımı diye bir olay yok mu. Klasik ilk itirazlardan birisi zamanaşımı itirazı olarak ileri sürülmüyor mu. Siz bir Avrupa ülkesinde bu şekilde sigorta şirketi aleyhine girişimde bulunsanız, belgeler doğru olsa bile karşınıza ilk çıkacak savunma, zaman aşımı itirazı olacaktır. Şu anda Türkiye’de çalışan yabancı sigorta şirketleri var. İsterseniz onların danışmanlarına, avukatlarına sorabilirsiniz. 2.Sigorta şirketinin Türkiye’deki çalışmaları Bu muhteşem şirket, Osmanlı İmparatorluğu’nun dört bir yandan saldırıya uğradığı bir zamanda, Anadolu’ya gelip, Ermeni yurttaşlarımızı tespit edip, sizin sigorta yaptırmaya ihtiyacınız var. Hadi pamuk eller cebe... demiştir. Ekonomik açıdan zor zamanlar yaşayıp, geçinme hesapları yapan insanlar, “aman ne güzel, bir de hayat sigortası yaptıralım. Ne olur ne olmaz” demişler ve sigorta bedellerini ödeyerek, sigorta yaptırmışlar. Sigorta şirketinin yalnızca Ermenileri bulması ve onlarla poliçe düzenlemesi enteresan bir vaka elbette. İnsanlar arasındaki eşitsizliğin çözümlenmesi gerek. Bakterilerden söz ederken, ilkel kardeşlerimiz diyen bilim adamına saygılar sunuyorum. O kendisini ve bizi, canlılığın bir parçası kabul ederken, siyasi cambazlar, kendilerine yer edinmek için yapmadık oyun bırakmıyorlar. (İnsanın Özü yaptıkları eşeklikleri gizlemek için yapmadık şebeklik bırakmazlar) O tarihte, yani 1915’lerde, Osmanlı geniş bir ülke. Rumlar, Ermeni’ler, Yahudi’ler, Kürtler, Türkler, Araplar.... bütünün bir parçası. Siz bunların arasında Ermeni’leri seçin, gidip onlarla sigorta poliçesi imzalayın. Ermeni yurttaşlarımızın kaç tanesi okur-yazar. Kaç tanesi imza atmayı biliyor. Sözde poliçelerde imza, parmak izi... ne var. Bu olay iki açıdan mizah unsuru içerir. Birincisi öyle kolay lokma sigorta şirketi yoktur. Gerçek olaylarda bile sigorta tazminatı ödememek için pek çok yollara başvurulurken, habere konu olaya biraz gülümsersiniz. İddia edilen sigortalama olayının bir an için gerçek olduğunu var sayın. Demek ki, senaryo hazır. Birileri bir şeyler hazırlamış. Sonucunu da öngörmüş. O kadar ufkunuz açıktı. O insanların ölüm riski taşıdığını biliyordunuz da, neden hiçbir önlem almadınız. Yoksa senaryo sizin mi. O dönemde geçim sıkıntısı çeken insanlar, poliçe bedellerini nerden ve nasıl ödediler. Sigorta olayını çözümlemek için hangi hukuk uygulanacaktır. Osmanlı ülkesinde sigorta çalışması yapma yetkiniz var mı. Hangi kurumdan, ne gibi bir izin aldınız. Sigorta şirketi ile sigorta yaptıran arasında uyuşmazlık çıktığında, hangi ülke hukuku uygulanacaktır. Peki bu ayrıntıya dikkat edildi mi. Adı geçen dava, Türkiye’yi dolaylı olarak muhatap almaktadır. Amerika’da davanın ihbarı diye bir kurum var mı. Sigorta şirketi ödeme yaparsa, yarın bize dönecek ve rücu davası açacak belki de. Yoksa tahkim vs. bahanesi ile, yargı yetkimiz de devre dışı mı kalacak. Peki sayın şirket, sen gerekli savunmaları yaptın mı. Osmanlı’nın 1915 tarihindeki sınırlarını biliyor musun. Bu ülkede yaşayan insanları, hayali olaylardan sorumlu tutarken, neden kafatası kriteri alıyorsun. Göç olayı, belli bölgedeki yurttaşlar için uygulanmıştır. Bu olaydan, o bölge dışında yaşayan, örneğin İzmir’de, İstanbul’da vs. yaşayan Ermeni yurttaşları da mı sorumlu tutuyorsunuz. Yine o geniş ülkenin, kültürel farklılıklar gösteren, Süryani’lerini, Araplar’ını, Yahudiler’ini , Kürt’lerini .... mi sorumlu tutacağız. Peki, o tarihte Osmanlı sınırları içinde olan ve şu anda değişik ülkelerin yönetimindeki yerlerde yaşayan halklar ne olacak. Osmanlı ülkesinden koparılan yerler ve insanlar huzura kavuştu. Eğer