Kader Ve İnsan İradesi Üzerine Bir İnceleme

İrade ve kader kavramlarını derinlemesine ele alan bu metin, insanın özgür iradesi ile ilahi kader arasındaki ilişkiyi sorguluyor. Levh-i Mahfuz'da yazılı olan kaderin mutlaklığı karşısında insanın seçme özgürlüğünün bulunmadığını ispatlayarak, varoluşsal bir dini bakış sunuyor.

yazı resim

**İnsan özgür değildir. Seçim yapamaz. Külli irade varsa, cüz-i irade yoktur. Cüz-i irade varsa, külli irade yoktur. Kader varsa imtihan olmazsın. İmtihan, seçme özgürlüğüdür. Oysa kader var. Sorular ve sorulara vereceğin cevaplar belli. Seçim senin adına yapıldı, sen seçmedin ama. Yürüyeceğin yol, yolda kaç adım atacağın, sen ve yol daha yokken bir kitaba yazıldı. Ve her şey kitaba uygun olarak yaratıldı ve bitti. Sonuç belli. Değiştirebileceğin bir şey yok. Değiştirme gücünün olabilmesi için, önce gücünün olması lazım. Hâlbuki ağzından çıkacak her harf dahî takdir edildi.
Şu an yaşananın, geçmiş zamanda olmuşların ve gelecekte olacakların, zamandaki her anın ve yaratılan her mekândaki bütün varlıkların, bütün eylem ve düşünceleri daha kendileri hayat sahnesine çıkmadan, varlık âlemine yansımadan önce, Allah’ın dilemesiyle Levh-i Mahfûz’da (korunmuş levha) mevcuttur.
Beşer, kaderde kendisi için Allah tarafından takdir edilen hayatı yaşar. Bu konuda bir seçim hakkına sahip değildir. İnsan ve cin; bedenini, ailesini, yaşadığı zaman dilimini, milletini bilinçli olarak seçemez. Var olan her şeyin kaderi Allah’ın kontrolündedir. Bir yaprak da ağaçtan Allah’ın dilemesi ile düşer…
Gelenekçiler, yazılan ayetlere muhalif yanlış bir kader anlayışına sahipler. Allah’ın, sonsuz ilmiyle kullarının neler yapacağını bildiğini, bunları “Levh-i Mahfûz”a yazdığını iddia ediyorlar. Bu durumda (Allah’ı tenzih ederiz), Allah edilgen, kulları ise hâşâ etken olmuş oluyor. Kullarının fiillerinden etkilenen ve onların eylemlerinin, yaptıkları seçimlerin sonuçlarına göre varlığı yaratan, idare eden, Allah olamaz.
Gelenekçilere göre kul istemekte, yapmakta, tasarlamakta ve Allah da kullarının istediklerini, dilediklerini, seçimlerini yaratmaktadır.
Kur’an’a göre ise tek fail, Allah’tır. Kullarının fiillerini yaratmadan önce kader kitabına yazan, dilediği zaman o fiili yaratan Allah’tır. Aksi düşünüldüğünde, kullar kendi kaderlerini belirlemiş, Allah ise, bu yaşanacak olanları, yaşanmadan önce yazmış olur. Hâşâ! Bu, “Allah kullarına tabidir” demektir. Gelenekçiler bilmeyerek de olsa, kullarının fiillerinden etkilenen, bundan dolayı, kader kitabını kullarının yaptıkları seçimlere göre yazan, edilgen olan, kullarının gelecek zamandaki fiillerinden etkilenen Allah’tır diyorlar. (Allah’ı tenzih ederiz)
Kuran’da, insanların her türlü eyleminin Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiği ve Allah’ın var etmesiyle meydana geldiği bildirilmektedir. İnsanların eylemlerini yaratan, Allah’tır.
Kovulmuş Şeytandan Rabbime Sığınırım
Merhametli ve Bağışlayan Tanrı'nın İsmiyle
“Ve Tanrı sizi ve yaptığınızı yaratmıştır.” ( Saffat Suresi 96)
“Yerden ve kendinize isabet bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce bir kitapta olmasın. Şüphesiz bu Tanrı'ya kolaydır. Kaçırdığınız üzerine üzülmeyesiniz size verdiği ile sevinmeyesiniz. Ve Tanrı bütün kibirli övünenleri sevmez. ” (Hadid 22)
“Gaybın anahtarları O'nun yanındadır. O'ndan başkası onları bilmez. Ve karada ve denizde olanı bilir. Hiçbir yaprak O'nun bilgisi dışında düşmez. Ve yerin karanlıkları içinde bir dane yaş ve kuru yoktur apaçık bir kitapta olmasın.” (Enam 59)
Gelenekçilerin yanlış kader tasavvurunu değerlendirince Allah’ın Rab ve İlahlık sıfatlarını gerçek mânâsıyla kavrayamadıklarına şahit oluyoruz.
