Şeytanın o gün canı müthiş sıkılıyordu. Biraz önce hiç yanından ayrılmayan o aptal melekle sıkı bir kavga etmişti. Bir melekle kavga etmenin zorluğunu bilen bilir. Şeytan çevresine ateşler saçarken melek bembeyaz yüzünde tatlı ve masum bir gülümsemeyle onu dinliyor, gümüş çanları andıran tatlı sesiyle ve şarkı söyler gibi konuşmasıyla söylediği her şeyin tersini söylüyordu. Yalnızca bu bile şeytanı deli etmeye yetiyordu zaten. Aslında konu ikisini de çok yakından ilgilendiriyordu. Yıllardır üzerinde uğraştıkları, iyi yetişmesi için ellerinden geleni yaptıkları, bildikleri bütün doğruları öğretmek için çırpındıkları insanlardan biri artık onların sözlerini dinlemez olmuştu. Böyle bir durumla daha önce hiç karşılaşmamıştı ikisi de. Şimdiye kadar onlara teslim edilen insanlar ikisini de çok ciddiye alırdı. Elbette kimi zaman birinin kimi zaman ötekinin sözü ağır basardı ve kimin işini daha ustaca yaptığını ancak yaşamın sonu geldiğinde anlarlardı. Aslında bunu pek de önemsemiyorlardı, çünkü onların işi yaşayanlarlaydı, öldükten sonraki ölçü ve tartı işleriyle ilgilenen başkaları vardı nasılsa. Ama bu kez durum bambaşkaydı. Sorunun epey zamandır ikisi de farkındaydı, ama ilk anda ikisi de başarısızlığın yalnızca kendisinde yattığını sandığı için açık vermemeye çalışmışlardı. İşlerin içinden çıkılmaz bir duruma geldiğini gördüklerinde doğal olarak konuyu ilk açan melek oldu, ne de olsa ‘doğruluk, açıklık’ türünden şeyler onun payına düşüyordu.
Şeytan başlangıçta yüzünde alaylı bir gülümsemeyle meleğin anlattıklarını dinliyordu. Ama bir süre sonra meleğin anlattıklarının kendi yaşadıklarıyla birebir aynı olduğunu gördükçe yüzündeki gülümseme silindi, kaşları çatıldı. Bir yerlerde bir şeylerin yanlış gittiği kesindi. Şimdiye kadar onlara teslim edilen insanların hiçbirinin yapmadığı şeyleri yapıyordu bu insan. Ne meleğin tatlı sözleri, ne şeytanın ayartmaları ve kışkırtmaları bir işe yarıyordu onu yola getirmek için. Ne zaman karşısına bir ikilem çıksa ikisine de çenelerini kapatmalarını söylüyordu. Başlangıçta bundan çok endişelenmemişlerdi, çünkü onun kendince aklın yolunu aradığını sanmışlardı ki bu da onlar için çok önemli bir sorun değildi. Nasıl olsa ikisi de çok akıllı olduklarından düşüncelerine girip orada kendi savaşlarını sürdürebileceklerini ve sonuçta birinden birinin dediğinin olacağını düşünüyorlardı. Böyle durumlara alışkındı ikisi de. İnsanların şeytanın ya da meleğin sesini dinlemeye burun büküp akıllarının sesini dinlediklerini söyleyerek kendilerini kandırmaları son yüzyıllarda oldukça sık gördükleri bir şeydi. Bu yüzden bilgiç bilgiç gülmüşlerdi ilk seferlerde. Hatta bu durum şeytanın hoşuna bile gitmişti. Çünkü genellikle aklının sesini dinlediğini söyleyenler şeytanı dinlemeye birazcık daha yatkın olurlardı. Yine de durumu çok hafife almaya gelmezdi tabi, meleğin de kafası iyi çalışırdı.
Ama bu kez durumun başka olduğunu anlamaları uzun sürmemişti. Bu insan kafasını yormaya hiç de meraklı görünmüyordu. Onlara çenelerini kapatmalarını söyledikten sonra oturup düşünmek yerine yatıp uyuyor ya da kendi işleriyle uğraşmaya başlıyordu. Bu ikisinin de kafasını karıştırmıştı. Ne yapıyordu bu adam... Daha onlar neler olduğunu anlayamadan ne şeytanın ne de meleğin hiç aklına gelmeyen bir biçimde sorunlarını çözüveriyordu. Üstelik bulduğu çözümler ikisinin de düşüncelerine uymuyordu. Başı sıkıştığında kolayca yalan söyleyivermesi şeytanı çok mutlu etse de yalanların sonuçları çoğunlukla meleğin hoşuna gidecek şeyler oluyordu. Yine de bunlar şu insanların ‘beyaz yalanlar’ dedikleri türden yalanlar değildi, yani kimsenin iyiliği için söylenmiş yalanlar değildi. Düpedüz yaland söylüyordu, ama her nasılsa arkasından kötü şeyler gelmediği gibi çoğunlukla bu yalanların sonuçları iyi bile olabiliyordu. Bu onların kafasını karıştıran davranışlardan yalnızca biriydi.
