Bu beklenen yağmurun son damlasında damıttım yalnızlığımı, her elek küçük yanlarımı, her uçurum hayallerimi süpürdü... Ve yalnızlığım; bir fahişenin insanlığa özlem duyduğu kadar büyüktü...
Gülüyorum; ince bir kıpırdanış var yüreğimde, hafif meşrep sevinç çığlığı, biraz da hüzün kalıntısı...
Yine geldin! Gülüyorum...
“Gelin olmuş gidiyorsun/ bana veda ediyorsun”
Böyle mi başlıyordu bu meyhane şarkısı...
Yoksa bavulu alıp da gitmek mi düşer kuradan!
Ders kitaplarından aldığım ve sübvanse edilmiş “devlet şirinliği” bir ülkeden yazıyorum!
Kuruyor nehirlerimiz, sularımız ve insanlarımız! Vadilerin derin yırtıklarından fırlıyor en derin korkularımız. Solgun bir bayram sabahının sahipsiz mezarlarında, çalınan altın dişler kadar garip ve çürüyen insanlık kadar umarsız...
Alnı çatıma gelen yazı; adı kader... Karanlık sorgu odasında Azrail; her dem beni soruyor. İnadına körlük, inadına sağırlık ve inadına lâl bir durum bendeki...
Şakaklarımdan bir tutam beyazlık daha belirirken, düşüyorsun cebime... Oysa daha dün kopartmıştım o beyazları...
Dere tepe koşarken ceylanlar gibi, soluğum kesildiğinde giriyorsun içime ve her kabusumda seninle yüzleşmek güdüsüdür beni düşündüren...
Gülüyorum; ince bir kıpırdanış var yüreğimde, hafif meşrep sevinç çığlığı, biraz da hüzün kalıntısı...
Yine geldin! Gülüyorum ve bir fahişenin kalabalıklarında yitiriyorum yalnızlığımı...
Ağlıyorum!
Envanterime düşürdüm iflası... Müflis bir ruhla, her şeyini yitirmiş bir tüccar şaşkınlığında dönüyorum geriye...
Gülüyorum!
Kocaman bir çocukluktu sanki, hayat dediğimiz ve biz hiç doğum günü bilmez gibiydik. Serseri günlere, küçük ayrıntılar katar, “gözyaşı aşklarımızı” tatlı anılarla süslerdik.
Geldin.
Hoş geldin!
Beni titreten bir çığlıkla girdin içeri...
Otur ve söyle bana o melodiyi! Yüreğimin bamteline daya namlunu ve ardı ardına ateşle, en sevdiğim o “ölüm şarkılarını”
Kışa girmeden önce, dikine batarken güneş yüzümüze, mevsim sarhoşluğunu yaşarken her şeyin ve aklımda tek sen varken yaşadım hayatı.
Hadi gönlüm söyle!
Bu güz yangınını nasıl dindireceksin?
Bu eğreti duruşlar varken üzerinde, ve kinayeli bir zamana tanıklık yapıyorken her şey...
Sabaha dayanan uykusuzluklar hiç mi öğütmedi ömrünü, hiç mi ders almadın evvabinden...
Geldin.
Hoş geldin!
Beni titreten bir çığlıkla girdin içeri...
Sarardı ruhum, soldu benizim, aklımdan geçti ellerini tuttuklarım, olmadık sorular sorduklarım ve uğrunda harcandıklarım...
Ağlıyorum!
Hesap hanemden bir ömür daha düşüyorum, kalın bir çizgi çekiyorum mevsimlik aşklarımın üstüne... Kızgın ellerini çekerken güneş tenimden, sarı yaprakta kavruluyorum.
Gülüyorum!
Bu kadar hızlı mı geçer yıllar?
Ve ne kadar usulca?
Ve nasıl yavaştan?
Ve ruhumu okşayarak kaynar kazan içinde
Ve ağlarken, unutturarak beni bana...
Geldin!
Sen şimdi en yakın dostum ol, ben anlatayım. Meze sofralarına ram ettiğim şu hayatı, ellerinin harcı olup eriteyim.
Ağlamak, ağlıyorsun ya sen, ben, sel olup akıp gideyim...
Geldin.
Hoş geldin!
Beni titreten bir çığlıkla girdin içeri...
Bu gün seni yaşadığım ilk gündü. Çok bekledim. Her ayı, her günü, her saati, sana varacak diye çok sevdim.
İçimdeki cehenneme köpük sıkacak o şefkat yumağı ellerini, yüzüme sür istedim. Göz yaşımı avuçlarına döküp içmek istedim kana kana...
Ve geldin...
Rüzgarından geçtim bugün ve soludum her atom zerreciğini, insanlığımı, imanlığımı, sebat ve sabrımı bildim.
Geldin.
Hoş geldin Eylül, hoş geldin...