Devletçilik veya Merkantilizm

Fransa'da "hayır"ın anlamı.

yazı resimYZ

Devletçilik veya Merkantilizm

İtalya Rönesans hareketiyle tohumları atılan kapitalizm, uzun süren gelişim sürecinde birçok aşamadan geçmiştir.

Uzun yıllardır kol emeğiyle tıngır mıngır yol alan kapitalizm buharlı makinenin icadıyla yeni bir ivme kazanmıştı.

Buharlı makinenin ağır aksak temposu elektriğin çarpmasıyla beklenmedik bir hıza kavuştu. Durmaksızın çalışan elektrikli makineler hammadde, üretilen ürünler ise tüketiciyle bulaşacak pazarlar arıyordu.

Mevcut sosyal ve ekonomik yapı bu beklentileri karşılamaya yetmiyordu.

Yeni fabrikalara, yeni işçilere, yeni ulaşım araçlarına duyulan gereksinim durmadan artıyordu. Ancak bunları karşılayacak sayıda, yetenekte, beceride ve ekonomik güçte burjuvazi yoktu.

Ama yaşam dayatıyor, kapitalizm damarlarına kan pompalanmasını istiyordu.

Burjuvazi yan gözle toprak sahiplerine bakıyor, onlardan yeni sisteme adapte olmalarını ve kendilerine omuz vermelerini bekliyordu. Ne var ki eski sistemden beslenenlerin bu taraklarda bezi yoktu.

Fakat onlar aldırmasalar da yaşamı alt üst eden elektrik pek yakında kendilerini çarpacaktı. Çok geçmeden kapitalistler engelleri zorlarken, toprağa dayalı sistemden vazgeçmeyen hükümranların canı yanmaya başladı.

Gerek kapitalistler, gerekse toprağa dayalı hükümranlık sürenler birbirlerine acemice tepkiler vererek, itişip kaşımaya, üstünlük sağlamaya yönelik ilkel çatışma ortamına sürüklendiler.

İki taraf da ne yapması gerektiğini, yeni koşulların neleri gerekli kıldığını çözmekte zorlandılar.Ancak, ibre, topraktan beslenen soyluların aleyhine dönüyor, dirençleri gittikçe kırılıyor, yalnızlaşıyorlardı.

Süreç ilerledikçe, burjuvazi, emekçiler ve köylüler ortaklaşa hareket etmeyi geliştirseler de, tam çıkış yolu bulmakta zorlanıyorlardı.

Deneyimleri, güvensizliği egemen kılıyor ve ortak hareket zeminini kayganlaştırıyordu.

Güven bunalımını aşacak, ilişkileri güçlendirecek projelere gereksinme vardı.

Ne yapılmalıydı da bu üç kesim bir arada tutulmalı, soyluların zaten yıpranmış, çürümüş erklerine son darbe vurulmalıydı?

İşte tam da bu kritik zamanda kapitalizmin hizmetkarları dehalarını gösterme fırsatını kaçırmadılar.

Kapitalizmin kanallarını işletecek bir şeyler bulmak üzere akıllarını başlarına devşirdiler.

Ve buldular da; burjuvazinin emeklemesi nedeniyle zafiyet gösterdiği boşluk, devlet eliyle dolduracaktı.
Burjuvazinin kuramadığı, elinin yetmediği yerlere, devletin, yurttaşından topladığı vergilerle kurulacaktı işletmeler.

Hammadde devletçe işlenecek ve mamul madde olarak kapitalistlerin pazarlamasına arz edilecekti. İşletme (fabrika, banka, yol vb ve işçi) giderlerinden kurtulan kapitalistler sadece pazarlama işiyle uğraşacak ve kemiksiz ete konacaklardı.

Kapitalizm adına elde edilen bu deneyimler, özellikle İngiltere ve Fransa ayağında geliştirilmiş ve dünyaya ihraç edilmiştir.

Bu deneyimlerle kapitalizmin; kök salması, dünyanın tek egemen ve meşru düzeni olarak kabul görmesi başarılmıştır.

En önemlisi, kapitalizmin yaşam bulmasıyla başlayan anti-kapitalist kalkışmaları bertaraf edecek ve devletin kapitalist sistem içinde inşasına yurttaşların gönüllü katılımını sağlayan harika yöntem bulunmuştur.

Bu yöntem merkantilizmdir.

Merkantilizm, feodallerin kapitalizme geçişteki başarısızlığı üzerine yaşam bulmuştur. Eğer feodaller kapitalist olmayı başarsa, burjuvazi kapitalizmin hızına yetişecek konumda ve donanımda olsa merkantilizme gerek kalmayacaktı.