Bu sakıncalı mantığı ve garip bakış açısını daha açık anlatabiliriz. Gelenekçiler; Allah’ın, bizim yaptıklarımızdan etkilendiğini, bu etkinin neticesinde de kaderi yazdığını söylüyorlar. Seçimi insan yapıyor, insan bir hayat yaşıyorsa; bu durumda, aslında kaderin yazılmasının anlamı kalmıyor. Allah, bizim seçimlerimizi neden kayıt altına alsın? İnsan, seçim yapabiliyor ve cüz-i iradesini kullanabiliyorsa, kader kitabının yazılı olarak bulunmasının bir anlamı olabilir mi? Şöyle düşünelim: Biz, Levh-i Mahfûz’da ne yazdığını bilmiyoruz. Ama Allah, ne yapacağımızı biliyor ve bunu Levh-i Mahfûz’da kayıt altına alıyor. Kaderimizi, biz yaptığımız seçimlerle şekillendiriyoruz ve Allah, sadece olmadan önce biliyor ve yazıyor. Ancak, bu tezin hiçbir anlamı yok. Allah, olacak olanı zaten biliyorsa ve biz bilmiyorsak Levh-i Mahfûz kitabının yazılmasının nedeni ne? Bizim, içeriğini bilmediğimiz bir kitabın bize bir faydası veya zararı yok. Nasıl olsa neticede kitabı bilmiyoruz. Allah, bütün eksik sıfatlardan münezzehtir. Levh-i Mahfûz kitabını takdir etmesinin Allah’a bir faydası olmayacağı ise aşikârdır; çünkü Allah’ın kullarına veya her hangi bir şeye ihtiyacı yok. Dolayısıyla, cüz-i irade merkezli düşüncede, Levh-i Mahfuz’da kaderin yazılı olmasının hiçbir anlamı kalmıyor.
Gelenekçiler, Allah’ın geleceği bildiğini, asıl üzerinde durulması gereken konunun bu olduğunu söylerler. Allah’ın geçmiş ve geleceği bildiğine iman etmek için, yaptıklarımızın ve yaşayacaklarımızın yazıldığı ama bizim içeriğini hiç bilmediğimiz bir kitap olduğunu bilmemiz gerekiyor mu? Levh-i Mahfûz olmasaydı aksini mi düşünecektik? Allah’ın bir ismi; Muhit. Allah, her şeyi ilmiyle kuşatmış; bunu biliyoruz. Mümin, bu gerçeğe zaten iman eder. Ama Levh-i Mahfûz insanlara bildirilmesinin gerçek ve asıl hikmeti ne? Her şeyin önceden takdir edildiği bilinir ve buna iman edilirse, bu bakış açısı çok güzel ahlakî meyveler veriyor: Tevekkül ve teslimiyet, Allah’a duyulan sonsuz güven…
Kaderi bilen ve kadere iman eden, olumsuz gibi gözüken olaylara şahit olunca üzülmüyor, nimet lütfedildiğinde de şımarmıyor; çünkü nimetin kaynağının kendi çabası olduğunu düşünmüyor. Enaniyet yaparak kendine bir benlik vererek kibirlenmiyor. Başarısını üstüne almıyor. Büyüklenmiyor. Kendini Allah’a bırakıyor. Varlığı başıboş görmüyor. Kaos ve karmaşa yerine intizam, uyum ve hikmet görüyor. Allah’ın sanatını takdir ediyor. Sürekli olarak ben, ben, ben… demiyor. Güzel olan her şeyi Allah’tan biliyor ve nefsinde geçiyor ve benliğinden sıyrılıyor, şirkten arınıyor.
Kaderi düşünmeyen insan ise, hayatın bütün yükünü sırtına alıp taşımaya çalışıyor ve bunun sonucunda beli kırk yerden kırılıyor. Manevi felçli olarak ruhunu yaslayacak dayanak arıyor; ama bulamıyor. Bir üzülüyor, bir seviniyor. Rızık endişesi, sevdiklerini kaybetme korkusu, sürekli birilerinin ilgisine ve sevgisine muhtaç olma hissi… Hastalanma ve yaşlanma korkusu. Kaderi düşünmediği ve iman etmediği için dünya üstüne üstüne geliyor. Oysa kadere iman etse Allah’ın her şeyi hayır ve hikmetle yarattığını bilecek ve buna şahit olacak; sonrasında da huzurlu bir hayat sürecek.
Tabi, şu gerçeği aklımızdan çıkaramayız: Kadere iman etmek insan için hayati bir konu; ama kaderinde, kaderin varlığına iman etmesi dilenmiş olan, kaderin varlığına iman edecek!
Allah, dünya hayatı senaryosunu yazmış, rolleri, senaryodaki replikleri takdir etmiştir. Kimse bu senaryonun dışına çıkamaz. Eğer, gelenekçiler gibi düşünürsek, gerçek anlamda dünya hayatı senaryosunu da insan yazmaktadır. İnsan, dünya hayatını tasarlamakta ve eylemleriyle şekillendirmektedir. İnsan kendini tek etken, yapan, idare eden olarak tanımlamakta; hâşâ Allah’tan da (Allah’ı tenzih ederiz) olan biteni, ahirette adil bir biçimde değerlendirmesini beklemektedir. Bu durumda beşer, kendini tek fail konumuna sokmaktadır. Allah, kullarının nasıl yaşamaları gerektiğine dair hükümleri resulleri aracılığıyla kullarına bildirmekte, kulları da din konusundaki tercihlerini ortaya koymaktadır. Sonra, mahşerde Allah’a hesap vereceklerdir. Gelenekçiler bu tezi öne sürüyorlar. Gerçekten böyle bir şey var mı? İnsan seçim yapabiliyor mu? Resuller seçim yapabilmişler mi?
“Ve Tanrı'nın dilemesi dışında siz dileyemezsiniz. Şüphesiz Tanrı her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. Dilediği kimseyi merhametine sokar ve zalimler için acıklı bir azap hazırlamıştır.“ (İnsan 30-31)
İnsan, bir şey yapar. Bir eylemde bulunur. Bir şey düşünür. Bir şey diler. İşte, Allah, bu dilediğimizi zannettiğimiz şeyi dileyenin gerçekte kendisinin olduğunu bize bildiriyor. Allah, diliyor ve biz de yaşıyoruz. Yaşadıklarımız, Allah’ın diledikleri. Dilediklerimiz, gerçekte Allah’ın bizim için diledikleri. Allah, hiçbir şey yokken olacak olan her şeyi dilemiş, olacak olanlar aslında yaşanmış ve bitmiş ve bunların hepsini daha olmadan önce kader kitabına yazmış. Kur’an okunurken dikkat edilirse bu gerçek görülebilir. Mahşer meydanındaki konuşmalar, cennetliklerin cehennemliklerle ve kendi aralarındaki konuşmaları, ölüm sonrası olaylar… Hepsi yaşanmış ve bitmiş olaylar olarak anlatılıyor.
