Gök Kubbenin Altındaki Gerçekler

Biliyor musunuz yıllar önce bu adaya geldiğimde onların yönetiminde hiçbir şeyden habersizdim. Adanın ileri gelenlerini bu yönetim, hapislerde çürüttü. Bizlerin okumaması ve aydınlanmaması için ellerinden geleni yaptılar. Televizyonu bile getirmek istemediler, ama halk başkaldırınca bir kanal kurmak zorunda kaldılar. Onu da kendi propagandalarına alet ederek halkı uyuttular.”

yazı resim

Bağdat seferinin ardından IV. Murat vezir ve saray erkânını toplayıp zaferin şerefine emir verdiğinde Topkapı Sarayı’nın içine Bağdat Köşkü, bir yıl gibi kısa bir sürede tamamlanmıştı. Çinilerle döşenmiş bu binanın iç tasarımı da muhteşemdi. Boğazın ihtişamlı sarayında Padişah IV. Murat, İran seferine çıkacağı gün, her zamanki gibi erkenden kalkmıştı. Sabah namazını kılıp pencereden gökyüzüne uzunca bakmış, martıların keyifli uçuşlarını seyretmişti. Aklından geçen savaş planlarının ardından Divan-ı Hümayun’un bulunduğu makamına geçip düşünceli bir halde tahtına oturmuştu. Kapıda bekleyen vezirini el işaretiyle yanına çağırmış, “Bünyamin Efendiyi…” demesiyle vezir, haşmetlisinin ne demek istediğini anlamıştı. Eğilerek selamını sunup saygıyla geri geri kapıdan çıkmasıyla birkaç dakika içinde asıl adı Benjamin olan ancak Müslüman olduktan sonra ‘Bünyamin’ ismini alan Bünyamin Efendi, kısa zamanda padişahın huzurundaydı. IV. Murat:
“Bünyamin Efendi tezden Ehl-i Kalem’e emir oluna, oradan bin altın alına ve Hollanda’ya gidile…”
“Hayırdır haşmetlim.”
“Matbaayı Osmanlı’da kuracağız. Daha önce elçimizi Hollanda’ya göndermiştim. Anlaştık. Sen yalnızca Willem Janson Blaev’in imalathanesinden teslim alıp deniz yoluyla saraya getireceksin.”
Bünyamin Efendi eğildiği yerden başını kaldırmadan “Emrin olur Haşmetlim,” diyerek geri geri kapıya yaklaşıp tekrar selamını verdikten sonra padişahın huzurundan ayrıldı. Deniz yoluyla Hollanda’ya indiğinde, 1639 yılının 17 Mayıs günü Osmanlı’nın İran, Irak ve Ermeni sınırını belirleyen Kasr-ı Şirin Antlaşması imzalanmıştı. Altmış yıl süren İran- Osmanlı Savaşları da sona ermişti.
Hurufatlarıyla birlikte tahtadan yapılmış matbaa makinesi gemiye yüklenip Osmanlı topraklarına girdiğinde Girit sorunu da iyice alevlenmişti. Akdeniz’de güvenliği sağlamakla görevli Ali Piçinoğlu komutasındaki Cezayir ve Tunus donanması Avlonya limanına demir atmıştı. Venedikliler, komutanları Marino Capello yönetimindeki donanma, Osmanlı gemilerini topa tutunca IV. Murat bu duruma çok sinirlenmişti. “Venedik’le ilişkiler kesile…” diye emir vermesiyle Osmanlı topraklarındaki Venediklilerin de işi zorlaşmıştı. Onlar için ölüm fermanı çoktan verilmişti. Bu arada IV. Murat’ın sağlığı gittikçe bozuluyordu. Padişahın amacı, sağlığı düzelince Venedik’e sefer çıkartıp intikam almaktı. Ancak devreye giren Musa Paşa, Venedik’le yapılan anlaşmayla Cezayir ve Tunus gemilerinin Osmanlı limanlarında barınabileceğine dair anlaşmaya imza atmıştı. Venedik’ten iki yüz elli bin altın savaş tazminatını da koparmıştı. Sırlar içinde hazırlanan Venedik’e saldırı planlandığında IV. Murat’ın durumu gittikçe kötüleşiyor, damla hastalığı her tarafını esir alıyordu. 1640 yılının Şubat ayının 8’ini 9’a bağlayan gecesi öldüğünde, yirmi beş yaşına kadar öldürülme korusu içinde günlerini geçiren en küçük kardeşi Sultan İbrahim, diğer namı Deli İbrahim, Annesi Kösem Sultan’ın isteği üzerine 9 Şubat’ın sabahında tahta geçti. Ülkede iç karışıklıklar gittikçe alevleniyordu. Bir köşede unutulan matbaa makinesinin faaliyete geçeceğini öğrenen gericiler ile işlerine sekte vurulacağını anlayan hattatların heyet sorumlusu, Sultan İbrahim’e:
“Haşmetlim, elin gâvurundan Osmanlı topraklarımıza matbaa aleti getirmişler. Bu aletle bir de Kuran-ı Kerim basacaklarmış. Günahtır! Dinimizce caiz değildir!” dediğinde, İbrahim Sultan:
“Gelen matbaa aletini hemen sarayın demircibaşı’na teslim edip bu ucube eritile!” buyruğunu vermesiyle birlikte matbaa makinesi apar topar saray demirci başının bulunduğu yere götürülmüştü.