bu yerler, İsrail, Filistin, Lübnan, Irak, Suudi Arabistan, Yemen, Kuveyt, Yugoslavya, Yunanistan... Osmanlı’dan ayrılmamış olsa ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parçası olsa, oralarda yaşayan insanlar da hayali soykırımdan sorumlu sayılmaya çalışılacaktı. Yoksa bilimsellikten uzak, genetik haritalar çıkarılıp, haritanın şurası sorumlu, burası sorumlu değil gibi ... anlamsız önermeler mi dinleyecektik. Görüldüğü gibi, sorumuz aynı zamanda çözümünü içeriyor. Sorun Türkiye’nin dağılmamış olması. Ülke sınırının dışında kalan aklanıyor. İçerdekiler yeni saldırılara muhatap. Türkiye insanını karalamaya çalışmak gibi, aslında ne anlama geldiği düşünülmemiş saçmalıklarla mı zaman geçireceğiz. Tevfik Fikret’in papaz olup, Amerika’da yaşayan ve orada ölen oğlu Haluk’un saçma teorilere göre çizilmeye çalışılan genetik haritanın neresine konulduğunu merak edebilirsiniz. Belki onun vaazlarını dinleyen sayısız insanların arasında bir çok Ermeni kardeşlerimiz vardı. Çözüm Türkiye sınırları dışında yaşamak veya din değiştirmek mi. Yoksa, çözümsüzlükten yarar uman kişilerle mi uğraşıyoruz. OSMANLI MECLİSİNİN GENETİK ŞEMASI Göç kanununu çıkaran Osmanlı Meclisinin genetik haritası biliniyor mu. Mecliste, ne kadar Rum, ne kadar Ermeni, ne kadar Arap, ne kadar Kürt, ne kadar , Türk vardı. Böyle net bir harita olamaz. Herkes birbiri ile akraba. Bugünkü Amerika’yı düşünün. Alman, Fransız, İtalyan, Afrikalı,Çinli..... nasıl ayıracaksınız. Evlenirken, kim kimin genetik geçmişi ile ilgileniyor. Ortada bir Amerikalı var. Hepsi bu. Eski tapu kayıtlarını okuyorum. Osmanlı uyruğundan söz ediyor. Ne din, ne dil, ne ırk... İstavri’den, Yorgo’dan, Maria’dan söz ediyor. “Kızlarağası Hanı’da ikamet eden, tebai Osmaniye’den Yorgo...” 3.DEDEM İÇİN DE TAZMİNAT VERİLECEK Mİ 1915’lerde gelip, bir kısım yurttaşlarımızı ölüme karşı sigortalayan şirket, acaba annemin babasını da sigortalamış olabilir mi. Gerçekten, Trabzon’da yaşayan dedem, çeteler tarafından öldürülmüş. Henüz yirmili yaşlarında ... Madem ki yiniyetli olarak geldin ve Osmanlı ülkesinde yaşayan insanlar için yaşam sigortası poliçesi düzenledin.... dedemi de sigorta etmiş olman gerek. Sayın şirket, benim dedemin, Türk, Rum, Kürt, Ermeni, Yahudi.... olup olmadığı konusunda bilgi sahibi değil. Böyle bir bilgiye ulaşması da bilimsel anlamda olanaksız ve bir o kadar da anlamsız. Dedem de o ortamda, o şartlarda yaşayan bir insandı, tüm diğer insanlar gibi. İnsanları konu alan her türlü çalışmada, birim insandır. Başka şekilde düşünülmesi ard niyet içerir. Dedemin gelmişini geçmişini.... Amerika’daki bir şirket bilebilir mi. 4. SOYKIRIM VARSA KİM YAPTI Osmanlı, kendi kendine mi soykırım yaptı. Böyle saçmalık olur mu. Ülkede çeşitli diller ve dinler bir arada yaşıyor. Osmanlı Meclisi’ni kimler oluşturuyor. Eğer göç kararı bir yasa ile alındı ise, bu yasa hangi ülkenin yasası. Osmanlı ülkesinde yaşayan ve sonuç itibarı ile bugünkü Türkiye’de yaşayan ve yalnızca müslüman olan Türkler mi bu kararı aldı. Herhangi bir ülkede veya yerde yaşayan, hıristiyan, şaman, budist... dinlerine inanan Türkler değil. Yalnızca Türkiye’de yaşayan ve yalnızca müslüman olanlar.... Anadolu Türkleşme ve islamlaşma sürecini yaşarken, burada yaşayan halk, genlerine kadar değişti ve Türk geni taşımaya mı başladı. Var mı böyle anlamsız bir önerme. Genlerin bir insana ait olduğu düşünülebilir. Ancak, her hangi bir milleti, milliyeti, ırkı, dini temsil eden genler olamaz. Varsa böyle anlamsız teoriler bilmek isteriz. İnsanlar Türk ve müslüman oldular diye, çağdaş yobazlar