Evden kaçar gibi çıkmak elbette bu fırtınadan kurtulduğum anlamına gelmiyordu. Bundan sonra her karşılaşmamızda bu konuşma daha çetin, dayanılmaz ve bezdirici olacaktı. Annem aklına koyduğundan çabuk vazgeçmez ve bana da rahat soluk aldırmazdı. Ama ortada tartışılacak bir evlilik veya nişanlılık durumu da yoktu. Annemi bu kadar korkutan şeyin ne olduğunu hiç anlamıyordum. Duygularımda benim bile anlamadığım bir şeyler olmaya başlamıştı. Evde geçen bu sevimsiz tartışmadan sonra o kadını eskisinden bile çok sevmeye başlamıştım. Onu eften, püften bir bahane ile bırakmayı aklımın ucundan bile geçirmiyordum. Annemin esas anlamadığı şey o güzel kadınla evlenmeyi istesem bile belki de o bunu kabul etmeyecekti. Henüz ilişkimizin durumu böyle bir teklifi ona götürmeme izin verecek durumda bile değildi. O kadın beni sahiplenmek, bir yastıkta kocamak derdinden çok uzaktı. Söylemiyordu belki ama beni sevdiğini biliyordum. Bu da bana yetiyordu.
Bir süreliğine bu kentten, bu sokaklardan kaçmayı istiyordum. Yıllık iznimin bir kısmını kullanarak kış ortasında tenha bir sahil kasabasına gitmeyi, evdeki gergin havadan kurtulmayı planlıyordum. Patronum hiç sorun çıkarmadan yıllık iznimin bir kısmını kullanmama izin verdi. Niyetimi o güzel kadına anlatınca “İstersen ben de seninle gelirim.” dedi. Onunla bir sabah gün ışırken garajdan otobüse binip herkesten uzağa kaçtık. Nereye gideceğimizi daha önce kararlaştırmamıştık. Öylesine binip önce İzmir’e oradan da Fethiye yakınlarında küçük bir köye gittik. Kendimize portakal ve limon ağaçlarının arasında pansiyon ile otel arası bir yer bulduk. Kapısından girdiğimizde n elim ayağım zangır zangır titriyordu. Evlilik cüzdanı sorarlar, “Bayan neyiniz oluyor?” derler diye iyice gerilmiştim. Ayrı odalar tutmak, çalışanlardan gizli bir araya gelmeye çalışmak rezilce bir şey olabilir ve işin bütün tadını kaçırabilirdi. Neyse ki düşündüğüm gibi olmadı. Sadece kimlik bilgilerimizi otel defterine işleyip bize güzel bir oda verdiler.
Kaldığımız yerde harika bir sabah kahvaltısı veriyorlardı. Mevsim gereği hiç tatilci yoktu, balık boldu ve ucuzdu. Şansımıza yazdan kalma güneşli güzel günler denk gelmişti. Balık, şarap ve uzun yürüyüşler yaparak tatilin tadını çıkarıyorduk. O zamanlar cep telefonları daha yeni çıkmıştı. Şimdiki kadar yaygın değildi. Sevgilimin cep telefonu vardı ama ben henüz almamıştım. Zaten neredeyse telefonun çektiği yeri bulmak da imkânsız gibi bir şeydi. Keyiften ikimizi de geberten şiirlerden, şarkılardan güzel, baldan tatlı o kaçamak sevgilimin çalan telefonuyla bölünüverdi. “Kalın sesli bir adam azarlar gibi “Kızın ateşler içinde yanıyor. Sen nerelerdesin?”diyordu. Durum çok ciddi görünüyordu. Eşyalarımızı apar topar çantalarımıza doldurup bulduğumuz ilk arabaya atladık. Dönmek zorunda kalmamız benim canımı sıkmıştı ama başka yapılacak da bir şey yoktu. Ben o güne kadar sevgilimin zaten küçük bir kızı olduğunu bile bilmiyordum. Yolculuk boyunca ona hiçbir şey söylemedim. Hattı ona kızını bile sormadım. Sus pus oturarak dargın iki sevgili gibi geri döndük. Benimle geldiği, kızını ihmal ettiği için suçluluk hissettiğini düşünüyordum.