Demirci başı, karşısındaki alete garipçe bakıp getirene:
“İyide ben bunu nasıl eriteceğim? Bu demir değil ki! Ağaçtan yapılmış… Yakayım mı?”
Sarayın Ehl-i kalemindeki görevli:
“Vallahi ne yaparsan yap padişahımızın emri, ister kır, ister yak. Bunu mutlaka yok edecekmişsin…”
“Tamam, şu köşeye yerleştirsinler. Ben gerekeni yaparım.”
Matbaa makinesi artık hurufat kasasıyla birlikte demirci başının bulunduğu mekândadır. Demirci başı matbaa makinesinin etrafında birkaç kez dolaşıp inceler. Makineyi nasıl yok edeceğini bilemez. Kafasını iki tarafa sallayıp: “Kim yapmış bu biçimsiz aleti? Ne tahtaya benziyor, ne de demire!” diyerek, sandığın içindeki hurufatları inceler. Tersine düzüne bakar. “Allah! Allah!!” diyerek, ucunu kızarttığı demiri geniş pazılarının kuvvetiyle döver. Alnındaki terleri silerken gözü de tekrar matbaa aletine takılır. “Şeytan işi midir, nedir?” diyerek çekicini kızgın demire sürekli vurur. Kafasını kaldırıp kapıdan yönelen gölgeye bakar. Alnında biriken terini siyah kıllı iri koluyla birkaç kez siler. Önce gözlerinin üstüne düşen ter damlacıklarıyla güneş ışığının karışımı arasında hiçbir şey göremez. Bir kez daha gözlerini ovuşturup bakınca karşısındakinin, çarşı eşrafından Abraham olduğunu görür. Onun dedesi de İspanyol’du. (Padişahın fermanıyla Yahudiler, Müslümanlardan daha şatafatlı giyinmeleri istenmediğinden Abraham’ın imkânı olmasına rağmen üstündeki giyecekleri gösterişsizdi.) Abraham, kafasındaki Boneta tipi şapkası ve onun altında renkli bir türbanla çevirili çehresiyle beline bağladığı ve dizlerine ulaşan kuşağı ile bol şalvarı üstündeki geniş kollu alımsız mor cübbesinin uzunluğu siyah ayakkabılarını gizlemişti. Zaten Tevrat’ta “Oturduğun Mısır diyarının veya seni götürdüğün Ken’an topraklarının alışkanlıklarını taklit etmeyeceksin ve adetlerini uygulamayacaksın” demişti. Buna uymuştu. Abraham:
“Selam usta” diyerek içeriye girdi. Demirci başı önündeki kızdırılmış demire son kez vurup kenara bıraktı. “Hoş gelmişsen Abraham, buz gibi şıra versem, içer misin?” teklifiyle köşedeki testiden bakır maşrapaya şırayı doldurup Abraham’a uzattı. Abraham, şırayı bir dikişte içti. Cebinden çıkardığı mendiliyle ağzını silip demirci başına:
“Kuzum şu köşede duran nedir ki?”
“Padişahımızın emriyle geldi. Onu eritecekmişim…”
Abraham gülerek: “Hiç ağaç erir mi be kuzum?”
Demirci başı, ocağı elindeki uzun çubukla alaşağı edip iyice alazladı.
“Ben de şaşırdım. İçinde demire benzer yerleri var ama makinayı demir zannettim, değildi. Emir emirdir. Onu parçalara ayırıp ocakta yakarım” yanıtına Abraham:
“Yakacağına bana sat.”
“Ne yapacaksın ki?”
“Sen sat. Ver elini, kaç altın istersin?”
Altın sesini duyan demirci başı gülümsedi. “5 altın” dedi. Abraham:
“Kuzum pahali degil mi? Al sana 3 altın.” diyerek belinden çıkardığı kesecikten üç altını demirci başının eline bıraktı. İki el sıkıştı. Abraham’ın kolu acımıştı. Kolunu tutarak hızla demirci başının yanından ayrıldı. Ona “Bekle geliyorum” dedi. Bir saat sonra geri dönen Abraham, getirdiği at arabasıyla matbaa makinesiyle hurufatların bulunduğu sandığı alıp uzaklaştı. Abraham, daha önce görüştüğü ve kendisinde tahtadan bir matbaa makinesi olduğunu ve onu satmak istediğini söyleyen Cenevizli tüccara:
“Şu gördüğün değerli makineye ne vereceksin?”
“Bu nedir ki?”