tarafından dışlanmaya çalışılıyor; cezalandırılmaya çalışılıyor. Birinci Dünya Savaşı yıllarını ve Osmanlı’nın son dönemini iyi bilmemiz’ iyi çözümlememiz gerekiyor. Ülke içinde çatışma ve insan öldürmeyi teşfik eden, destekleyenlere bir sorumluluk yüklemeyeceğiz. Bu ülkenin insanına, kendi insanı ile çatıştı diye leke atacağız. Dikkat edilirse, savaş, dinleri karşı karşıya getirmiş görüntüsünde. Ancak, Osmanlı’nın müslüman olan unsurları da devlete karşı kışkırtılmıştır. Orta Doğu’nun bugünkü çatışmalarının zemini hazırlanmıştır. Savaşlar, silah satanlar için oldukça yararlı yöntemlerdir. Ölenin veya öldürenin önemi yok. Yeter ki gelsin paralar. Göç kararı ve uygulamasından, neden Türkiye sınırları içinde yaşayan müslüman halk sorumlu tutulmak istenir de, farklı dinlerdeki insanlarımız başka türlü. Yine neden, Osmanlı’nın Anadolu’su suçlanır da, Irak, Suudi Arabistan, Mısır, Lübnan, İsrail.... sorumlu tutulmaz. Aslında ülke sınırları yapaydır. Osmanlı sınırlarını ve meclis yapısını bilmeyen hayalperest kardeşlerimizin gösterileri anlamsızdır. Daha doğrusu görünen amaç ile gerçek amaç çok farklıdır. Çanakkale Savaşında, gönüllü olarak savaşa giden ve tamamı ölen Tıp Fakültesi öğrencilerinin, genetik haritası var mı. Bu deyimi sanırım yalnızca ben kullanıyorum. Sanırım neyi anlatmak istediğim yeterince açık. Çanakkale’yi geçip, İstanbul’u almak ve Osmanlı’ya son vermek isteyen güçlerin, her türlü propagandayı yapması, her türlü yalanı söylemesi doğal değil mi. Yaptıkları saldırıyı haklı göstermek için, her yola başvurmaları, her tekniği kullanmaları onlar için doğaldı. Aynı anda Çanakkale ile birlikte, Osmanlı’nın dört bir yanı saldırıya uğramıştır. Arap çöllerinde 2 milyon askerimizin öldüğünü bir kaynaktan okumuştum. Bunun üzerine bir de Çanakkale’de yenilgiye uğrayan saldırganlar, her türlü propaganda aracı ile Osmanlı’ya, sonrasında Türkiye halkına saldırmışlardır. O gün başlayan soğuk savaş taktiği aynen devam ediyor. PROPAGANDA Birinci Dünya Savaşındaki, o zamanın süper güçlerinin planları tutsa, Anadolu’da hıristiyan bir devlet kurulsa idi, böyle anlamsız bir propaganda devam eder miydi. Aslında dini önemli değil, uydu olması yeterli. Irak’ta kimyasal silah, nükleer silah... var gibi bahaneler, propagandadan başka bir anlam taşır mı. Bu günün tarihi, zamana yalan ve yanlış olarak yazılabilir. Kendini haklı çıkarmak için her şey söylenebilir. Ama, İran-Irak Savaşı’na, her iki tarafa da, el altından silah satıldığı söylenmez. İşkenceye sözde karşı çıkılır ama neden işkence aletlerinin üretilip, aklıevvel ülkelere satıldığı söylenmez. ÖLEN İNSANLARIN GENETİK HARİTASI Kendini akıllı sanan bazı gen kardeşlerimiz, tarihle hiç ilgileri olmadığı halde, 1915’lerde Birinci Dünya Savaşı yıllarında ölen insanların genetik haritasını çizmeye çalışırlar. Efendim falanca insanlar katledilmiş, yani öldürülmüş. Soyut ölüm olayları gerçekleşirken, falancalardan arta kalan insan yok muydu. Onlar ölmedi mi, onlar öldürülmedi mi. Çeteler konusunda ne kadar bilginiz var. Niye kuruldular ve ne yaptılar Birinci Dünya Savaşında, kaç tane Osmanlı askeri öldü, kaç tane osmanlı vatandaşı öldü. Arap çöllerine giden asker sayısını kaç kişi biliyor. Doğuda ölen insanlar, Osmanlı’nın kendi vatandaşları değil mi. Şu veya bu şekilde ölen veya öldürülen insanların genetik haritası var mı. Yani şu gen kökünden gelen, şu kadar insan öldü diyebilecek kaç babayiğit var. Şu gen kökünden gelen insanları, bu gen kökünden gelen insanlar öldürdü diyecek üstün teknoloji var mı. Yoksa, anlatılmak istenen başka şey mi. Hangi