Gökçeada 4

Bu nasıl cezaevi, isteyen herkes buradan kaçar? -Ben geldiğimden beri hiç kaçan olmadı. -Duvar yok, parmaklık yok, kaçmak isteyeni kim durdurabilir ki? -Kimse durdurmaz. Durdurmaya bile çalışmaz. İsteyen kaçar. Ama kaçan bütün

yazı resimYZ

GÖKÇEADA 4
Bir sabah erkenden yola çıktık. Sonbahar güneşi sokakları bile ısıtmamıştı henüz, Sabah kahvaltısı için bekleyemedik. Yemekhaneden birkaç ekmek çaldık. Çaldık bile sayılmaz çünkü bizim sabah tayınımızdı o ekmekler. Yemekhaneden yiyecek çıkarmak yasaktı. Bu nedenle gizlice almak zorundaydık. Ben ekmeğin yanında soğan da çaldım. Mutfağın kapısının hemen yanında kasa kasa soğan vardı. Biraz da tuz... Kaşla göz arası Tuzluğu atıvermişim cebime. Dalgınlık işte anlarsınız. Akşama geri getirip masanın birine bırakıverirdim. Kimsenin ruhu bile duymazdı. Sabahın köründe soğan ekmek kimseye çekici gelmedi. Kimsenin canı da çekmedi. Niye aldın oğlum onları. Boşuna hamallık etme, dediler. Yatağından yeni çıkmış, hala bedeninde uykunun ılık esintisini gezdiren birisi ekmeği soğanı ne yapsın? Yolda acıkırız neme lazım. Ben genelde cinsimdir biraz, azıcık da inatçı. Aklıma eseni yapıveririm.
Zeytinli altına vardığımızda güneş yavaş yavaş ortalığı kızdırmaya başladı. Bereket ki mevsim sonbahardı ve fazla eziyet etmiyordu. Yol köprüye gelmeden devlet üretme çiftliğinin elma bahçesine girdik. Birkaç elma kopardık. Yolun kıyısında elmalarımızı yemek için kısa bir mola verdik. Sonra Şahinkaya ya doğru yola düzüldük. Yol dip bir yamacın altından uzanıp dere boyunca akıyordu. Biz de sohbet, şamata, şarkı türkü gidiyorduk. Bir keçi sesi duyduk. Hayvan ormanları, vadiyi inletiyordu. Hayvan yoldan görünmüyordu. Sesin geldiği yöne doğru yürüyüp tepeye çıktık. İrice bir keçi yamaçtan aşağıya doğru uzanan bir ağacın dalına asılıp kalmış. Kaç zamandır böyle bilmeye imkân yok. Hayvancağız nasıl düştüyse boynuzlarından iki dalın arasına sıkışıp kalmış. Bütün vücudu çamaşır ipindeki giysi gibi aşağı sallanıyor. Bizi görünce hayvan ürküp debelenmeye başladı. Feryadına yürek dayanmıyor. İki arkadaş ağaca tırmanıp keçiyi yukarı çektik. Boynuzlarından yavaşça aşağıya sarkıtıp kayalık zemine doğru indirdik. Arkasına bile bakmadan kaçıp gitti. Fundalıkların arasına dalıp gözden kayboldu.
Dereköye yaklaştığımızda hava iyice ısınmıştı. Bir kez daha mola verip dinlendik. Dağlardan akan incecik bir pınardan su içtik. Su mu acıktırdı bize, yoksa yürümek mi? Bilmiyorum. Çıkar bakalım şu ekmekleri dediler. Ekmek, soğan ve tuzluğu çamdan çıkardım. Sabahleyin mutfaktan ekmek çalmamı gereksiz bulan arkadaşlarım Keşke birkaç domates alsaymışız, olsa peynir de iyi giderdi, diyorlardı. Tıka basa doymasak bile açlığımızı bastırmıştık. Yeniden yola koyulmak gerekiyordu.