“Matbaa makinesi ve hurufat sandığı…”
“Kırk altın”
“Olmaaaaz! Çok kıymetli, henüz bu topraklarda bir tane…”
“Sen ne istiyorsun?”
“Elli altın ver, anlaşalım…” sözü ikisini de mutlu etmişti.
Venedikli tüccar, at arabacısına, üstündeki makineyi rüzgârdan korunaklı geniş ve derin olma özelliğiyle İstanbul’un en işlek limanı Haliç’e götürmesini söyledi. Limanda bekleyen İspanyol yapımı bin altı yüz tonajlı kadırga gemisinin kürekçileri at arabasından aldıkları matbaa makinesini gemiye yüklerken diğer görevliler de Avrupa’ya gidecek malzemeleri gemiye yüklüyorlardı. Cenevizli tüccar oldukça kararlıydı. Matbaa makinesini İspanya topraklarına indirme zahmetine katlanmadan öylece gemide bıraktı.
Gemi bu kez İspanya limanından yüklediği mallarla birlikte uzun yolculuğa hazırdı. Korsanlardan sıyrılan gemi kendisini Cebeli Tarık Boğazı’ndan süzülerek Atlas Okyanusu’nun hırçın sularına bıraktı. Yolculukları oldukça uzun ve aylarca sürdü. Geminin ambarı tıka basa yiyeceklerle doluydu. Bu uzun yolculukta en zahmetli görev, geminin en alt bölmesindeki kürekçilerdi.
Matbaa makinesi Haliç’te yüklendiği gibi köşesinde durmaktaydı. Gelip geçen kürekçiler bu garip alete bakıp bir şeye benzetemeyince, meraklarından tüccara sormadan yapamadılar. Cebelitarık geride kaldığında geminin etrafında yalnızca denizin dalgaları ve güneşin parlayan yüzü vardı. Akşam vakti kürekçiler oldukça yorgundu. Kaptan onları dinlenmeye gönderdiğinde, gemide denizin durgun sularında öylece hareketsizdi. Cenevizli tüccar, yüklediği mallarını kontrol edip güverteye çıktı. Gökyüzüne baktı, Ay ve bulutlar, kovalamaca oynar gibiydi. Hasırdan yapılmış sedire uzanıp görebildiği yıldızları seyrederek uykusuna daldı.
Kaptan, şafak vakti kürekçileri tekrar görev yerlerine gönderdi. Gökyüzüne bir kez daha baktı. Bulutların kararmasının ardından neler olabileceğini tahmin edebiliyordu. Koşarak kürekçilerin bulunduğu bölüme indi. Ortaya konuştu:
“Gökyüzünü iyi görmüyorum! Hava fena patlayacak gibi! Emirlerimi bekleyin…” sözüne, kürekçi başı:
“Tabi ki efendim…” dedi. Rüzgâr sertleşmiş, yağmur damlaları da hızlanmaya başlamıştı. Gemi karanlıktı, içeriyi aydınlatan yalnızca yağlı kandilin çıkardığı cılız ışıktı. Herkes İsa’sına dua etmeye başladı. Denizin gittikçe kabarmasıyla geminin önü metrelerce yukarı çıkıp birden aşağıya indiğinde geminin içerisi alaboraydı. Kaptan, emrindekilere rüzgârın yönüne göre yelkenlerin yerini değiştirilmesini isterken, kürekçilere ise neler yapılması gerektiğini gırtlağını patlatırcasına komut veriyordu. Yağmur uzun sürmeden kesilmiş, rüzgâr ise hafiflemişti. Deniz hırçınlığını çabuk terk etmişti. Kaptan, “Tanrımıza şükürler olsun. Çabuk atlattık… Biraz daha devam etseydi denizin dibini hep birlikte boylamıştık!” dedi. Kürekçiler ise istavroz çıkartarak gökyüzüne kaldırdıkları elleriyle Tanrısına minnet duygusu içindeydiler.
Kaptan, gemisini korsanların 1400 yılından beri cirit attığı Karayipler’den sağ sağlim geçirip adaya yaklaştırdığında küçük bir limana demir attı. Kürekçiler ile yelkenciler yorulmuştu. Sızlayan kollarını ovuşturarak adaya indiklerinde nereye geldiklerini kaptana sordular. Kaptan:
“Bu adaya ‘Turc’ diyorlar.” Cenevizli tüccar:
“Kaptan şu bildiğimiz Osmanlı Türkleri mi?”