“Şüphesiz, her şeyi bir ölçüyle yarattık.” (Kamer 49)
Bir insanın kaderi anlamaması da kaderidir. Kader lehine ve aleyhine yaptığı her konuşma, kaderinde Allah’ın ezelden takdir ettiği konuşmadır. Kurduğu cümledeki kelimeleri ne şekilde kullanacağını da, Allah takdir etmiştir.
“Ve derilerine niçin aleyhimize tanıklık ettiniz? dediler. Her şeyi konuşturan Tanrı bizi konuşturdu ve sizi ilk defa O yarattı. Ve O'na döndürülüyorsunuz.” (Fussilet 21)
İman etmek bir insanın hayatındaki en önemli şeydir. Bir insan için bundan daha önemli hiçbir şey yoktur, olamaz da. Çünkü sonsuz hayatında yaşayacağı mekân, dünya hayatındaki inanışına ve inandığı şeyi yaşayışına göre belirlenecek. İnsan, iradesini kullanarak iman edebilir mi? İnsanın hayatındaki en önemli konuda seçim hakkı var mı?
“Ve Tanrı'nın izni dışında hiç kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Ve akıl erdirmeyenlerin üzerine murdarlık kılar.” (Yunus 100)
“Ve eğer Rabbin dileseydi yeryüzündekilerin hepsi topluca iman ederdi. İnsanları mümin oluncaya kadar sen mi zorlayacaksın? ” (Yunus 99)
Hiçbir insan kendisine fayda verecek veya zarar verecek bir şey yapamaz. Bu kuralın istinası olan hiçbir beşer yoktur; Allah’ın Resulü dahi seçim yapamamıştır.
“De: Tanrı'nın dilediği dışında kendime bir fayda ve yarara sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim çok hayır isterdim. Ve bana kötülük dokunmazdı. Ben inanan bir kavim için sadece bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim." (Araf 188)
"De: Tanrı'nın bizim için yazdığı dışında bize ulaşmaz. Bizim sahibimiz O'dur. Ve inananlar Tanrı'ya güvenip dayansın."(Tevbe Sûresi 51. ayet)
Henüz döl yatağındayken gözlerin gördü beni; Bana ayrılan günlerin hiçbiri gelmeden, Hepsi senin kitabına yazılmıştı.(Mezmurlar 139:16)
Bazı insanlar istemedikleri şekilde gelişen olaylara aksilik derler. Bu kişiler yaşadıkları bir olayı “ aksilik” zannetseler de, en doğrusu kaderde o olayın o şekilde olmasıdır. Gün içinde insanları üzen, rahatını kaçıran, kızdıran, sıkan, aksilik, terslik denilen olayların hikmet ve hayırlarını Allah o anda gösterse kişi üzülmesinin ne kadar yanlış olduğunu anlayacak ve tam tersine sevinç ve neşe içinde olacaktır. Kader kişiye bütün olarak gösterilecek olsa ya da aksilik gibi görünen olayları kader içerisinde görecek olsa onlar için hiç üzülmeyecektir. Bu bakımdan yapılacak en akılcı tavır Allah’a teslim olarak yaşamaktır. Kaldı ki farkında olsa da olmasa da, kabul etse de etmese de herkes zaten Allah’a teslimdir. Ancak bunun bilincinde yaşamak önemlidir. Bu şuura sahip müminler huzur ve güven içinde, tatmin olmuş bir ruh haliyle Allah’ın kendileri için belirlediği kaderi, bir film gibi seyretmenin rahatlığı içinde yaşarlar.
“Müminlerin imtihanı Allah'tan bir rahmet olarak çok kolay yaratılmıştır. Fakat bu kolaylık yalnızca samimi iman eden ve kadere tevekkül edenler içindir. Hakkıyla iman eden, samimiyetle Allah'a teslim olan bir Müslüman, karşısına çıkarılan görüntülerin sürekli değişmesini ibretle, heyecanla, şükürle, tefekkürle seyreder. Koltuğa oturup bir filmi seyreden kişinin rahatlığı içinde, onun için hazırlanmış olan kaderi güven ve sevinçle takip eder. Bazen hareketli, bazen ürkütücü, bazen nefse hoş gelen, bazen sakin görüntülerden oluşan bu kader görüntülerinin tamamında bir iman zevki, iman heyecanı vardır. Ürkütücü görüntüler, özel hazırlanmış görüntülerdir. En ince detayına kadar planlıdır. Ama sonuçta bunların tümü Allah'ın bilgisi dâhilinde ve O'nun kontrolündedir.”
Sizi imtihan etmek amacıyla, bazı sorular yöneltirler ve cevaplamanızı isterler. Siz de sorulara doğru veya yanlış cevap verirsiniz. Sorulara verdiğiniz cevaplar imtihanın sonucunu belirler. Veya önünüzde iki seçenek vardır. Yürümeniz gereken iki yol da olabilir bu. Seçenekleri değerlendirir ve birinde karar kılarsınız, ya da yürüyeceğiniz yolu seçersiniz. İmtihan böyle olur. Bu imtihanda bireyin seçim hakkı vardır ve iradesini kullanır.
Kader inancında ise, daha insan var edilmeden yaşayacakları Levh-i Mahfûz (korunmuş levha) adlı bir kitapta yazılmıştır. İnsan, insanın yaşayacağı hiçbir mekân ve varlık âlemi yokken, insanın yaşayacağı hayat takdir edilmiştir.
