Adresi Belli Olmayan Mektuplar (16) (Prangalardan... )

Bu sabah yağmur var İstanbul'da ve gökgürültüleri duyuluyor benim de yüreğimden az sonra yağacak yağmurları haber verircesine. Öfkem artınca şimşekler yolluyorum baktığım yerlere. Yine ne oldu demeyin. Hayat akıyor sürüklüyor ve sürüklenirken yaşadıklarımız duyduklarımız bizi de yüklüyor işte böyle bulutların yüklenmesi gibi artı ya da eksi.. Bu gidişle kimsenin derdini dinleyemez olacağım. Ya da dinledikçe koşup böyle yazıya dökülüp rahatlayacağım. Dert derde dert ekliyor. Ya da eski hikayeleri fişekliyor. :) Bir önceki mektupta anlatacağımı haber verdiğim hikayeye başka hikayeler de eklendi. Hayatın hikayesi de böyle yazılıyor işte bölüm bölüm, an an.

yazı resim

Bir yığın özlediğim insan var geçmişimde kalmış, başka gemilerle başka denizlere yol almış. Kiminin arkasından ben bakakalmışım, istemeden uzaklaşmışım gözyaşları ile, kimi beni uğurlamış buruk hüzünlerle; ama herkeste bir parçam, her gidende de benden parçalar kalmış (burada da Candan'ın şarkısı uygun düşer "parçalandım"). Bazen bakıyorum anılar salonunda yer kalmamış. Kimi en güzel sandalyeyi işgal etmiş, kimi ayakta, kimi kıyıda köşede. Kiminin ağır, kiminin hafif yükleri var içerde. Ya benim özlediklerim de beni özlüyorlar mıdır? Tek gerçek ayrılık ölüm değil midir aslında? Ama bir sürü değmeyecek şey uğruna yaşayan özlediklerimizden uzak tutuyoruz ya da tutuluyoruz. Bugün özlemin hüznü ile sarıldım mektubuma. Aynı hüznü hisseden yüreklerle paylaşmak ve azaltmak niyetiyle.

Bazen en yakın dostlarıma bile gönül koyduğum oluyor. Hesapsızca defalarca birbirimizin yüreklerimizi okuduğumuz ve ruhumuzun izdüşümleri yanyana olanlara kırlıyoruz en çok. Derdimizi söylemeden hissetsin istiyoruz ya da bildiği dertlerimizi bizimle yüklensin, yükümüzü paylaşsın, ona ihtiyacımız olduğunu bilsin. Onları bile siliyoruz yeri geliyor hayatımızdan ki ne çok şey paylaşmışlığımız oluyor. Kimiyle çocukluğunu geçiriyorsun, en masum en samimi günlerinin tek ortağı olan insanlar oluyor ama birgün yaptıkları bir hataya kırılıp çıkarıyorsun hayatından basitçe. Sonradan özlemeyecek, affetmeyecek, onunla eski günleri yadetmeye, dertleşmeye ihtiyacın olmayacak gibi. O da madem sen bana tavır yaptın ben sana iki katını yaparım moduyla ateşi iyiden iyiye körüklüyor. Sonra yakıyorsunuz bütün gemileri, gerisi kül duman. Aşkın kıpırtıları ile en tatlı hisleri yaşadığınız sevgililerinizi hele en keskin hali ile hiç haber almamacasına çıkarıyorsunuz hayatınızdan öcü gibi "bir daha senle mi asla " diyerek üç gün önce senle bir ömür derken. O da hımm öyle mi "peki o zaman çek cezanı" diyerek kılını kıpırdatmıyor. Kimse kimseye "inadını kır gel be boşver herşeyi alt tarafı kavanoz dipli dünya" ya da "sana ihtiyacım var bakma sen bana gitme işte" demiyor diyemiyor. Gelene hay hay gidene bye bye dünyası.

İnsan insana pranga takıyor ya da taktırıyor ya en çok buna deli oluyorum. Her hayatımızdan çıkardığımız insanda ellerimize birer paranga vuruyoruz aslında ve yüreklerimize birer çivi daha çakıyoruz yaraları iyileşse de tamamen geçmeyecek.

Özlüyorsun ama küssün arayamazsın, seviyorsun ama cezalı söyleyemezsin. Ya da havalara girmesin şımarmasın diye belli etmezsin. Görmek istersin göremezsin. Böyle komik kurallar uyduruyoruz yaşarken. Peki haksız mıyım? Bunlar pranga değil de ne Allah aşkına? Amman tükürdüğümüzü yalamayalım diye aramayalım sormayalım. Amman önce o arasın diye bekleyelim sonra bir yerlerimiz filan eksilir. Hayat o kadar uzun mu yahu? Yalnız doğup yalnız ölmeyecek miyiz? Niye giriyoruz o zaman bu kadar insanın hayatına madem çıkıp gidecektik.

