Bugün bir şarkı dinledim. Öyle bir duygusu vardı ki tıpkı frezya çiçeği gibi narin ve iç gıdıklayıcıydı. Dedim ki bu duyguları bir erkek taşıyamaz. Erkek it gibi sever, eşek gibi sever. Böyle bir duyguyu kadın yüreğinde barındırırdı ancak. Kuşlardan, bulutlardan, nergislerden, güllerden bahseden bir ruh anca narin bir kadın bedeninde bulanabilirdi. Çünkü kır çiçeklerini boynuna takan narin bir kadının bedeni aşk kokarken zümrüt ve yakut gerdanlığı elinin tersiyle iterdi. O anca aşkla duygusal anlamda zenginlik yaşardı. Başka zenginlikler narin kadını bir pırlanta dükkanına çevirebilirdi ama onu asla kraliçe ve prenses yapmazdı. Onu sadece saçına takılan kır çiçeklerinden yapılma taç prenses yapardı. Erkek de severdi fakat it gibi eşek gibi severdi. Ya ısırarak ya da inatlaşarak severdi erkek. Narin kadın ise kır çiçeklerinin en doğal haliyle betimlerdi duygusal halini. Çiçeklerle bezerdi yüreğinin toprağını. Çiğdemler, papatyalar açardı gönlünün alüvyon ovalarında. İçinin ırmaklarından coşkuyla akıp gelen duygular birike birike ovalarını oluştururdu, toprak ve su denizle buluşurdu bu yüreğinin nadide coğrafyasında. Kadın sevince; dere, nehir, toprak, ova, ülke olurdu. Sonra fethedilmeyi beklerdi. İsterdi ki biri gelsin başkent kursun dilediği yere. Tarlalarını ve bahçelerini eksin biçsin. Yeter ki kır çiçeklerini ezmesin, incitmesin en ince duygularını. İsterdi ki derelerinde çırılçıplak yüzsün ama başka diyarlarda soyunmasın. Bedeniyle ve ruhuyla ülke topraklarının tek sahibi olsun. Başka yerlerde gözü olmasın. Bugün bir şarkı dinledim. Öyle bir duygusu vardı ki tıpkı frezya çiçeği gibi narin ve iç gıdıklayıcıydı. Bir kadın duyarlılığında şarkıydı. Bekleyeni dile getiren, yalnızlıktan söz eden, aradığını bulamamaktan dem vuran bir şarkıydı. Bu dert bir kadın yüreğine sığabilirdi ancak. Bir dert ince bir telden bu kadar kırılgan ve hassas çıkabilirdi. Sazın kalın telleri erkekleri anlatırdı. Bu sazın hep ince telleri titremekteydi ve hüzzam şarkılara eşlik etmekteydi. Bu şarkı bir kadını seslendirmekteydi. Bu apaçık belliydi.
Kadın şu sözleri mırıldanmaktaydı: Günün en karanlık saatleri bunlar. Hayat bütün bulanık sularını içime akıtmakta. Bir bardak gibi tıka basa dolmaktayım gecenin bir vakti. Herkes uykuda bir ben aklını oynatmışçasına düşünce duvarlarına tırmanmaktayım. Yine aklımdasın ey sevgili. Yormaktasın beynimi. Başımı yasladığım gece karanlığı saçımı gün aydınlığı beyazlığına boyamakta. Yalnız değilim sen yoksan da yanımda. Kabusumsun, rüyamsın, bölünmüş uykularımsın sen her gece yatağımda. Yine yorgan dağınık, yastık süt dökmüş kedi masumluğunda. Işıklar ters çevrilmiş bir vazonun içinde bir mum ve ha söndü ha sönecek ve benim nefesim tükenecek bir kısık ateş ayarında. Dışarıda tepeler ve ağaçlar kara kartalın pençesine düşmüş küçücük bir tavşan gibi. Biriktirmekteyim yüreğimin kuyularına gökyüzünün karanlığından sızan gölgelerini. Sana gün ağarırken bir günaydın diyebilmek için kendimi yıkamaktayım gecenin karanlıklarıyla. Sen sabah yüzüme sımsıcak öpüşünü kondurduğunda gece nasıl sopsoğuk bir cesede dönüştüğümü bilmeyeceksin. Gece karanlığının bir lahit gibi üzerime nasıl kapandığını hiç bilmeyeceksin.
.
Frezya
Bugün bir şarkı dinledim. Öyle bir duygusu vardı ki tıpkı frezya çiçeği gibi narin ve iç gıdıklayıcıydı. Dedim ki bu duyguları bir erkek taşıyamaz. Erkek it gibi sever, eşek gibi sever. Böyle bir duyguyu kadın yüreğinde barındırırdı ancak. Kuşlardan, bulutlardan, nergislerden, güllerden bahseden bir ruh anca narin bir kadın bedeninde bulanabilirdi. Çünkü kır çiçeklerini boynuna takan narin bir kadının bedeni aşk kokarken zümrüt ve yakut gerdanlığı elinin tersiyle iterdi. O anca aşkla duygusal anlamda zenginlik yaşardı. Başka zenginlikler narin kadını bir pırlanta dükkanına çevirebilirdi ama onu asla kraliçe ve prenses yapmazdı. Onu anca saçına takılan kır çiçeklerinden yapılma taç prenses yapardı. Erkek de severdi fakat it gibi eşek gibi severdi.