Bu adam şeytanı bile şaşırtacak bir istekle kendini her türlü kötülüğün ortasına atıyor, meleğin uyarılarına hiç aldırmadan en olmayacak yerlere girip çıkıyor, sonra da şeytanın güzelim hediyelerinden bir tanesine bile dönüp bakmadan girdiği gibi tertemiz dışarı çıkıyordu. Aslında meleğin bu durumdan memnun olması gerekirdi ama o meleklere özgü dürüstlüğüyle bu olayda kendisinin hiçbir katkısının olmadığını, adamın yalnızca canı istemediği için kötülük yapmadığını açıkça itiraf ediyordu şeytana.
Melek durumu anlatmaya başladıktan bir süre sonra şeytan oturmuş melekle dostça dertleşmeye başlamış olduklarını farketmişti. Olacak şey değil. O bir şeytandı, öyle meleklerle sohbetlere girişmek filan ona hiç yakışmayacak davranışlardı. Durumu düzeltmek için kestirme bir çözüm bulmaya çalıştı. İlk önerisi adamı öldürüp kurtulmak oldu. Melek bu konuda oldukça kararsızdı. Gerçi adam hiçbir kötülük yapmadığına göre cennete girmesinde bir sakınca olamazdı, ama bir iyilik yapmış olduğu da söylenemezdi. İşin sonrası şeytanın pek umurunda değildi. Bu ötekilerin sorunuydu ona göre. Yine de içinde küçük bir kuşku uyanmıştı. Kendisi de üzerine düşeni yerine getirmiş sayılmazdı. Adamı daha bir kez bile ayartmayı başaramamıştı, oysa şimdiye kadar en iyi insanlarda bile ufacık da olsa bir iz bırakmış olmasıyla övünürdü. Üstelik de öldürmeyi düşündükleri insan yıllarca yaşamıştı, öyle daha dünyayı görmeden geçip gitmiş bir çocuktan filan söz etmiyorlardı şimdi. Bu kadar yılda tek bir etki bile yapamamış olmak ağırına gidiyordu şeytanın. İşte tartışmaları da bundan sonra kızıştı. Şeytan bütün gücüyle bu duruma bir çözüm bulmaya çalışıyor ama melek getirdiği bütün önerileri reddediyordu. Bu arada tuhaf bir şey farketmişlerdi. Bunca zamandır birlikte çalışmalarına karşın bugüne kadar hiç farkına varmadıkları bir şeydi bu. İkisinin de silahları aslında aynıydı. Adama sözlerini dinletebilmek için ikisinin de teklif edebildiği ve elinden almakla tehdit edebildikleri tek şey mutluluktu. Elbette bu mutluluğu ikisi de kendi doğru buldukları biçimde sağlıyorlardı ama sonuç aynıydı. Ee, bu adam da onların sözünü dinlemediğine göre onlar olmadan da mutlu olabiliyor olmalıydı her nasılsa. O zaman yapılacak tek şey vardı, güçlerini birleştirip adamın bu mutluluğunu elinden almak ve sonra da geri vermek için istediklerini yapmasını söylemek. Bu noktaya kadar geldiklerinde artık bildikleri bir alana ulaşmış olacaklardı. Sonrası ustalıklarına kalıyordu.