Bunları ne söyletti bana anlatayım. İş hayatı sıkıntılarını, günlük stresleri ayrı tutarak yine gönül meselelerine daldım. Hafta sonunu epeydir göremediğim arkadaşlarımla geçirdim ne de iyi ettim. İçinde gönül yarası taşımayan yoktu. Görüşemediğimiz dönem içinde ne çok kırgınlık gelip geçmişti yüreklerinden. Bir tanesinin hikayesi ilginçti, yine başrolde yalancı biri vardı. Arkadaşımla nişanlı iken hayatına bir başkasını daha sokmuş ki bu sadece yakalanan bilinen kısmı belki bir değil fazlası, bunun sebebini de o çok korktuğu evlilikten kaçmak için (ne kolay bahane ama) yarattığı bir durum, psikolojik bir tepki diye açıklamış :) Ama hayat öyle ilginç ki İstiklal Caddesi gibi günde binlerce insanın yürüdüğü yolda hiç alakasız bir zamanda arkadaşım bunları yakalamış. O an donup kalmış, nasıl kalmasın. Ne diyeceğini bilememiş içinde kalmış herşey. İşte sancı ondan sonra başlamış. Daha ayrılığa hazır değil, nasıl olsun ki! Sevdiği, hayallerini birleştirdiği adamı bir anda olanca çıplaklığı ile karşısında görüyor. Ona örttüğü sevgi, hoşgörü elbisesi yok, dürüstlük şapkası düşmüş kel görünmüş bir kere. Hergün özlediği, sesine kokusuna alıştığı, elele olduğu insan neşe içinde başkasının eli elinde dolaşıyor. Gerçi hangisinin düştüğü durum daha trajikomik bilmiyorum. Söyleyemediği heceler büyüyüp devleşip kocaman olmuş boğazında, nefes almasını engelleyene kadar büyümüş büyümüş. Söylese ne olacak bezginliği cabası. Söylediğinde anlayacak adam öyle davranır mı? O tiplere ne desen boş. Üzerinden epey geçmiş, unuttum diyor ama hala gözleri eski ışıltısında değil. Bence yaşanan, hissedilen hiçbirşey unutulmuyor.

Sonra bir başkasının hikayesi, eşinden ayrılmış bir de çocuğu var ama adam değil eski eşini çocuğunu bile aramıyor. Bir anne için çocuğu en büyük aşkıdır ama bazı babalar için durum farklı oluyor demek ki. Gerçi kavgalı oldukları eşlerinden olan çocuklarına onun çocuğuna mı bakacağım diyerek reddeden, velayeti babaya veren anneler de duydum ama bir başkası girince hayatlarına çocuğunu görmeyen, sevgi duymayan babalar kadar çok değildi sayıları. Hamileyken eşini komik bahanelerle terkeden vurdumduymaz babalar bile var. Kedi yavrusu değil yahu senin yavrun ve o kadının sana her an ihtiyacı var ama senin umurunda değil. O senin çocuğunu dünyaya getirecek kadar yürekli ama sen onun yanında kalacak kadar bile yürekli değilsin. Bu adamlar vicdanlarını hangi bahanelerle kandırıyorlar merak ediyorum. Onlar da kendilerini hep haklı görenler takımından olsalar gerek. Egosantrik durumlar karışamıyorum:)

Neden yapıyor insanlar bunu birbirlerine bilmiyorum. Bunu düşünürken aşkı ve ayrılığı sorguladım bir kez daha. Ne kötü di mi insanın hayallerinin yıkılması? Kırılan kalpten gözlere yansıyan ışığın anlamsızca söndürülmesi. Ben mi duygusalım etrafta hiç mi duygu kalmadı anlamıyorum.

Sözün özü; kimsenin kimsenin gönül ışıklarını karartmaya hakkı yok, ama ne yazık ki dünyada sadece iyiler de yok. Yunus Emre nin dediği gibi yapmak çok zor olsa da yaratılanı yaradandan ötürü sevip affetmek, başka seçeneğimiz de ne yazık ki yok. Ama en azından pranga takmaya ve taktırmaya direnelim derim. Gözümüzü kapattığımızda kaç kalp kırdığımız değil kaç kalp kazandığımız sorulacak olsa gerek. Ya bu hikayelerdeki insanlar gözlerini pişmanlıkla kapatmaktan korkmuyor mu?

Hayli keyifsiz bir günümde açtım kalbimdekleri bu satırlara o nedenle karamsar bakış açım için kusuruma bakmayın. Benim de bu saydıklarım gibi isteyerek ya da istemeyerek taktığım yığınla prangam var ama bu satırları onları yok sayarak yazdım.

Prangalarınızı kırmanın huzurunu ve kazandığınız kalplerin zenginliğini diliyorum mektubumun sonunda..

Sevgiyle..

29 Mart 2010
Rüya

Başa Dön