Yaşadığımız kente geldiğimizde gece yarısı olmuştu. “Ben Balıkesir’e gitmek zorundayım.” dedi. Başka hiçbir şey söylemedi. Beraber garajın karşısındaki İstanbul karayoluna çıktık. Aramızda nedensiz, hiç anlamadığım karanlık kadar zifiri siyah bir gerginlik vardı. Ağzımı açsam yaşadığımız her şey yanmış gazete kâğıdı külleri gibi havaya savrulacaktı. Susmak beni delirtiyordu. Yarım saat kadar sonra onu bir otobüse bindirdim. Eve gidip, annemle karşılaşmak istemiyordum. Bir otele gidip yattım. Yaşadığım kentte bir otele gidip kalacağımı bana bir başkası söylese gülerdim.
Sevdiğim o güzel kadın tam bir hafta sonra geri döndü. Haberini alınca akşamı bile beklemeden evine koştum. Bana çok soğuk ve sanki suçluymuşum gibi davranıyordu. Onu otobüse bindirdiğim gece davrandığım kadar sabırlı olamadım. “Neden bana karşı bu kadar soğuksun?” deyiverdim. “Ne olur bana hiçbir şey sorma. Şu anda sorularına katlanamam. Biraz zaman ver. Aklımı toplamam lazım. Sonra ne istersen oturup uzun uzun konuşuruz .” dedi.
Eskisi kadar sık görüşemiyorduk. Onun nedense artık bana ayıracak zamanı iyice azalmıştı. Her gece olmasa bile yine birlikte sokağa çıkıyor, istasyona gidiyor, değirmende suyun ve cümbüşün nağmeleri eşliğinde çayımızı yudumluyorduk. Geceleri beni eskisi kadar evinde görmek ve sevişmek istemiyordu. Bunun geçici bir şey olduğunu, her şeyin düzeleceğini inatla ümit etmek istiyordum. Kafasını topladığı, her şeyi rahat rahat konuşabileceğimiz o zaman sabırla beklememe rağmen hiç gelmiyordu. Kızını ve telefon eden adamın kim olduğunu hiç konuşamadık. Fakat zamanla yeniden yakınlaşmayı da epey başarmıştık.
O güzel kadını öylesine çok seviyordum ki birçok şeyi duymazdan, görmezden, bilmezden gelmeye razıydım. Bahanelerine gözümü bile kırpmadan inanabilir, başka zaman sorun edebileceğim ayrıntılara gülüp geçebilirdim. Kızı hastalandığı için alel acele bitirip geri döndüğümüz tatilin üzerinden iki ay geçmişti. Bir hafta sonu birlikte İzmir’e gittik. İrciraltı’ndaki uçaklı parkın çimenlerinde keyif çatıyorduk. Birlikte güzel bir yemek yemiştik. Mevsim kışı biraz geride bırakmış, bahara dönmeye çabalıyordu. Havada, suda, ilişkimizde değil ama onun cep telefonunda yine bir tuhaflık vardı. İzmir garajına indiğimizden beri zırt pır çalıp duruyordu. Bir ara “Şunu kapatsan ne güzel olacak.” dedim. Telefon her çaldığında tedirgin oluyordum. “Benim içimden de şunu kırıp atmak geliyor zaten.” diye cevaplamıştı. Ama telefonunu kapatmamıştı. Birkaç kez benim yanımdan uzaklaşarak uzun uzun konuşmuştu. Her konuşmanın ardından yüzü değişiyor, o güzel günün keyfi yavaş yavaş azalıyordu.
Konuşmanın bir tanesindeki;
-Neredesin kızım sen?
-İzmir’deyim.
-Unuttun beni valla, unuttun.
-Unutur muyum, canım aaa,
-Ben de akşamüzeri İzmir’e geleceğim. Nerede olduğunu söyle. Alayım ordan seni…
-Gelemem, zaten akşama kalmadan dönerim.
-Dönme, bu gece İzmir’de kalırız hem.
-Kalamam, sonra konuşuruz. Ben sana anlatırım,” şeklindeki diyaloglarını istemeden de olsa duymuştum.
Konuşma bitince yanıma geldi. Gözlerinin içine bakarak
-Bana anlatmak istediğin bir şeyler var mı?, diye sordum.
Sorum onu çileden çıkardı;
-Sana hesap vermek zorunda değilim” dedi.
-Elbette bana hesap vermek zorunda değilsin. Ama unutma ki ben seni seviyorum. Bu bizim her şeyi konuşabileceğimiz anlamına gelmez mi?
-Hayır, efendim gelmez. Beni sevmen için sana yalvardım mı? Tanışmak için ölüp geberen sendin unuttun mu?
-Hayır, unutmadım, bu sence benim hatalı davrandığım anlamına mı geliyor?
Seyfullah
Aralık 2006