“Evet, Osmanlı denizcileri yalnızca Akdeniz’de korsanlık yapmıyorlardı. Onların Cebeli Tarık’tan öteye geçmediğini söylerler ama bence dünyaya da açıldılar. Zira Osmanlının ünlü denizcilerinden Piri Reis’in çizdiği o meşhur haritada bu adaların ismi ‘Grand Turk’ olarak geçer. Hatta haritada bu bölgenin üstünde kayık resmi bile vardır. Birde bizim denizcilikteki haritalarda tehlikeli bölgelere “X” işareti belirtilirmiş. Bu da ‘Turk” adı ile sembolleşmiş. Zira Osmanlı gemilerinin mürettebatı Türk ve çoğu da açık denizlerde korsanmış” – karada akıncı ne ise denizde de korsanlardı. Onlara günümüzün deniz komandosu da denirdi.-
Tüccar:
“İlginç, yani ‘Turk’ adı tehlikeymiş anlaşılan!” Kaptan:
“Bu bölgeye ilk gelen İspanyol gemisi 28 Şubat 1596 tarihinde Havana’ya demirlediğinde mürettebatın 45’i Müslüman bazılarının adları da Türk ismiymiş. Birçoğunun da Batı Karadeniz ve Batı Anadolu taraflarından geldikleri söylenir.”
Tüccar kafasını kaşırken sordu:
“Adanın ilk yerli halkı kimlermiş?”
“1492 yılında Kristof Kolomb’un yenidünyaya ayak bastığı yerin ‘Turk’ adaları olduğuna inanırlarmış. Ancak adanın ilk yerli halkı ‘Taino’ Kızılderilileriymiş. Avrupalılar buraya gelince bu yerli halkı ya öldürmüşler ya da kendilerine köle olarak kullanmışlar.”
“Kaptan, denizlerde usta olduğun kadar tarihle de aran hiç fena değilmiş!”
“Kaptanlık yalnız gemi kullanmak değil üstat. Gittiğin yerleri de iyi bilecek ve araştıracaksın. Haydi, birlikte adayı gezelim. Mürettebat bu arada soluklansın zira daha gidecek epey yolumuz var.”
Kaptan, gemi mürettebatını toplayıp neler yapılacağını ve ne zaman yola çıkılacağını söyledikten sonra adanın içine tüccarla birlikte gezintiye çıktı. Adanın tropikal iklimi nefesleri açıyordu. Arazi yapısı oldukça alçak ve büyük bataklıklarla çevrili olsa da palmiye ağaçlarının tepesindeki tropikal meyvelerin albenisi vardı. Kaptan, ağaçların bol ve egzotik olan bölgenin dar ve nereye gittiği belli olmayan bölümünde ilerlerken ürperdi. Tüccara:
“Daha fazla ileri gitmeyelim ne dersin? Yoksa gemimiz olduğu yerde çakılı kalır.”
Tüccar, dizlerini ovarak:
“Doğru söylüyorsun kaptan. Ben de yoruldum. Hem dinlenip hem de meyve toplayalım. Zira erzak azaldı. Kürekçilere enerji lazım!”
Kaptanla tüccar birlikte yüksek bir tepeye çıktılar. Ağaçların dallarına yaklaşarak meyveleri topladıklarında güneş de batmak üzereydi. Derme çatma evlerin bulunduğu alana geçtiklerinde yerli halk evlerindeydi. Kaptan gözüne kestirdiği bir evin açık kapısından içeri baktı. “Kimse yok mu?” diye seslendi. Esmer, üstü çıplak, altında yalnızca kirlenmiş şortuyla çelimsiz bir adam kır saçları ve kırışık alnının altında gülümseyen gözleriyle misafirleri içeriye buyur etti.
Kaptan:
“Uzun yoldan geldik. Bir ay sonra Güney Amerika sahillerine inip yüklerimizi boşaltmamız lazım. Bu gece evinizde kalabilir miyiz?” isteğine yaşlı adam, gülümseyerek “ Sî ” dedi. Sonra onlara yatacakları yeri gösterdi.
Tüccar, uzun yolculuğun verdiği yorgunluğu uyuyarak gidermişti. Sabah erkenden kalkıp dışarıya baktı. Bambu ağaçlarının yapraklarıyla çevrili bahçeye gelen büyük bir papağanın renklerine bayıldı. İçinden keşke alıp İspanya’ya götürebilsem” dedi. Pencerenin önünden kaptana seslenip onu da uyandırdı. Birlikte dışarı çıktıklarında yaşlı adama teşekkür ettiler. Söz verdikleri saatte mürettebatla birlikte gemiye geçtiklerinde güneş de tepelerindeydi.
Adanın sahil şeridi sakindi. Rüzgâr, hafifçe esiyordu. Geminin demiri sulardan kurtulmasıyla kürekçiler, olanca kuvvetiyle gemiyi hareket ettirmişlerdi. Adadan toplanan tropikal meyveler, ambarda matbaa makinesinin yanındaki sandıklardaydı. Tirşe rengi denizin berraklığında gemi derin sulara doğru süzülürken çevredeki balinalar da serenat yapıyorlardı. Gece gündüz yapılan yolculuk herkesi bitap düşürmüştü. Kaptan, geminin güvertesine çıkıp ileriye doğru baktı. Gördüğü adayı hemen tanıdı. Yanına gelen tüccara:
“İşte burası da I. Manuel Rodriguez Adası” dedi. Tüccar:
“Ben de hatırladım. Artık gide-gele yolları ezberledim.”