Gökçeadadan Kapıkayaya tam on beş kilometre yürümemiz lazımdı. On beş kilometre bu dile kolay. Ali Osmanın köylüsü varmış cezaevinde. Gediz ovasının Turgutlu tarafındanmış, Hamzalı köyünden. Cezasının çoğunu çekince açık tarım cezaevine göndermişler Kapıkayaya. Dizlerimizde derman, gözlerimizde ışık tükeninceye kadar yürüdük. Benim aklımda hep o soru var. Ya bizi almazlarsa, görüştürmezlerse Halille? Bu kadar yolu boşu boşuna gelmiş olmayalım? Kapıkaya ya ulaştığımızda vakit öğleye yaklaşıyordu.
Dağlarla çevrili denize doğru uzanan bir düzlükte bağlar, zeytinlikler, büyük birkaç bina ve barakalar vardı. Eğer kapıdaki tabelayı görmeseydim orada bir cezaevinin olduğunu hayatta tahmin edemezdim. Binalar boyu bir metreye yakın yükseklikte bir duvarla korunuyordu. Elbette duvarlar mahkûmları içerde tutmak için değil, çevredeki hayvanlardan bahçeleri korumak için yapılmıştı. Gardiyan veya bir görevliyle karşılaşmadan kapıdan içeri girdik. Bahçede rastladığımız birine hemşerimiz Halili sorduk. Tanımakta hiç zorlanmadı, hemen çağırıp geldi. Halil cezaevinin muhasebe servisinde çalışıyormuş. Bizi görünce sevindi, hepimize teker teker sarıldı. Ali Osman bizi Halille tanıştırdı. Halil, nasıl geldiğimizi, karnımızın aç olup olmadığını sordu. Bütün yolu yürüdüğümüzü öğrenince üzüldü. Karnımız aç değildi ama bizi dinlemedi. Bu kadar yol yürüyen kişi taş yese yine acıkır , dedi. Yemekhane iyice kalabalıklaşmadan erkenden öğlen karavanasını yedik. Onların karavanası ile okulunki neredeyse aynıydı. Barbunya, bulgur pilavı ve çoban salata
Halile şaşkınlığımı gizleyemeden,;
-Bu nasıl cezaevi, isteyen herkes buradan kaçar?
-Ben geldiğimden beri hiç kaçan olmadı.
-Duvar yok, parmaklık yok, kaçmak isteyeni kim durdurabilir ki?
-Kimse durdurmaz. Durdurmaya bile çalışmaz. İsteyen kaçar. Ama kaçan bütün
mahkumiyetini yakar. Yeniden firar suçuyla yargılanır. Burada yatanların çoğunun çok az günü kalmıştır. Kimse kaçıp başını belaya sokmak istemez.
-Hiç kaçan olmuş mu peki?
-Bizden önce birkaç kafadar kaçmışlar. Ama adadan çıkmak kolay değil. Feribota binmeye
kalksa anında enselenir. Kaçıp bir hafta dağlarda dolaşmışlar. Keçi, koyun ne yakalayabilirlerse kesip yemişler. Rum köylerinden birinde papazın evini basmışlar. Karısına, kızına sarkıntılık etmişler. Hatta bizim gardiyanlardan biri bunları Gökçeada Çarşısında avare avare gezerken görmüş. Arkadaşlar cezaevine dönün sonunuz kötü olur. Henüz firarınız bildirilmedi falan diyerek ikna etmeye çalışmış. Ona da küfür etmişler. Biz gelmiyoruz, sıkıysa gelin yakalayın diye meydan okumuşlar. Yaklaşık on gün dağda bayırda sürttükten sonra gelip teslim olmuşlar. Ne olacak, tabi hepsini kapalıya göndermişler. Aslında papazın şikâyeti olmasa kimse bir şey demeyecekmişler. Bir de çaldıkları koyun ve keçiler
Seyfullah
Eylül 2009

Yorumlar

Başa Dön