Kader, imtihan ve cüz-i irade birlikte düşünülebilecek kavramlar değil. Seçim hakkınız varsa kader olmaz. Kaderin varlığı da seçim hakkını ortadan kaldırır. Külli irade varsa cüz-i iradeden bahsedemeyiz. Çünkü, bu durumda hâşâ Allah’ın müdahale edemediği bir varlık alanının olduğu anlamı çıkar. Allah’ın kontrolünün dışında olay gelişebilmektedir. Beşer varlığında ve varlıkta değişiklik yapabilmekte ve hayatına yön verebilmektedir. Bu anlayış, bu bakış açısı külli iradeyi ve kaderin inkârı anlamına gelir.
İnsanı ve insanın fiillerini, eserlerini Allah yaratmaktadır. İnsanın bir iradesi ve seçim hakkı yoktur.
Kur’an’a göre ise tek fail, Allah’tır. Kullarının fiillerini yaratmadan önce kader kitabına yazan, dilediği zaman o fiili yaratan Allah’tır. Aksi düşünüldüğünde, kullar kendi kaderlerini belirlemiş, Allah ise, bu yaşanacak olanları, yaşanmadan önce yazmış olur. Hâşâ! Bu “Allah kullarına tabidir” demektir. Gelenekçiler bilmeyerek de olsa, kullarının fiillerinden etkilenen, bundan dolayı, kader kitabını kullarının yaptıkları seçimlere göre yazan, edilgen olan, kullarının gelecek zamandaki fiillerinden etkilenen Allah’tır diyorlar. (Allah’ı tenzih ederiz)
İnsan, bir şey yapar. Bir eylemde bulunur. Bir şey düşünür. Bir şey diler. İşte, Allah, bu dilediğimizi zannettiğimiz şeyi dileyenin gerçekte kendisinin olduğunu bize bildiriyor. Allah, diliyor ve biz de yaşıyoruz. Yaşadıklarımız, Allah’ın diledikleri. Dilediklerimiz, gerçekte Allah’ın bizim için diledikleri. Allah, hiçbir şey yokken olacak olan her şeyi dilemiş, olacak olanlar aslında yaşanmış ve bitmiş ve bunları hepsini daha olmadan önce kader kitabına yazmış.
Âdem yaratılmamıştı, fakat kalem yazmış ve mürekkep de kurumuştu. Yazılanı yaşıyoruz. Allah dilemedikçe kimse dileyemez. Kur’an bilgisi, sosyoloji, siyaset ve tarih bilgisi olanlar, yazılanlar daha varlık âlemine yansımadan önce bir kısmını okuyabiliyorlar. Zira ayetin, Kur’an’daki kullanımı farklıdır. Ayet, Allah’ın varlığının ve ilminin delillerini hayatın içine sızmış kelimelerinin okunabilmesidir aynı zamanda. Allah’ın ayetleri her yeri kuşatmıştır. Gözlerinizden bakan varlık varsa, bazı ayetler vuku bulmadan önce onları Kur’an’a bakarak okuyabilirsiniz. Yazılanı okuyabilmek için de bilgi gerekir. Çünkü Allah kelimeleri yaratmıştır. Allah’ın kelimelerinin ise, sonu yoktur. Eğer, Allah rızası adına okumaya talipseniz hidayet önderlerinin kılavuzluğunda hem geçmişi hem de geleceği okuyabilirsiniz. Sır, vahiyde saklıdır. Sırları, Said Nursi hocamda anlatmıştır. Sırrı çözmeye talip olan dua eder ve Allah da geleceğin ve geçmişin perdelerini ona aralar; o da bakar. Bu nedenle; vahiyden, geleceğin bir kısmını görüyorsanız, görebiliyorsanız çok mutlu ve huzurlu olursunuz. Said Nursi hocam, Nebimiz Muhammed’den sonra Levh-i Mahfuza nazar edebilen ender insanlardan biriydi. Asil ve şerefli bir hayatı oldu ve geleceği de anlattı. Çok huzurlu ve mutlu bir hayat yaşadı. Gördü, okudu ve yazdı. Ve sırları kelimelerin içine sakladı.
“Eğer şüphesiz yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem ve deniz onun ardından yedi deniz ona katılsa Tanrı'nın kelimeleri tükenmez. Şüphesiz Tanrı güçlüdür, hikmet sahibidir.” (Lokman suresi 27)
Olan biten her şeye sadece bakıyor ve olay olmadan önce hiçbir şeyi göremiyor.
Neden?
Gözlerinden bakan yok da ondan!
“Eğer onları doğru yola çağırırsan işitmezler ve sana baktıklarını görürsün oysa onlar görmezler.” (A’râf Suresi 198. Ayet)
İman etmeyen insanlar kendilerini Allah’tan bağımsız görürler. Olayları yönlendirenin kendileri olduğunu düşündüklerinden sürekli bunun gerilimini içlerinde yaşarlar. Herşeyin Allah’ın dilemesiyle kaderlerinde yaratılan değişmez bir gerçek olduğunu, herşeyde Allah’ı vekil kılarak huzurlu ve tevekküllü yaşayabileceklerini bilmemeleri, çok sıkıntılı, stresli ve zorlu bir yaşam sürmelerine neden olur. Örneğin hayatının kendi kontrolünde olduğu yanılgısında olan bir insanı düşünelim, bu kişinin hayallerini gerçekleştirmek için bir dizi planı olur. Rahat yaşamak ister. Fakat bunun için paraya ihtiyacı vardır. Para kazanmak için iyi bir okul bitirip meslek edinmesi gerektiğini düşünür. Yıllarca çalışıp istediği parayı elde ettiğindeyse aile kurma telaşı içine girer. Kafasındaki herşey tamamlansa bile bu sefer ailesini, çevresini, malını, işini ve bunun gibi hayatına hakim bir çok detayı elinde tutabilmek için gerilim yaşar. Sürekli kendi kontrolüyle hayatını yönlendirdiğini düşündüğü için kaderin konforunda hissedilen mutmainliği yaşayamaz.