“Erzak ve su takviyesi yapmamız lazım. Malum kürekçiler… Zaten tayfalardan birkaç tanesi vebadan hastalandı. Ölenleri de denize attık…”
Kaptan, aldıkları erzakı ambara yerleştirirken gözü köşedeki matbaa makinesiyle hurufat kasasına takıldı. Tüccara:
“Erzaklara yer açmamız lazım. Bu alet işine yarayacak mı? Yaramazsa denize atalım gitsin. Ne dersin?”
“Sen bilirsin kaptan. Önemli olan yiyecekler. Gönder bir kaç tayfayı da ucubeyi denize atalım.”
Matbaa makinesi üç tayfanın homurdanmaları arasında hurufat sandığıyla birlikte denize atıldı. Batmadan suyun üstünde sürüklenerek sahile vurduğunda tarih 1641’di.
Adanın Berberi Papaz Jose Martinez, yoğun işlerinin ardından sahile dinlenmeye gitti. (Beynindeki düşüncelerden arındığı tek yer, orasıydı.) Papaz, öyle sakin birisi de değildi. Zaman zaman çevresindeki gelişmelere kızıyor, kızmasıyla kalmıyor eleştiriyordu. Din adamının daha sakin ve güler yüzlü olması istendiğinden sırf bu siniri yüzden papazlıktan el çektirilmişti. Aslında sorun, onun sinirli olduğu değildi. O, ‘Tanrının nimetlerini insanlara eşit dağıttığını ancak buna uymayan zenginlerin daha zengin, fakirin ise daha fakir olacağını ve insanların zenginleştikçe Tanrı’dan o derece uzaklaşacağı fikrini her yerde bahsediyordu. Ancak Martinez’in savunduğu en önemli görüş ise, fakirlerin durumuydu. Onlar daha gösterişli trajediler yaşıyordu. Daha çok ağlıyorlardı. Martinez, onlara kızmıyor değildi. Fakirlerin sessiz kaldığını ve Tanrının kendilerine sunduğu nimeti beğenmediklerini ve bu uğurda savaşmaya değer bulmamakla Tanrıya karşı geldiklerini söylüyordu. Gerçek dindarların ‘fazla malı varsa paylaşmalı, az malı varsa ihtiyacı kadar almalı’ diyordu. Yani Martinez kendisine bahşedilmiş her şeyi kullanmayı Tanrıya ibadet olarak görüyordu.
Martinez yine böylesi düşünceler içinde sahilde gezinerek çıplak ayaklarını sularla buluşturup rahatladı. Acıkmıştı. Ağacın gölgesine geçip muzunu bitirdi. Denizin sonsuzluğuna gözü daldı. Sahilin elli metre ilerisinde yüzen bir cismin kendisine doğru geldiğini gördü. Şaşırdı. Merak etti. Biraz bekledi. Dalgalar, gördüğü cismi kendisine doğru sürüklüyordu. Matbaa makinesi, hurufat sandığıyla birlikte kıyıda ayaklarının dibindeydi. Makineyi bütün kuvvetiyle çekmeye çalıştı, ancak beceremedi. Onu bırakıp hurufat sandığını zorlansa da kenara çekebilmişti. İçini açınca harflerin ters olmasına anlam veremedi. Sandığı inceledi. Üstünde kilit yerine nal takılıydı. Nalı birkaç hamleyle çıkarttı. Kapağı açmasıyla ahşaptan yapılma harfleri inceledi. Harflerin neden ters olduğunu hemen kavrayamadı. “M” harfini alıp avucuna bastırmasıyla eline düşen izin ne anlama geldiğini anlamıştı. Dükkânının çevresinden kendisini seven beş genci alıp matbaa makinesinin yanına geldi. Aleti, hurufat sandığıyla birlikte berber dükkânına getirdiler. Bakımını yapıp bulduğu birkaç kâğıtla baskı yapmak istedi. Ancak sorun mürekkeptir. Mürekkebi bulsa kâğıdı, kâğıdı bulsa mürekkebi bulamadı. Çevresindeki bilgin kişilere kâğıt hakkında bilgi aldı. Araştırdı. Adalarına uğrayan Uzakdoğulu denizcilerden aldığı bilgilerle incelttiği odun parçasını, ıslanınca kayganlaşan ve eli tahriş eden beyaz bir maddeyle birlikte sirke ve nişasta katarak kaynattı. İçine sığır kemiklerini de ilave ederek kaynatma işlemini bir hafta daha sürdürerek sonunda kazanın üstünde biriken pelteleri kuruttu. Bulduğu kâğıt pis koksa da Martinez’in işine yaramıştı.