Şeytan her şeyden önce adamın sahip olduğu şeyleri elinden almakla başlamalarını önerdiğinde melek ilk kez ona karşı çıkmaktan vaz geçmişti. Meleğin malla mülkle bir işi yoktu nasıl olsa. Hoş böyle yaptıklarında şeytanın eline fazladan bir güç vermiş olacaktı ama, elbette yoksul bir adamın gönlünü çelebilecek bir kaç şey bulabilirdi o da. Ne yazık ki düşündüklerini uygulamaya giriştiklerinde karşılarına yine beklenmedik bir durum çıktı. Adamı bir türlü istedikleri kadar yoksul düşüremiyorlardı. Şeytan adamın elini attığı her işte bir terslik çıkartmaktan yorgun düşmüştü ama adam hiç aldırmıyor, bir yerde sorun çıktığında bunu hiç önemsemeden başka bir yöne dönüveriyordu. Zaten öyle çok fazla bir şey istediği de yoktu. Karnını şöyle böyle doyurmak, bir de başını sokacak iyi kötü bir yer bulmak yetiyordu ona ve eninde sonunda bunu bir şekilde bulabiliyordu. Şeytan insanların öldüresiye çalıştıklarında bile bunları bulamadıkları eski günleri özlemle anar olmuştu. Şu uygarlık dedikleri şey şimdiye kadar hep işine yaramıştı, insanların uygarlığın nimetleri dedikleri şeyler arasında işine gelmeyen bir yan bulunduğunu ilk kez farkediyordu şeytan. Üstelik de kendisi adamı yoksul düşüreceğim diye çalışıp didinirken meleğin kollarını kavuşturmuş tembel tembel onu seyrediyor olması hiç hoşuna gitmiyordu. Eninde sonunda sorun ikisinin de sorunuydu.
Sonunda bu işten bıkıp usandı ve meleğe çıkışmaya başladı. Melek her zamanki tatlı gülümsemesiyle onu dinledikten sonra “aslında böyle olacağını başından biliyordum ama yine de bir denemekten zarar gelmez diye düşünmüştüm,” dediği zaman gerçekten tepesi atmıştı.
“Madem o kadar çok biliyorsun, buyur öyleyse sıra senin, bakalım sen ne yapacaksın...”
“Biliyorsun benim yöntemlerim seninkilere benzemez. Ben ona öyle bir şey vereceğim ki bununla yaşamı bir anda düşünemeyeceği kadar zenginleşecek. Kimi zaman mutlu kimi zaman mutsuz olacak benim verdiğim şeyden ama ne olursa olsun onu yitirmekten ödü kopacak. Sonra da sen bunu onun elinden alacaksın, işte o zaman gerçekten mutsuz olacak.”
“Neymiş o... Bir sevgili filan mı bulacaksın adama yoksa...”
Melek bu sözleri duyunca sevimli bir kahkaha attı.
“Sen beni Eros’la karıştırıyorsun galiba. Böyle şeyler ona düşer bilirsin. Ben ona kendi güçlerimden birinden bir parça vereceğim yalnızca.”
“Peki böyle bir şey yapmaya iznin var mı...”
“Bunu yapma iznini yalnızca sana verdiklerini mi sanıyordun, ben de verebilirim elbette, ama çok özel durumlarda. Aslına bakarsan bizim adam o özel durumlara pek girmiyor, çünkü genellikle olağanüstü iyilik yapanları filan düşünmüşler bu izni çıkarırken ama ne yapalım. Başka bir çaremiz olduğunu sanmıyorum.”
“Peki hangi gücü vereceksin onu da söyle bari.”
“Başka insanların düşüncelerini okuyabilecek.”
Bunu duymak şeytanın hoşuna gitmişti. Böyle bir şeyi kendisi de verebilirdi, niye daha önce aklına gelmemişti ki. Neyse, biraz da meleğin uğraşmasından bir zarar gelmezdi. Üstelik eninde sonunda ikisinin de güçleri sınırsız değildi. İnsanlarla güçlerini paylaşmak kendisinin de ancak çok sıkıştığı zaman başvurduğu bir çareydi. Genellikle insanların kendi güçleriyle işlerini halletmeyi becerebiliyordu. Bunları düşünürken birden aklına epey zamandır diğer insanlarla uğraşmayı çok ihmal ettiği geldi. Tek bir tanesiyle uğraşacağım diye uzun bir zamandır meydanı meleğe bırakmıştı, ama sonra meleğin de bu süre içinde onu seyretmekten başka bir iş yapmadığını hatırlayınca biraz rahatladı. Yine de hazır melek başka şeylerle uğraşırken çevreyi dolaşıp işlerin nasıl gittiğine bir bakmakta yarar vardı.