Hanedanlar, başta elektriğin kendisi olmak üzere elektrik üzerine inşa edilen her şeye kafa tuttular. Onlar toprakla ve köylüyle oynamaktan zevk alıyorlar, güçlerini ve varlıklarını bu oyunlarla ayakta tutuyorlardı.

Yüzyıllardan beri süre gelen alışkanlıklarından vazgeçmeye yetecek güçleri ve becerileri yoktu.

Burjuvazi ile işbirliğini, yetki paylaşımını da reddedince ölüm fermanlarını imzalamış oldular.
Ya anlamadılar, ya anladılar da işlerine gelmedi veya böyle de yaşayabileceklerine inandılar ve olup bitene kulaklarını tıkadılar.

Hükümdarlar sürüp giden durumdan memnundular ama ya tebaaları?

Köylü ayaklanmaları, etnik başkaldırılar mevcut durumdan memnuniyetsizliğin çok çarpıcı göstergeleriydi. Hanedanlar ve şürekadan ümidini kesen burjuvazi tarihsel müttefikini ve izleyeceği yolu bulmuştu. İşçiler, köylüler ve bürokratlardan kurulu bir ortaklıkla kuracaktı kapitalizmi.

İngiliz ve Fransız kapitalistleri bu ittifakı kendi yurtlarında denemişler, geliştirmişler, dünya ölçeğinde kullanıma hazır hale getirmişlerdi.

Amerika’da başlayan bağımsızlık hareketini de katıp rüzgarlarına yelkenlerini iyice şişirdiler. Birçok hanedana reformlar önerdiler. Ekipmanlar ve bilgi vererek dönüşümün kavgasız yapılmasını denediler. Çağrıya olumlu yanıt veren hanedanlar değişimi başardılar ve saltanatlarını sürdürdüler.

Direnenler canlarını ve mallarını kaybettiler.

Şanslılar canlarını kurtarmayı başardılarsa da mallarından oldular.

Sırf bu düğümü çözmek üzere Birinci Dünya Savaşı musallat edildi dünyanın başına.

Kazım Karabekir, Paşaların Hesaplaşması (Emre Yayınları- Hazırlayan; Prof.Dr.Faruk Özerengin) adlı kitapta şunları anlatmaktadır. Sayfa 77/78 Erzurum'da Ravlensen, Şark hareketini teşvik ederken bana şu teklifte bulunmuş idi: 'Cumhuriyet ilan edin, İngiltere size yardım edecektir."

Biribiri ardınca savşlarda perişan edilen halk her şeye razı olmuştu.

Yorgun ve bitkin insanlar neler olduğunu anlayamadan dimdik ayağa kaldırıldı.

Çizilen sınırlar ve sunulan umutlar yurttaş sıfatıyla adlandırılan insanları kamçılamaya yetmişti. Gerçek anlamda küçücük kıvılcımlar “ulusal” kimlikler altında kor ateşlere dönmüştü.

Bu büyülü sözler; eşitlik, özgürlük, kardeşlik temelinde yükselen insani değerlere vurgu yaptıkça yarattığı heyecan akılları uçuruyordu.

Ve bütün bu söylevler sadece sözlerden ibaretti.>br>
Ama yurttaşları ayaklandırmaya, birçok kavramı canlarından kutsal kılmaya inandırmıştı.

Bunlara ek olarak kapitalistlerin antik tarihten çıkardığı ve devraldığı demokrasi ve cumhuriyet kavramları da kullanılmaya vevazgeçilmez bir ihtiyaç haline getirildi.

Bütün bunlar burjuvazinin taleplerinin karşılanması adına ortalığın karıştırılmasına yetti de arttı.
Hazır reçete ellerde ve dillerde dolanıyor; yıldırım hızıyla dünya coğrafyasın yayılıyordu.

Hükümdarların değil, halkın kendi kendini yönetimi zamanın geldiği müjdeleniyordu. Etnik kimliğe dayalı ulusal devletler kurulacak, bu devletler ulusların kendi kaderini tayin hakkı çerçevesinde yaşamlarını belirleyeceklerdi.

Hanedanların yerini, seçilmiş kişilerden oluşan meclisler ve meclisin iç işleyişini belirleyen kurallar doğrultusunda tespit edilen kurumsal unvanların gücü alacaktı.

Devlet içinde her şeyi zor aracılığıyla yaptırmak çok meşakkatli ve riskli olurdu. Nitekim birçok kapitalist devlet, henüz tadına varamadıkları ve emekleyen kapitalizmi tarihe gömecek gelişmelerin tehdidiyle çalkalanıp duruyordu.