Martinez, kâğıdı bulmuştu. Sevinçliydi. Artık neler yazacağını kafasında tasarlıyordu. Özellikle İncil’den bölümler yayımlayarak çevresini bilgilendirmek istiyordu. Derlediği günlüklerini basarak okuyacaklarla biran önce paylaşmak istiyordu. Hayalinde basacağı kitabın adı bile hazırdı. “Kubbenin Altındaki Gerçekler” Martinez İncil’in Yaratılış bölümünün 1. Babından alınma Latince olarak hurufat sandığından şunları diziyordu. “… Ve Tanrı insanı kendi görüntüsünde erkek ve dişi olarak yarattı…” Martinez, “Tanrıyı anlamanın kendimizi anlamadan geçeceğini ve insanların doğuştan iyi ve günahsız olduğuna inanır” gibi yazdığı fikirleri 256 sayfaya bastı. Yanındaki yardımcısıyla birlikte bastıklarını adadaki evlere dağıttı. Para veren elleri geri iterek, yaptığı işin bedava olduğunu belirtti. Ada valisinin kendisini engelleme girişimlerine ve bunlara karşı verdiği mücadeleye rağmen Martinez inatla İncil ve yorumlarını açıklama mücadelesini sürdürdü. İnsanların onun anladığı biçimde ‘hak yoluna’ ereceklerine inanmaya davet etti. Ancak 1661 yılına girildiğinde artık Martinez’in gözleri görmüyor, okuyamıyor ve yazamıyordu. 1664 yılının sonbaharında sessizce öldüğünde son bastığı kâğıtları mezarının üstünde duruyordu.”
Haritada adı Turc and Caicos İsland yani Turk ve Kaikos Adalarına bağlı Cockburn kasabasının kordon boyundaki küçük ve eski binasındaki müzenin Müdürü Arkeolog Nikel Sadler, IV. Murat’tan başlayan ve Papaz Martinez’in ölümüne kadar anlattığı hikâyesini sonlandırdığında kafiledeki Aysel, duygulandı. Arkadaşıyla birlikte hikâyenin etkisinde kalarak bara geçtiler. Soğuk biralarını yudumladıklarında yanlarına gelip kendileriyle tanışan Smith isimli yaşlı adamın anlattıklarına kulak verdiler.
Yaşlı adam:
“Atalarınızın ayak bastığı toprakları görmek istediniz, değil mi?”
“Evet, müze görevlisi Arkeolog beyefendi bize öyle bir tarih anlattı ki etkilenmemek mümkün değildi.”
“Evlatlar, işte şu gördüğünüz ada topraklarını kimler ele geçirmek istemedi ki! Korsanlar mı sığınmadı adalarımıza, kabileler mi yerleşmedi. İspanyollar keşfettikten sonra Fransız ve İngilizler’de sahiplenmek istemişler. Aralarında yaptıkları savaşlarla ada gel-gitler arasında sürekli el değiştirmiş. En sonunda adayı İngilizler ele geçirmiş. Adanın ismini değiştirmeye kalksalar da halk istemediğinden bunu başaramamışlar ama sonunda ay yıldızlı bayrağını değiştirmişler. Şimdi İngiltere’ye bağlıyız. Eskiden bir yönetim vardı. Sormayın gitsin! Neler çektirdi bizlere neler! Ben o zamanlar gençtim. Geçim şartları oldukça zordu. Okyanus ötesinden gelecek gemileri bekler, ürettiklerimizi gemi tayfalarına satarak geçimimizi sağlardık. Bazen de takas ekonomisiyle gemiden gelen mallarla değiş-tokuş yapardık. O zamanlar mutluyduk. Ne olduysa başımıza bir yönetim geldi. Her şeyi alt-üst etti. Astığı astık, kestiği kestikti! Bütün kanunları kendi lehlerine çıkartarak, fakir insanların bir anda kâbusu oldular. Kendileri ve akrabaları zenginlik içinde yaşadılar.”
Aylin’in yanındaki erkek arkadaşı Ege sırtındaki haki renkli çantayı ayaklarının yanına yaklaştırırken içinden, ‘dünyanın birçok yerindeki yönetimler, insanların yaşamlarını zorlaştırabiliyormuş’ diyerek yaşlı adamın anlattıklarını dikkatle dinlemeye devam etti.
Yaşlı adam:
“Biliyor musunuz yıllar önce bu adaya geldiğimde onların yönetiminde hiçbir şeyden habersizdim. Adanın ileri gelenlerini bu yönetim, hapislerde çürüttü. Bizlerin okumaması ve aydınlanmaması için ellerinden geleni yaptılar. Televizyonu bile getirmek istemediler, ama halk başkaldırınca bir kanal kurmak zorunda kaldılar. Onu da kendi propagandalarına alet ederek halkı uyuttular.”