kör dövüşü sürdürülmek isteniyor. Rastlantı sonucu daha zengin daha gelişmiş konumda bulunan bazı gen kardeşlerimiz,terör uygulamayı kendilerine hak görüyorlar. Bunlar bizimle aynı mirası bölüşmesi gereken bencil gen kardeşlerimiz. Farklı milliyetlerin farklı Adem ve Havva’ları olduğunu sananlar, acaba düşünerek mi konuşuyorlar. Yoksa, hesaplar mı farklı... DEVLETLER MİLLİYETLER VE FUTBOL TAKIMLARI “ Yukarı Küçükmenderes Havzası’nda tarih boyunca inançlar” adlı, yazarı Behiç Galip Yavuz olan bir kitabı inceledim. Şu anda benim bulunduğum ve bu yazıyı yazdığım yer, o kitabın anlattığı çevrede kalıyor. Yine bir başka kitapta, Anadolu Uygarlıkları adlı ansiklopedinin, Hititler’i anlatan bölümünde, Ekrem Akurgal’dan alınma bazı fotoğraflar var. Hititler’den kalan ve izmir ve Manisa’da bulunan kaya kabartmaları... O gen kardeşlerimiz ve adını bilmediğimiz birçok kültür, şu anda benim çalışmakta olduğum masaya yakın alanlarda yaşamış, uygarlıklarını kurmuşlardır. Buralarda yüzlerce insan yaşamış, savaşa gitmiş, aşık olmuş çocuk yapmışlardır. Aşk dünyaya yeni gelmedi. O insanlar da, yaşamak ve yaşamın devamlılığını sağlamak için aşık olmak, çalışmak vs. işlerle görevli idiler. Ve bunu yaptılar. Şimdi bu gen kardeşiniz, tarih koridoru’nun kenarına oturmuş, geçmişi ve geleceği izliyor. Şimdiki zaman sahnesinde bırakıp yaşananları, gelecekten bakınca kendime, garip bir komedinin orta yerinde, görüp yaptıklarımı, eğleniyorum. Belki bundan yüzlerce, binlerce yıl önce, bir Hitit veya Luvi , Bizans veya Yunan delikanlısı (tam benim yaşlarda), yine bu tarih koridorunun kenarına oturmuş ve birşeyler yazmaya, çizmeye çalışıyordu. Belki de yazı bulunmamıştı. Ama aşk ve aşık mutlaka vardı. Ela, mavi ya da kara, güzel gözlü kızlara dizeler yazılır, şarkılar söylenirdi. Bir dünyalı, yıllar sonra (belki de yıllar önce), aşkımız sandığın gibi değil, zaman ve yerde yakınlık ve hormonlar arası dostluk ve kardeşlik kutlaması... diye kendini ve aşkını özetlemeye çalışacak. Hiçbir teknoloji ve/veya üstün zeka, benim yani bu yazıyı yazan gen kardeşinizin, bu tarih koridorunda, binlerce yıl önce ve devam eden zamanda yaşayan gen kardeşlerimin doğal mirasçısı olduğum konusunda , olumsuz tek bir sözcük söyleyemez. Kendisini akıllı ve ayrıcalıklı sanan kuş beyinli gen kardeşlere küçük bir anımsatma. CAN DÜNDAR’DAN BİR İNSAN HİKAYESİ 8 Şubat 2005 tarihli Milliyet Gazetesi’nde, Can Dündar’ın bir yazısını okudum. Bir insan hikayesi başlıklı yazıda, Sibirya ve ardından Afganistana çalışmaya giden bir teknikeri anlatıyor. Afganistan’dan gelirken düşen uçak ve son bulan yaşam. Kendi dünyamız dışında da dünyaların var olduğunu, o insanların da kavgaları, sevdaları olduğunu, yaşama savaşı verdiklerini hissetmemiz gerek. Dün akşam(9 Şubat 2005) televizyonda izlediğin Türkan Saylan, her sözcüğü ile, dolu bir insan. Işık saçıyor. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve geçirdiği aşamaları anla. Okula gitmeyen kızlar konusunda yapılan çalışmaları anlattı. Kızların okula gönderilmeme nedeninin ekonomik nedenlere dayandığını belirtti. Niye okula göndermiyorsun diye sorulduğunda, hiç kimse ekonomik nedenlerle diye söyleyemiyor. Sudan bir bahane ileri sürülüyor. İnsanları tanımak ve sevmek durumundayız. Bizden başka dünyalar da var. Unutmayalım. Yine 9 Şubat 2005 tarihinin akşamı , Uğur “annem kızmadı ki” diye neşeleniyor, Barışa söylüyor. Onu da anlamak gerek. Gülümsemeniz için o kadar çok şey var ki.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ahmet Odabaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |