Güz güneşi ufkun ötesinde yavaş yavaş dünyanın bir yüzünü terkediyordu. İnsanlar akşam telaşını koşuşturmak için fırsat bilmişler gibi saldırıya uğramış karınca yuvasının karıncalarını aratmadan o yana bu yana koşuşturuyorlardı. Koşuşturanların hiç biri ellerini çenesine dayamış, dizleri ve dirseklerini bir birine kenetlemiş başı öne eğik oturan adama dikkat etmiyordu. oradan geçen her insan şöyle bir dönüp bakıyor, bakar bakmaz hemen bakacak başka bir yer arıyordu. Adamın yüzünde gördükleri her neyse belkide bakan herkesi korkutuyordu. Ve bakan her insan korkan insan ne yaparsa onu yapıyordu; kaçıyordu…
Adam orta yaşlıydı. Ancak yüzünde kadim yıllara ait bir sürü çizgi vardı. Çektiği her acıyı yüzüne kazımıştı adam. Ve yüzündeki çizgiler sayılamayacak kadar çoktu. Parkın adamın oturduğu tarafından sıkça geçenler her akşam üstü o bankta o adamı yine o durumda görürlerdi. Ancak kimse selam vermeyi denememişti. Kimse adam konuşabiliyormu bilmiyordu. Adam arada bir sigara yakar, bir nefes çeker, ellerini yüzüne dayar; ve sigarayı sağ elinin işaret parmağı ile orta parmağı arasına sıkıştırır, sigara öyle kendi kendine yanardı. Adam her sigaradan yalnızca bir nefes çeker, gerisini havaya hediye ederrdi.
Adam orta boylu, çöp gibi incecik biriydi. Yüzü bir birine girmiş çizgilerle karma karışık, yüzündeki kemikler yüksekçe olduğundan çizgileri daha belirgin halde gösteriyorlardı. Burnu kemerli ve küçüktü. Gözlerinin rengi belirgin değildi. alnının sol alt köşesinde bir bıçak yarası vardı. Saçları sık olmakla beraber hep dağınıktı. Adamın saçları üzerinden koyun sürüsü geçmiş çimlere benziyordu. Ellerinin üstü çatlaklarla doluydu. Parmakları kısmen küt, parmak üçları nedendir bilinmez sap sarıydı. Ancak tüm bunların aksine adamın elbiseleri düzgün ve temizdi. Adamın hırpani vücut yapısının tam tersi olan elbiseleri güne küsmek üzere olan güz güneşinin altında “sen batarsan bat. Nasılsa biz varız, her yeri aydınlatırız.” Dercesine pırıl pırıldı.