İç tehditleri dengelemek için dış düşmanlar yaratıldı. Her ne kadar yurt içinde adaletsizlik diz boyu ise de başka devletlerin işgal tehlikesine karşı birlik zorunluydu.

Bu zorunluluk gereği, kapitalizm bir sınıf egemenliği biçiminden çıkarılıp, ulusal egemenlik haline getirilmeli ve tüm yurttaşların seveceği, sahipleneceği sempatik bir yapıya dönüştürülmeliydi. Kapitalizmin sevimli ve cazibeli fanilası merkantilizm oldu.

Merkantilizmin üzerine de “devletçilik” gömleğini giydirdiler ve “millileştirme” ile boyadılar. devletçilik gömleğini giyerek kamufle olan merkantilizm, yurttaşları kolayca sobelemeyi başarmıştır.

“Yurttaşlık bilinci” geliştirildi. Birilerinin savladığı gibi sınıflar çatışkısı değil, ulusal birlik üzerine kurulurdu devletler. Bu bilinçle motive edilen yurttaşlar, köylerine gönderilen tahsildarlara direnmeden ellerindekini verdiler.

Olmayan kapitalistlerin yerine, toplanan vergilerle devlet eliyle inşa edildi fabrikalar, kömür ocakları, hastaneler, Köy Enstitüleri, bankalar, çiftlikler, kombinalar ve onlarca sanayi işletmesi.

Bir süre işçiler,köylüler, bürokratlar ve burjuvaziden kurulu ittifak kısmi dayanışma ve barış içinde yürüttü devleti.

Burjuvazinin fabrikatörlüğe yetişemediği yerlerde diğer sınıfların eğitimli ve yetenekli üyeleri genel müdür, müdür vb kademelerde görev aldılar.

Burjuvazinin has ortakları olarak poh pohlandılar bile. Durmadan kan akıttılar burjuvazinin cılız damarlarına. Bu arada yurttaşları olan köylü hemşehrilerini, tanıdıklarını işçi olarak devşirdiler, köylerinden koparıp kentlerin varoşlarına yığdılar.

Köylerinden yarattıkları işletmelere işçi, yönetici olarak girmenin onurunu, gururunu ve mutluluğunu yaşadılar.

Kentlere ulaşanlar yoksulluk melanetinin belini kırdı belirli ölçüde, yorgun yaşamlar dinlendi, renklendi, karanlık dünyalar aydınlandı.

Bu anlamda gerçek bir uyanış, diriliş ve kuruluş macerasıdır merkantilizm. Burjuva ideologların ve ekonomistlerin sihirli buluşlarıdır. Burjuvazinin kendi kendine asla başaramayacağı kapitalistleşme sürecini olağanüstü bir başarıya dönüştürmüş sihirli değnektir.

Yurttaş unvanını almış yoksul insanların, mucizevi başarı öyküsüdür merkantilizm.

Milyonlarca insan alın terini, göz nurunu ve daha hazini yaşamlarını ortaya koyarak yarattılar “devlet işletmelerini”, “millileştirme” girişimlerini.

Tarih bu öyküyü de bitirdi. Hem de çok dramatik bir biçimde.

Gün geldi kapitalistler beklemedikleri kadar kapitale ve güce kavuştular. Devletin kurucu müttefiklerinden birisi değil gerçek sahipleri olduklarını söylediler. Kendi lehine, diğerlerinin aleyhine devleti küçültmeye soyundular.

Şimdilerde ulusça kurulan tüm işletmelere el koyuyorlar.Hem de bu masaların karşı tarafına işletmelerin kurucu ortaklarını almadan. İşletmeler kapitalistlere; işsizlik, yoksulluk, yorgunluk, umutsuzluk ve huzursuzluk ve nice melanet işçilere, köylülere ve bürokratlara düşüyor.

Şimdi ulusal işletmeler övünç değil utanç kaynağı gibi gösteriliyor. Bir zamanlar ulusal gurur olan kurumlar şimdi “ekonomini kamburu” olarak lanetleniyor.
“Gayri safi milli hasıla” dillerde artık.

Yurdum yurttaşının on milyonu işsiz olsa da bir şey ifade etmiyor. “Kişi başına düşen gayri safi milli hasıla” rakamına bakacaksın.

Ulusal değerlerde takılıp kalmayacaksın, global değerlere bakacaksın diyorlar.