Aylin, yaşlı adamın anlattıklarına sinirlenip kafasını kaşıdı. Smith, anlatmasına devam etti. “Adalı olarak bunlara bir ‘dur’ demek lazımdı. Aramızda birkaç kişi toplanıp haksızlıklara karşı çıksak, devletin silahlı güçleri birçok kişiyi tutukluyordu. Gerçi o zamanlar demokrasi nedir bilmezdik ki! Bizim yaptığımız yalnızca, yönetimin hatalarına isyan etmekti. Artık ne olacaksa olsun dedik! İçeri aldıklarını öyle kolay kolay da bırakmıyorlardı. Çıkanlara ise ne iş ne de yaşama hakkı veriyorlardı. İşte ben de onlardan biriyim. Öyle mücadele ettim ki bedelini az kalsın canımla ödüyordum. Artık yaşım ilerleyince her şeye kahredip kendimi başka adalara attım. İngilizler gelince ne yaptılar biliyor musunuz? Ege, “Ne?” diyebildi. Adam, önündeki birasından bir yudum daha alıp konuştu:
“Evlatlar, İngilizler adayı ele geçirdiğinde önce eski yönetimin başını tutukladılar. Baskıcı yönetimi bağımsız bir mahkemede yargıladılar. Ona yolsuzluk ve rüşvetten uzun süreli bir hapis kararı verdiler. Adamlar, hapisten çıkınca adayı terk etmek zorunda kaldılar. Bu arada halk cahil kalmıştı.
Aylin:
“Ama gezdiğimiz ve halkıyla konuştuğumuz kadarıyla adadakiler aydın. Herkesin elinde bir kitap var! Hiç durmadan okuyorlar. İnceledim, eğitiminiz, tarımınız, adaletiniz, sağlık işleriniz iyi düzeydeymiş. Adanız pırıl pırıl… Herkesin işi var. En önemlisi de huzurlu, neşeli ve güler yüzlüler. Üstelik hiç hırsızlık ve kötü olay da olmuyormuş… ”
Adam gülümsedi.
“Hiç sorma kızım bu ortamı kolay kazanmadık.”
“Nasıl başardınız?”
Yaşlı adam, birasının son yudumunu bir dikişte bitirdi. Bardağın boşaldığını gören Ege garsona: “Amcamın birasını tazeler misin?” diyerek adamın dudaklarından dökülenleri dikkatle dinledi:
“İngilizler yönetimi ele geçirdiğinde ilk işleri adadaki cahilleri tespit etmek olmuş” dediğinde Aylin söze girdi:
“İnsanların cahil olduğunu nasıl anladılar, cahillikleri alınlarında mı yazıyordu?”
“Kızım, cahili anlamak zor değil. Birkaç basit soruyla hemen kendilerini ele verirler. Görevliler, ev ev dolaşıp çok basit sorularla anket yapmışlar. Sordukları öyle basitmiş ki inanın ilkokula giden çocuklar bile yanıtlarmış ama birçok insan bilememiş. Hem nereden bileceklerdi? Önceki yönetim, halkın bilinçlenmesini istememişti. Her şeyi öğrenmemizden korktular. Şu gördüğün kasabaya o dönemde ne kitap ne de gazete giriyordu. İşte o görevliler bir gün tespit edilen bütün cahilleri bir merkezde topladılar.”
“Desenize Hitler’in toplama kampı gibi!”
“Olur, mu? Hiç de öyle değildi. Büyük bir kütüphane düşünün, içinde kitaplar derya gibiydi. Etrafı korumalıydı. Kaçmak mümkün değildi. Altı bini aşkın cahil vardı bu kamplarda.”
Ege:
“Cahilleri zorla mı okuttular?” Adam:
“Dur heyecanlanmayın, anlatıyorum. Nerde kalmıştık? Ege: “…kampta altı bin kişi demiştiniz…” Adam:
“Evet, yeni yönetim bize öyle güzel kalacak yerler yapmış ki inanın kampımız çok lükstü. Yalnız kaldığımız odalarda ekran diye bir teknoloji yoktu. Bizi burada bir yıl eğittiler.”
“Ama bu zorla baskı değil mi? Hitlerin zamanından ne farkı var ki yapılanların!”