Örneğin kazandığı parayla araba alır, bu sefer arabanın kaza yapma tehlikesini böyle bir durumda oluşabilecek yaralanma tehlikesini, kaza sonrası gerekli hastane masraflarını veya ölüm durumunda cenaze işlemlerinin ayarlanmasını detay detay düşünüp gerilim içinde yaşar.
Elbetteki insanın dünya hayatına ilişkin; nasıl yaşayacağı, nasıl para kazanacağı, ne tür faaliyetlerde bulunacağı gibi konularda düşünmesi, bunlara yönelik maddi manevi tedbirler alması son derece normaldir. Önemli olan insanın gerçek yaratılış amacını unutmaması ve yapacağı tüm bu işlerde mutlaka Allah’ın en razı olacağı seçeneği seçip, hayatına bu şekilde yön vermesidir. Bunları hayata geçirirken de, yukarıda anlatıldığı gibi Allah’ın kainattaki ve tüm insanlar üzerindeki sonsuz gücünü ve kontrolünü unutmayarak tevekkülü son noktasına kadar yaşamasıdır.
Nitekim akılcı ve samimi bakıldığında insanın kendini kontrol edebilecek bir akıl ve güçte olmadığı açıktır. Allah’ın gücüne ve aklına teslim olmayı reddedip sıkıntılı, gerilimli ve stresli bir hayatı tercih eden inkar edenler Allah’ın ayete bildirdiği gibi ‘kendi nefislerine zulmederler’:
"Bu dünya hayatında harcadıklarının durumu kendisine haksızlık eden topluluğun ekinine isabet ederek onu mahveden dondurucu rüzgara benzer. Tanrı onlara haksızlık yapmadı. Fakat onlar kendi kendilerine haksızlık ediyorlar."(Al-i İmran Suresi, 117)
İman edenler ayette bildirildiği gibi Allah’ın herşeyi hayırla ve bir ilim üzere yarattığını bilerek, olayların kaderde yaratılmış ve bitmiş olduğunun şuurunda olmanın getirdiği huzur ve teslimiyette olurlar. İşte müminleri diğer insanlardan ayıran bu bakış açısı olayları ‘BATINİ’ yani “dış görünüşüyle değil, gizli hayır ve hikmetleriyle” değerlendirmelerini sağlar. Örneğin BATINİ bakış açısında olan bir mümin, iki kişinin karşılıklı konuşmasını izlerken onlara müstakil kişilik vermez; onları Allah’ın tecellisi olan insanlar olarak değerlendirir. İşte bu noktada önemli bir detay vardır ki derin düşünen mümin bu insanlar konuşurken, meydana gelen her konuşmayı yaratanın Allah olduğunu bilir. İki kişi konuşuyor gibi gözükse bile ağızlarından çıkan her kelime kaderlerinde Allah’ın dilemesiyle yazılmış ve konuşulmuştur. Allah herşeyi yaratanın Kendisi olduğunu bir ayetinde şöyle bildirmektedir:
"Onları öldürmediniz fakat Tanrı onları öldürdü. Attığını zaman sen atmadın. Fakat Tanrı kendinden güzel imtihanla sınamak için attı. Şüphesiz Tanrı her şeyi duyandır her şeyi bilendir."(Enfal Suresi, 17)
Müslüman tek mutlak varlığın Allah olduğunu dolayısıyla Allah’ın her yerde olduğunu sürekli düşünür. Bakışlardan bakanın, seslerden duyulanın Allah’ın tecellileri olduğunu bilir. Bu ‘GERÇEĞİ’ sürekli tefekkür ederek Allah’a derinliğini, yakınlığını, samimiyetini çok artırır. Allah’ın can vermesiyle yoktan ‘VAR’ olduğunu bilen müminin hayatında Allah’ı unuttuğu bir an dahi olmaz. Yaşadığı anı değerlendirirken ‘Acaba Allah imtihan olarak ne yaratıyor? Nasıl tavır gösterirsem Allah’ın rızasına en uygun davranış olur? diye düşünür. İşte bu bilinç Müslümanın Allah rızası için sürekli salih amellerde bulunmasına vesile olur. Allah bir ayetinde, salih amellerde bulunanları cennetiyle mükafatlandıracağını şu şekilde bildirmektedir:
"Ve inanan Salih işler işleyenleri müjdele şüphesiz ki onlar için altlarından ırmaklar akan bahçeler vardır. Onlardaki meyveden rızk olarak her rızıklandırıldıklarında bu daha önceden rızıklandığımız şeydir derler. Onlara ona benzer verilmiştir. Orada onlar için tertemiz eşler vardır ve onlar orada ebedî kalacaklardır."(Bakara Suresi, 25)
. Şirk koşmadan iman edenler hiç beklemedikleri bir olayla karşılaştıklarında, çok olumsuz gibi gözüken bir durumda kaldıklarında veya başlarına diğer insanlardan çok tehlikeli ya da korkunç olarak yorumladıkları bir olay geldiğinde Allah'a olan güvenlerinden dolayı itidalli bir tavır içerisinde olurlar zira insan "tek bir an" bile endişeye kapılsa bu Allah'a olan güveninin tam olmadığını, Allah'ın sonsuz kudretini ve hikmetini tam takdir edemediğini gösterir. Örneğin insan zor bir durumla karşılaştığında, "genelde çok teslimiyetliyim; Allah'a güvenim tam, ama çok nadir bazı olaylarda paniğe kapılıyorum, tevekkülsüzlük yapıyorum" şeklinde düşünüyorsa bu çok yanlış ve çirkin olur zira bu mantıkla hareket eden bir insan, kendisine başka yardımcılar aramaktadır ve Allah'a tam güvenmiyor demektir. Bu da kişinin , Allah'ın varlığını kabul etsede, Allah'a tevekkül edemediğini, Allah'ın sonsuz kudretini kavrayamadığını ve dolayısıyla şirk içerisinde olduğunu gösterir. Sadece Allah'a rağbet eden insan ise Allah'ın kendisi için yaratmış olduğu kadere kalben razıdır. Zira iman sahibi bir insan kaderin dışına çıkmanın ya da kaderi değiştirmenin mümkün olmadığını cüzzi iradenin olmadığını sadece külli iradenin olduğunu bilir. Allah'ın her insan için tayin ettiği bir kader olduğunu ve o kaderin hiçbir değişiklik olmadan işlediğini unutmaz. Allah insanların yaşayacakları her olayın bir kitapta kayıtlı olduğunu ve insanların kitaplarında yazılı olanlar dışında hiçbir şey yaşamayacaklarını pek çok ayetiyle haber vermiştir. Bir insanın yaşamı içinde karşılaştığı her olay, küçük büyük her şey bir kitapta kayıtlıdır. Her insan yaşadığı bu dünya hayatında kendine ait olan bu kader kitabını okumaktadır. Yine İsra Sûresi 13. ayetinde de insanın kuşunun boynuna bağlandığı şöyle haber verilmektedir:
"Her insanın kuşunu boynuna bağladık ve kıyamet günü onun açılmış bulacağı kitabı çıkarırız."(İsra Sûresi 13. ayet)
Ayettede geçtiği gibi her insanın kuşu yani kaderi boynunda olup boynuna bağlandığından kimse alıp değiştiremez. Bu sebeple mümin karşılaştığı olayları bu gerçeğin bilinci içerisinde değerlendirir ve Allah'ın yaratmış olduğu kaderdeki her detayda bir güzellik arar. Kaderdeki her ayrıntının mutlaka bir hayır üzere yaratıldığına kesin olarak iman eder. Geçmişte yaşadıklarından ya da hali hazırda başına gelen olaylardan yakınma, rahatsızlık duyma veya hoşnutsuz olma gibi bir hataya düşmez. Bunun aksi bir tavırsa imanın derin olmadığını, imana şirk karıştığını gösterir. Kaderindeki herhangi bir olaydan razı olmayan bir insan aslında, Kur'an'da emredilen tevekkülü yaşamıyor, Allah'ın yarattığı kaderi gerçek anlamda kavrayamıyor demektir. İşte bu durum insanın farkında olmadan şirkte olduğunu gösterir. Bir kişinin başarılı bir konuşma yaptığı zaman o konuşmayı kendi aklıyla kendisinin yaptığını zannederse bu çok yanlış olur. Zira Kur'an'da tarif edildiği gibi "nutku verip konuşturan" Allah'tır. Allah dilemedikçe bir insanın konuşması ve üstelik hikmet üzere konuşması mümkün değildir. Buna en büyük ispat Elçi Zekeriyya'nın duası kabul edildikten sonra artık 3 gün işarettende başka konuşamamasıdır. Şuanda bu yazıyı bana yazdıranda size okutanda sadece Allah'tır. Bunların hepsi Allah'ın dilemesiyle gerçekleşmektedir. İnsanın bir musibetle karşılaştığında örneğin bir kaza sonucu gözlerini kaybettiğinde, hastalandığında ya da yaralandığında, bunların kaderinde yaratıldığını unutmaması şarttır. Eğer hastalıkta rol alanın bir virüs, kazaya sebep olanın kötü bir sürücü olduğunu düşünüyorsa bu kişi olayları büyük bir gaflet içerisinde değerlendiriyor demektir. Elbette arada çeşitli sebepler yaratılmıştır fakat bunların tümü Allah'ın bilgisi ve kontrolü altındadır. Musibet ve hastalıklarda direkt olarak mikrop ve virüsler olduğunu zannetmek, Allah'ın bu mikrop ve virüsleri birer vesile olarak yarattığını unutmak son derece yanlış bir bakış açısıdır. Kur'an'da her olayın Allah'ın bilgisi dahilinde gerçekleştiğini haber veren pek çok ayet vardır. Örneğin bunlardan ikisi olan Al-i İmran Sûresi 166-167. ayetlerinde şöyle geçmektedir:
"Ve iki ordunun karşılaştığı gün size isabet eden Tanrı'nın izniyleydi. Ve müminleri bilmesi içindi. Ve iki yüzlülüleri bilmesi içindi... (Al-i İmran Suresi, 166-167) Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere, insanların karşılaştıkları her türlü olay sadece Allah'ın izniyle gerçekleşmektedir. Bazı cahil insanlar şirk koşarak Allah'ın herkesin kaderini kendi çabasına bağlı kıldığını ve bu sebeple kaderi değiştirmenin insanın elinde olduğunu iddia etmektedirler böylelikle kendilerine Allah'tan bağımsız bir güç vermektedirler bu iddiaları içinse İsra Sûresi 13. ayetini tahrif etmekten geri kalmamaktadırlar gerçekte bu iddialarıda onların kaderinde yaratılmış onlarsa bunun şuurunda değillerdir. Zira insanın kendisine ait bir seçme hakkı yok ki iradesi olsun insanın seçme hakkının olmadığıda Kasas Sûresi 68. ayetinde şöyle geçmektedir:
"Ve Rabbin ne dilerse yaratır ve seçer. Seçim onların değildir. Tanrı ortak koştukları şeylerden münezzehtir ve yücedir."(Kasas Sûresi 68. ayet)
İnsanın kaderi kendi elinde olsaydı insan anne, babasını, eşini, doğduğu yeri, imanını kısacası her şeyi değiştirirdi. Bir nebinin nebi olması bile kendi kaderinde olması sebebiyledir. Hidayet veren ve insanın kaderinde cennet ve cehennemi yaratanda Allah'tır. Cennetlik ve cehennemlik olanlar kaderde bellidir. Hidayeti verenin Allah olduğu Kur'an ayetlerinin bir çoğunda geçmektedir. Üstelik iblis bile kaderinde cehenneme gitmesi yazıldığından cehennemlikti fakat Adem yaratılmadan iblisin bu durumdan henüz haberi yoktu. Hidayetin Allah'a bağlı olduğu Kur'an'da şöyle geçmektedir:
"Ve eğer dileseydik her nefse hidayetini verirdik fakat benden cehennemi mutlaka cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım sözü hak oldu."(Secde Süresi 13. ayet)
İblisse Allah'ın kendisini yoldan çıkarttığını Hicr Sûresi 39. ayetinde şöyle söylemektedir:
"Rabbim beni saptırdığından dolayı yeryüzünü onlara süsleyeceğim ve onların hepsini kesinlikle saptıracağım dedi."(Hicr Sûresi 39. ayet)
Gerçekte iblisin ruhu yoktu. İblis zaten cehennem için yaratılmıştı.