Asıl adı merkantilizm olan devletçilik İngiltere’de keşfedilmiş, Fransa’da gelişip serpilmiştir.

On beşinci yüzyılda filizlenen kapitalizmin güçlenmesini ve kök salmasını, tüm sınıfların kapitalizme omuz vermesini sağlayarak gerçekleştirmiştir.

Eğer merkantilizm keşfedilmemiş olsaydı, kapitalizm gelişemez ve çökerdi. Belki de feodalite tüm haşmetiyle halen ayakta duruyor olurdu.

Birinci Dünya savaşından sonra yeryüzünü kapitalizmin kollarına devletçilik adında gizlenen merkantilizm atmıştır.

Devlet işletmeleri milletin mülkü olarak lanse edilmiştir. Böylece millet bu kutsal mülklere sahip çıkmak zorunda kalmıştır. Bu mülklerin yaşaması için her şeyini feda etmekten kaçınmamıştır.

Kapitalist işletmelerin karşısına koyulmuş ve sosyalist işletmelerle eşdeğerde algılanmıştır.
Büyük olasılıkla sosyalist ülkelerde de merkantilizm sosyalizm adında anılmıştır.

Zaman akıp giderken kapitalistler güçlendiler ve bu işletmelere sahip olmayı düşlemeye başladılar. Globalizm adı altında geliştirilen ideolojik ve politik kampanyalarla; kimi yerlerde KİT, kimi yerlerde başka adlarla kurulan işletmeleri ele geçirme planlarını meşrulaştırmanın gerekçelerini adlandırıyorlar.

Şimdilerde, kapitalizmin bir varyasyonu olan bu melez sistem, kapitalizm için tehlikeli ilan edilerek tasfiye yoluna gidilmektedir.

Ağırlıklı olarak Fransız İhtilali’nin damgasını taşıyan bu sistem, Fransızların sınıf savaşımındaki deneyimlerinin ürünüdür de. Her ne kadar İngiltere anavatanı olsa da merkantilizmin, dağıtımı ve tanıtımı Fransızlara aittir.

Avrupa Birliği Anayasası, emekçiler, küçük esnaf ve köylü, dar gelirli gib kesimlerin merkentilizmden elde ettikleri kazanımlara büyük darbe indirecektir.

Fransız halkı geçmişinden (Paris komünü başta olmak üzere) ve geleneğinden çıkardığı derslerle önüne koyulan tuzağa düşmemiştir.

Bu nedenle, Birlik Anayasasına, Fransız halkının hayır demesi son derece normaldir ve emekçiler, küçük köylüler, küçük burjuvazi (esnaf ve zanaatkarlar), dar gelirliler adına hayırlı olmuştur.

Hayır oylarının oranına bakıldığında, tehlikenin boyutlarının (Fransa da böyle olursa) hafife alınacak boyutta olmadığını göstermektedir.

Yine de bir yönüyle sonuç sevindiricidir. Burjuvazi dışındaki kurucu ortaklar bin bir meşakkatle kurdukları işletmeleri kapitalistlere kaptırmak niyetinde görünmüyorlar.

İşsizliğin ve yoksulluğun geldiği durum göz önüne alınırsa; sağlık, eğitim, ulaşım başta olmak üzere bir çok alanda yapılacak özelleştirme ile insanlığı bekleyen tehlikeler apaçık görülecektir.

Sonucun öteki yanı, evet oylarının da azımsanmayacak sayıda olması, kapitalistler dışındaki ortakların birlikte hareket etmekte yeterli yakınlığı sergileyemediklerinin ve tehlike çanlarının çaldığının göstergesidir..

Fransızların verdiği hayır Avrupa Birliği'ne karşı değil, Avrupa Birliği adına dayatılan gerici, emek ve hümanizma karşıtı, kazanılmış ve bizzat burjuvazinin imzasını taşıyan, insan haklarına yapılan saldırılara karşıdır.

Türkiye Cumhuriyeti'nin çökmesini istemez hiçbir yurttaş ama Anayasa'nın değişmesini istiyor iktidarı ve muhalefeti.

Fransa ve Hollanda halkı da birliğe değil, beğenmediği Anayasa'ya hayır demiştir.

Yer yüzünde hüküm süren birçok yurtta, yurttaşlar Fransızlar derecesinde uyanıklıktan uzak ve yeni icat ajitasyonların büyüsüne $kapılmış görünüyorlar.

Dileğimiz, Fransa ve Hollanda'da verilmiş "Hayır" oylarının iyi anlaşılması ve yanlış yorumculara kanılmamasıdır.
Murat Mehmet UĞURLU

Başa Dön