Meleğin düşündüğünü gerçekleştirmesi çok uzun sürmedi. Önce adama sınırsız bir güç vermeyi düşündü, böylece her an, karşısına çıkan herkesin düşüncelerini okuyabilecekti. Ama biraz düşününce bunun yerine daha etkili bir yol buldu. Her an yapabildiği bir şeyi farketmeyebilir ya da doğal kabul edebilirdi. Oysa ancak belli bir hareket yaptığında ortaya çıkan bir güç kendisini daha iyi hissettireceği gibi meleğin de adamın gücünü ne kadar sıklıkla kullandığını kolayca izleyebilmesini sağlardı. Böylece bir gece adam derin derin uyurken rüyasında ona ne zaman isterse karşısındaki insanın düşüncelerini okuyabilmek için tek yapacağı şeyin karşısındakinin gözlerine bakmak olduğunu anlattı ve uyandığında bu söylediklerini unutmaması için de adamın yanından ayrılırken tatlı bir esinti bırakarak hemen uyanmasını sağladı.
Adam yanağına vuran serinlikle gözlerini açıp odada gezdirdiğinde bütün pencerelerin kapalı olduğunu görünce biraz şaşırmıştı. Ama bunun çok üzerinde durmadı. Gördüğü rüyanın etkisindeydi çünkü. Güzel ve saçma sapan bir rüya görmüştü. İnsanların gözlerine bakarsa onların düşüncelerini okuyabileceğini söyleyen bembeyaz bir melekle karşılaşmıştı. Pek güzel bir şeydi melek ama kafası pek çalışmıyordu anlaşılan. Gözlerden düşünceleri okumak, aman ne büyük keşif. Melek dediğinin biraz daha ilginç bir şey olması gerekirdi. Öyle herkesin bildiği şeyleri verecek olduktan sonra meleğe ne gerek vardı ki. Üstelik insanların düşüncelerini okumak istediğini de nereden çıkarmıştı acaba. Ona neydi ki milletin ne düşündüğünden. Güzel şeyler düşündükleri zaman zaten bir sorun yoktu. Anlatırlardı, birlikte güler eğlenirlerdi. Ama akıllarından geçen kötü şeyleri bilmeye hiç de meraklı değildi. Bilse ne olurdu bilmese ne olurdu... Ayrıca karşısındaki insan düşüncelerini onunla paylaşmak istemiyorsa bunun bir nedeni vardı herhalde. O zaman da durup dururken onun düşüncelerini okumaya hakkı olamazdı elbette. Ne olursa olsun pek güzeldi melek. Uyursam belki onu yeniden görürüm umuduyla adam yeniden gözlerini kapattı ve sabaha kadar deliksiz bir uyku çekti ama meleği bir daha göremedi. Çünkü melek adamın yanından ayrıldıktan sonra merakını yenememiş, ne düşündüğünü öğrenmek için geri gelmişti. Verdiği şeyin adam için hiçbir değerinin olmadığını duyduğunda hiç de meleklere yakışmayan bir şey yaptı, öfkeye kapılıp arkasına bile bakmadan çekip gitti.
İşte şeytanla sıkı bir kavgaya girişmeleri de bundan sonra oldu. Şeytan adamın umutsuz bir vaka olduğunu söylüyor ve bir an önce öldürüp bu gereksiz yaratıktan kurtulmak istiyordu. Oysa melek hala bir çıkar yol bulunabileceğinde diretiyordu. Bu arada melek adama verdiği düşünceleri okuma yeteneğini geri almayı da unutmuştu, bunu artık ancak şeytan yapabilirdi. Ama şeytanın böyle bir şey yapması meleğin pek işine gelmiyordu, çünkü şeytanın aldığı şeyi getirip ona teslim etmek yerine kendine saklamayı yeğleyeceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden bir kez daha meleklere yaraşmayan bir şey yapıp şeytandan bu durumu gizli tutmaya karar verdi. Yüzünde yine her zamanki gibi ancak meleklerde görülebilen o pırıltılı gülümseme vardı ama içinden şeytana karşı beslediği düşünceler için aynı şeyin söylenemeyeceğinin çok iyi farkındaydı. Şeytan ise ateş püskürüyor, yapılacak bunca iş varken aptal bir insanla zaman yitirmenin budalalık olduğunu meleğe anlatmaya çalışıyordu.
“Öyle aptal aptal sırıtmayı kesip de dediklerimi dinlemeye başlasan iyi olacak. Bütün işimizi gücümüzü bıraktık böyle işe yaramaz birisiyle uğraşıp duruyoruz. Bunun sonu ikimiz için de kötü olacak, bunu hissediyorum.”