Mezmurlar (Zebur) kitabında da her şeyin Allah'ın kitabında yazılı olduğu şöyle geçmektedir:
"Henüz döl yatağındayken gözlerin gördü beni; Bana ayrılan günlerin hiçbiri gelmeden, Hepsi Senin kitabına yazılmıştı."(Mezmurlar 139:16)
Hemen şöyle bir soru gelebilir:
İddia: Her şey kaderse ve benim iradem yoksa neden sorumlu tutuluyorum? Kaderimde cehenneme gitmek varsa bu adaletsizlik olmuyor mu? Cehenneme gitmeyi ben seçmedim ki!
Bu sebeple olaya birde maddenin hakikati açısından yaklaşalım.
“Ve alemlerin Rabbi Tanrı'nın dilemesi dışında siz dileyemezsiniz."(Tekvîr Suresi 29. Ayet)
Evet, Allah kullarını yaptıklarından hem sorumlu tutuyor hem de onlara irade vermemiş. Peki, irade vermediği insanların hepsi işitiyor ve görüyor mu ve yaptıklarına şahitler mi? Yoksa bu insanlar ilahî senaryodaki rollerini mi oynuyorlar?
Kur’an’a bakalım:
“Kesinlikle cehennem için pek çok cin ve insan yarattık. Kalpleri vardır onlarla anlamazlar gözleri vardır onlarla görmezler kulakları vardır onlarla işitmezler işte onlar hayvanlar gibidir hatta daha da sapıktır. İşte onlardır gafiller.” (A’râf Suresi 179. Ayet)
Ruhsuzların şuur ve bilinçleri yoktur. Var olduklarını bilmezler. Bir nevî robotturlar. Birtakım görevler için programlanmışlardır. Görevini yerine getirir ve sonra ölür. Ölümü, hakikatte bir yok oluş değildir. Çünkü, gerçek anlamda hiç var olmamıştır. İnkâr etmesi için yaratılmış, inkâr etmiş ve inkâr içinde hayat sahnesinden çekilmiştir. İlahî senaryoda bir rolü vardır. Rolünü oynar. Bu rol bazen, başroldür. Firavun, Darwin, Stalin, şeytan ve Öcalan’da olduğu gibi. Bazen ise sıradan bir inkârcı olarak yaşar. Acı çekmez, mutlu olmaz, kalbi yoktur, sağırdır ve kulağı duymaz. Düşünemez ve sorgulayamaz. Hayatı boyunca ona ne söylerseniz söyleyin, şuur sahibi bir varlık olmadığı için sizi duymayacaktır. Allah’ın varlığı ile ilgili reddi mümkün olmayan bütün delilleri sonsuza dek sıralayın, o sonsuza dek bunlara inanmayacaktır; çünkü sizi işitmiyordur. Dışarıdan baktığınızda tam bir insan gibi durur. Sizinle konuşur, cevap verir. Ağlar ve güler. Kitap yazar, devrim yapar. Bilim adamıdır, politikacıdır, filozoftur, hocadır, şeyhtir, sofidir... Ama aslında bu yaptıklarının hiçbirini bilmez. Çünkü ruhu yoktur. Varlıklarının nedeni müminlerin eğitimidir. Müminler bunlara bakıp ibret alır. Müminler bunlarla mücadele eder ve Allah’ın rızasını kazanırlar. Mümin, ahlakını bunlara bakarak güzelleştirir. Yapılması gerekenler ve yapılmaması gerekenler bunlara bakılınca daha kolay özümsenir ve anlaşılır. Hepsi ayrı ayrı Allah’ın bir sanatıdır. Üç ana grup, milyarlarca karakter ve çeşit çeşit inkârcı... Ortak özellikleri de var ve birbirlerine hiç benzemeyen yönleri de. Stalin ve Öcalan gibi manyakları da mevcut. New York’taki evsizlere bir kap çorba dağıtan rahibeler de var, zikir halkasında başını sallayan da. Ortak özelliklerinden şirk ve inkârı sayabiliriz.