“Cahil insanların dünyaya çok zarar verebileceklerini söylediler. İster köylü olun, ister şehirli ne iş yaparsak yapalım, bilinçli olmayı öğrettiler. Ben hayatımda elime hiç kitap almamıştım. Gazete nasıl bir şey bilmezdim. Bize önce okuma- yazmayı öğrettiler. Daha sonra kütüphaneyle tanıştık. Binlerce kitabı raflarında görünce şaşırdık. Yaklaştık, onları tek tek kokladık. Raftan bir kitap seçip kapağına baktığımda “ The Merchant Of Venice/ Yani “Venedik Taciri” adlı kitap ilgimi çekmişti. Yazarına baktım Wıllıam Shakespeare yazıyordu. Önce yazarın kim olduğunu öğrenmek istedim. İngiliz yazarın sahnelenmiş birçok oyunu varmış. En ünlüsü de, Romeo ve Juliet ile Hamlet’miş. Bu ünlü yazar 1580’lerde gençken Thomas Lucy adlı nüfuzlu bir yargıcın arazisine gizlice geyik avlarken yakalanmış. Shakespeare borçlarını ödeme hususunda çok titiz davranmasa da alacaklarına hayli ısrarcıymış. Rafları dolaşırken Rus yazar Leo Tolstoy’un birkaç ciltlik ‘Savaş ve Barış’ ve hemen yanındaki “Anna Karenina” kitaplarını görünce içindekileri merak etmedim, desem yalan olurdu. Bir kitabında yazarın güncesine takıldım: Tolstoy, “Savaşta adam öldürdüm. Düelloda karşımdakiyle dövüştüm. İskambilde kaybettim. Köylünün alın teriyle ürettiği malı heba ettim. Köylüyü zalimce cezalandırdım. Havai kadınlarla âlemler yaptım ve insanları kandırdım. Yalan dolan, soygunculuk, her türlü aldatma, içki, şiddet, cinayet… İşlemediğim tek bir suç olmadı.” Tolstoy’un not defteri ölümle takıntılı bir insan tablosunu ortaya koyar… diye, devam ediyordu. Yaşantısı ilginç geldi… Bütün ciltleri bir solukta okudum. Hele Franz Kafka’nın eserlerini hiç unutamam. İlginç yazarlardan biriymiş. Sıska bedeni ve kas yapısından utanan Kafka, bugün ‘negatif beden imajı’ diye adlandırılan bir sorunla boğuşmuş. Günlüklerinde dış görüntüsünden ne kadar nefret ettiğini yazıyormuş. Bunu romanlarında da hissetmiştim. Yine günlüğüne yazdığı bir yazıda, geviş getirir gibi çiğnemelerden fena halde tiksinen babası, yemek masasında gazetenin arkasına saklanıyormuş. Daha nice kitapları okudum. Listesini yapsam şaşırırsınız. Kısacası kitap okumanın ve bilgilenmenin zevkini öğrettiler. Daha sonra okuduklarımızı birbirimize anlatıyor, hem keyif alıyor hem de çok ilginç şeyler öğreniyorduk. Artık öyle zaman geldi ki okumadan yapamıyorduk. Hızımızı öyle almışız ki bize ‘okumama günü’ bile ilan etmişlerdi. Sosyal ilişkileri öğreniyor, öğrendiklerimizi tartışıyor, dünyayı beynimize dolduruyor, okuduklarımızdan notlar alıyorduk. Kısacası dünyanın bilgisini öğreniyorduk. Öğrendikçe bize daha önce baskı kuran yönetime nefret kusmaya başlasak da içimize yüklediğimiz sevgiyle yine de bu acımızı yüreğimize gömdük.”
Aylin, adamı soluksuz dinliyordu. Söze girdi:
“Amca ben de çok kitap okurum. Hiç Türk yazarlarının kitaplarını okudunuz mu?”
“Nazım Hikmet’inizi bilirim. Hele bir şiirini defterime not almıştım.” dediğinde cebinden çıkardığı eskimiş not defterin sayfalarını karıştırdı. “İşte buldum!” diyerek tok sesiyle okudu:
Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket bizim!
Bilekler kan içinde, dişler kenetli
ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak
Bu cehennem, bu cennet bizim!
Kapansın el kapıları bir daha açılmasın
yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim!
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!
Yaşlı adam şiiri bitirince, Aylin çok duygulandı. Yanaklarından süzülen gözyaşlarını avcunun içiyle sildi. ‘Bizim ülkemizde kaç kişi bu şiiri not almıştır’ diye hayıflandı. Yaşlı adam, “Dünya’ya mal olmuş şairinizin kıymetini iyi bilin!” demesinin ardından gelen uzun bir sessizlik her şeyi anlatıyordu. Aylin: “Evet amca, bizim ülkemizde gerçekleri yazanlar, yönetimi eleştirip birilerinin arı kovanına çomak soktuklarında her zaman dışlanmışlardır. Hatta bunun bedelini hapishanelerde çürüyerek ve kovularak gittikleri sürgün ülkelerde vatan hasretiyle ölerek ödediler.”
Smith, “Bu yalnız sizin sorununuz değil, ezilen tüm insanlığın sorunu. Dünya’nın gizli güçleri insanların kültürle buluşmasını istemiyorlar. Kendilerine köle yaratıp onların emeklerinden nemalanarak keyif sürdürmek istiyorlar. Uzun hikâye uzun…” diyerek birasını bitirince Aylin de göz ucuyla yaşlı adamın elindeki Ernest Hemingway’in “The Old Man And The Sea” kitabına baktı. Kapağındaki denizin maviliğine gözleri daldı. Turizm rehberinin, “Arkadaşlar hazırlanın gidiyoruz!” sözüyle. Ege’yle Aylin, sırt çantalarını yüklenip gemiye bindiklerinde barın önünde oturan insanlar, kitap okumaya devam ediyorlardı…
Yaşlı adam barın içinden gülümseyerek el salladığında geminin düdüğü de acı acı ötüyordu…

Yorumlar

Başa Dön