Okuma bayramında
Kasabalı akrabalarının huzurunda
Kaymakam olmaya söz vermiş
Bir avuç taşralı çocukla
TED’in çiçekli yollarından
Hariciyeci amcası,bankacı babası
Veya maliye müfettişi halası gibi
Mülkiyeli olmak için
Dershanesini daha daha az kırıp
Okula kaydını yaptırırken
Çevredeki Şah, Gergan, Valedam gibi kahvelere
Üye olmuş bir grup yuppinin
Lambiri kaplı uğultulu bir anfide
İşçi arılar, kraliçe arılar ve larvalar gibi
Ustaca kaynaştığı bir yerdi okulum.
Ve Ankara,
Nişanlısını kaybetmiş gibi kederli,
Denizsiz, soğuk, dilsiz Ankara,
Memleketimi, yapay göletli parklarıyla
İlk aldattığım şehirdi…
Bende mi öyle oldu, herkes mi aynıdır bilmem,
İlk tanıştığım arkadaşlarım ve onların
Arkadaşlarıyla uğurladı okulum beni son sınıfta.
İki kan kardeşi, İki ahret kardeş,
Biri sonradan rahmetli iki abi, bir abla…
Ahret kardeşlerimin abisiydi önceleri Remzi Abi,
Maraşlı, mütevazi.merhametli,mert
Biraz da sertti galiba…
Çevresindeki halesini delip de
Yüreğine ulaştığımda, daha da sevdim
Ve diğer uyduları gibi kopamadım.
O biraz abimdi, biraz babamdı,
Ama harbiden, “adam gibi adam”dı!
Biraz delidoluydu, biraz mahçup, biraz kırılgan
Ama baştan ayağa Anadolu’ydu…
Çizgisini yeni değiştirmiş, renklenmişti
Kolunun altından düşmeyen Tercüman,
Akdere sırtlarındaki iki göz odasının duvarlarında
Ütüsü bozulmamış iki palto, dört-beş takım
Ve yalnızca eve girince giyilen kot pantolon…
Bir elimizde ikiyüzelli gram peynir,
Biraz helva, iki ekmek,
Bir elimizde Remzi Abi’ye küfür gibi gelen Matematik,
Benim elimde sivilcelerimin aşkı Beşir Hoca’nın
Dip notlarını okuduğum kalın bir İDT kitabı.
Az tırmanmadık, bizi gördükçe ağzını örten kadınlarla dolu
Akdere yokuşlarını…
Az yakmadı içimi,
Remzi Abi’nin yemeklerinden eksik etmediği
Hakiki Maraş biberi…
Bi türlü halletmedi,
İki karılı ev sahibi, dışardaki hela işini…
Sertti mertti ama, seyretirirdi siyah-beyaz televizyonunda
Erovizyon’u,
Kıbrıs’ın Bayrak Radyosunu bile çekerdi,
Evladiyelik küçük radyosu…
Ben hoptirinam türküler dinlerdim,
O bozlak havalarında içini çekerdi,
Eski Türk filmerinde ağlardık birbirimize çaktırmadan…
Ve yapardı ben gelince yer yatağını,
Yatardık “aşüstü-başüstü”…
Derken, yanına hemşerisi
Ahmet Hoca’yı da aldı sonradan,
Yandaki evi de tutuverdi
Hidayet’le Mustafam,
Hiç unutmam bir gün çiğ köfte yaptık,
Maç seyrettik,
İlk kez tattım Hidayet’e Konya’dan gelen
Taş gibi Tarhana’dan…
Benim kırmızı süeterimle kırmızı çoraplarım,
Yeni terlemiş bıyıklarım vardı,
Remzi Abi’nin içten yüreği,
Benim ellerim uçarılık kokardı
Remzi Abi’nin olgunluk…
Benim abim kestane yapardı,
Ben muhabbetin küllerini dökerdim.
Benim abim adamlığı öğretirdi,
Ben susardım.
Öyle zekiydi ki Remzi Abi,
İkinci okuluydu Mülkiye, yani dikey geçişliydi
Ve okulu -tarihinde tek örnek-
Üç yılda bitirdi.
Bir Ramazan günüydü,
Maraş’ta çalıştığı hale gittiğimizde,
-Henüz bir yerlere girememişti-
Etilen kokulu elma kasalarının arasında
Sarıldık doya doya…
O sabahın köründe içtiğimiz
İşkembe kokulu mercimek çorbasıyla,
Babasının gönderdiği
Ve ters çevrilmiş bir elma kasası üstünde yediğimiz
O bol acılı, sarmısaklı kasap köfteyi
Evinde gördüğüm misafirperverliği,
İçime kazıdım.
Ve bir şeye çok kızarsam eğer,
Onun yuvarladığı en şirin küfrü
Sırladım içimden:
“Anasını eşşek kovalasın!”
Hala kızıyla evlendi Remzi Abi.
İsmini annesinin koyduğu çocukları,
Okuldayken hiç takmadığı renkte kravatları,
Hakettiği bir kariyeri var şimdi…
Zaman geçti,
Hayat yollarımızı ayırdı.
Bilirim ki hiç eksilmedim O’nun engin yüreğinden.
Çünkü O benim
Biraz abim, biraz babamdı,
O öyle “Hekaye!” değil,
“Adam gibi adamdı”!