Dram, savaş, romantik, korku, bilim kurgu gibi kategorilerin hepsini içinde barındıran bir film düşünün. Çok iyi bir senaryo yazıldığını farz edelim. Ve bu senaryo Oscar ödülü alsın. Herkes ayakta alkışlar. Çünkü sanatçı inanılmaz karakterler çizmiştir ve bu özgünlük ona Oscar’ı kazandırmıştır. Allah, benzersiz yaratandır. Allah'tan başka kimse daha özgün olamaz ve özgün bir eser ortaya koyamaz. Gerçekte tek özgün Sanatkâr, Allah’tır. Her sanatçının eseri, sanatçı bilmese de Allah’ın eseridir aslında. Sadece kendisine bir sanat eseri ortaya koyduğuna dair görüntüler izlettirilmektedir (O da ruhu varsa izler, ruhu yoksa ruhu olan, sanat eserini bilir). Allah, yoktan var eden Allah, akla durgunluk verecek derecede; hayret ve heyecan uyandıran karakterler yaratmıştır. Hepsini türlü inceliklerle donatmıştır. Bu gerçeklik insanları aldatır ve bunların hakikatte de var olduğunu zannetmelerine neden olur. Nereden bakarsan bak, insana benzeyen varlıklar olması; Kur’an ayetlerini bilmeyenlerin şüpheye düşme nedenidir.
“Ve eğer onları doğru yola çağırırsanız işitmezler. Ve sana baktıklarını görürsün, ve onlar görmezler.” (Araf Suresi 198. Ayet)
Allah, bakan ama görmeyen bir varlıktan bahsediyor. Normal bir insan bakar ve görür. Gözünde herhangi bir rahatsızlık olmadığı takdirde bir insanın baktığı zaman görmesi gerekir. Ancak ayet öyle olmadığını vurguluyor. “sana baktıklarını görürsün, ve onlar görmezler.”. Ruh sahibi mümin bakar ve görür. Ruhsuz, sadece bakar, ama görmez. Bir insan gibi bakar ancak ruh sahibi yani hayat sahibi olmadığı için görmez. Doğru yola, Kur’an’daki İslam’a çağırırsınız. Allah’ın varlığının ve birliğinin hiçbir koşul altında reddi mümkün olmayan delillerini anlatırsınız. Taşları dile getirecek deliller onlarda hiçbir etki oluşturmaz. İlgisiz ve umursamaz tavırlar sergiler. Alay eder. Demagoji yapar. Konuyla alakasız çıkarımlarda bulunur… İşte bu varlıklar cehennemde de böyleler. Nasıl ki dünyadaki olup bitenleri görmüyorlar, konuşmaları işitmiyorlar cehennemde de görmüyorlar ve işitmiyorlar.
“Onlara orada bir inleme vardır. Ve onlar orada işitmezler.” (Enbiyâ Suresi 100. Ayet)
Cehennem azabının ortasında, ama sesleri işitmiyor. İnkârcılar, sadece müminlerin imtihanı ve eğitimi için yaratılıyor. Başka bir varlık nedenleri yok. İradeleri yoktur. Allah onları inkârcı yaratmıştır. Dünyada ve ahirette şuurları tamamen kapalı. Ruh sahipleri ibret alsın diye yaratılmış insanlar. Acı çekmiyorlar ve üzülmüyorlar. Sıkıntıları ve dertleri yok. Bilinç düzeyleri sıfır olduğu için herhangi bir fikir çilesi de çekmiyorlar. Dolayısıyla cehennemde de acı çekmeyecekler. Çünkü gerçek anlamda, yoklar. Olmayan bir şeyin acısından bahsedilemez. Dünya'da iken görmeyen ve işitmeyen bir varlık bir ânda ahirette görmeye ve işitmeye başlayamaz. Allah, seçim hakkı tanımadığı ve irade vermediği bir varlığı yakmaz ve azab etmez. İnkârcılar, inkârcı olmayı seçmediler. Bu onların seçimi değil. Yapmadığı bir seçimin sonuçlarına haliyle katlanmayacaktır. Allah müminleri de sorumlu tutuyor. Sonra ne yapıyor? Bin bir türlü nimet içinde, sonsuza kadar cennette yaşatıyor. İki grup insanda sorumlu tutulmuş. Peki, kim ne kaybetti? Hâşâ kime adaletsizlik yapıldı ve hakkı yendi?
Allah’ın Celâl isimleri varlık âlemine ibret alınsın diye yansır; hakikatte sadece rahmeti vardır ve o rahmet her şeyi kuşatmıştır. Allah , Kendi ruhunu cehenneme sokmaz. Yakarak azap etmiyor, sonsuza kadar nimet içinde yaşatıyor, ancak sorumlu tutuyor. Zira her güzelliğin kaynağı Allah'tır. Allah'a çirkinlik isnat etmeye çalışmak zulümdür. Allah'ı tenzih ederiz.
Cehennem ehli hem dünyada hem de ahirette ölüdür. Yer yüzünde yürüyen ölüler vardır. Ölüleri, diri ve irade sahibi varlıklar zannetmeyin. O zaman kader ve irade konusunu anlayamaz ve akılsızca ve insafsızca Allah’ın sonsuz rahmetini kısar vehminizle sorgulamaya başlarsınız. Allah’ı tenzih ederiz.
Müminin yapması gereken cüzzi iradenin olmadığını böyle bir iradenin olduğunu düşünmenin şirk olduğunu sadece külli iradenin olduğunu bilmek bu sebeple Allah'ın yarattığı kadere teslim olmak bununla birlikte karşılaştığı olaylar karşısında elinden geldiğince sebeplere sarılmak, tedbir almak olayları hayır yönünde yönlendirmek için çalışmak ama tüm bunların kader içinde gerçekleştiğini ve Allah'ın en hayırlısını önceden takdir ettiğinin bilinci ve rahatlığı içinde olmak ve Allah tarafından kendisine verilen her şey için şükretmektir.**

Yorumlar

Başa Dön