“Ben de asıl bu işi beceremezsek sonumuzun kötü olacağını hissediyorum. Sıradan, hiçbir özelliği olmayan bir insan nasıl olur da bize karşı böylesine güçlü olabilir. Sen yorulduysan onu bana bırakabilirsin istersen. Böylece en azından bir kişi senden kurtulmuş olur, bu da az şey sayılmaz bence.”
“Yağma yok. Sen beni aptal sanıyorsun galiba. Ben çekileyim sen de bu adamı şeytandan ben kurtardım diye dolaş ortalıkta öyle mi. Bak kızım, o keçi inadınla ikimizin de başına iş açacaksın sonunda. Gel öldürelim gitsin. Bu herif öteki taraftakileri de öyle bir uğraştırır ki eminim bize bir şey sormak akıllarına bile gelmez.”
“Senin aklın fikrin öldürmekte, nasıl öldüreceğimizi düşündün mü hiç...”
“Bundan kolay ne var. Sen istediğin hastalığı ya da kazayı söyle, hemen hallederim.” Şeytan bunları söylerken keyifli keyifli sırıtıyordu.
“Tabi ya, çok kolay değil mi... Peki sonra ne olacak... Niye öldürdünüz bu adamı dediklerinde kim alacak sorumluluğu üstüne...”
“Nasıl yani...”
“Eğlencelerini bir yana bırakıp doğru dürüst düşünmeye başlasan nasıl olur... Anlamıyor musun... Adamı durup dururken öldüremeyiz. Biz öldürmeye kalksak bile kimse gelip almaz onu. Birimizin gidip haber vermesi gerekir. Eninde sonunda bizim işimiz öldürmek değil ki, şimdi ortada hiçbir neden yokken kalkıp birini öldürürsek bir açıklama beklerler. Anladın mı bari...”
“Canım uydururuz bir şeyler. Sen ruhunu bana satmasını engellemek için onu öldürdüğünü söylersin mesela.”
“Saçmalama. Benim yalan söyleyemeyeceğimi biliyorsun. Ayrıca senin bile buna cesaret edemeyeceğine eminim. Unutma, karşında zavallı insancıklar yok.”
Meleğin sözleri şeytanın hiç hoşuna gitmemişti. Kaşlarını çatıp, kara kara düşünmeye başladı. Aklından binbir türlü hainlik geçiyordu. Adamı sakatlayabilir, korkunç hastalıklardan süründürebilirdi, ama nedense bunların bir işe yaramayacağını hissediyordu. Bunca yıldır peşinde dolaştığı için bu tür şeylere pabuç bırakmayacağını bilecek kadar tanımıştı onu. Ne yaparsa yapsın adamın kendi bildiğini okumaktan, canının istediğini yapmaktan vazgeçmeyeceğini, onların sözlerine hiç kulak asmayacağını biliyordu. Üstelik yanında şu can sıkıcı melek varken yapabileceği şeyler de sınırlıydı. Çok ileri giderse bakarsın adam dönüp melekten yardım istemeye kalkardı. Başka birisi olsa umurunda değildi de bu adamla bu kadar uğraştıktan sonra meydanı meleğe bırakmak aptallık olurdu. Birden aklına bir şey geldi. Hızla yerinden zıpladı. Gözlerinde şeytanca ışıklar yanıyordu.
“Buldum,” dedi.
Şeytanın gözleri keyifle parlıyordu. İşin çözümünü bulduğuna emindi. Böylece yalnızca kendilerini kurtarmakla kalmayıp aynı zamanda bu adamdan öclerini de almış olacaklardı. Melek şaşkın gözlerle çevresinde hoplayıp zıplayan, kıkır kıkır gülen Şeytan’ı seyrediyordu.
“Eee, söylesene neymiş şu bulduğun çözüm.”
“Çok kolay, aslında senin de aklına gelmesi gerekirdi, ama pek özgürce düşünemiyorsun ne de olsa.”
“Ne demek istiyorsun... Şimdi benimle uğraşmayı bir yana bıraksan iyi olur. Kırk yılda bir birlikte bir iş yapmak zorunda kaldık, onu da yine kendi eğlencelerinden birine dönüştürmenin sırası değil.”
“Tamam, tamam, kızma canım. Yok, zaten sen kızmazsın, öyle değil mi... Ne de olsa bir meleksin.” Şeytan bunları söylerken meleğin çatık kaşlarına, kısılmış dudaklarına bakarak pis pis sırıtıyordu. Melek hemen kendini toparladı. Neler oluyordu ona böyle... Şeytanla işbirliği yapmak zorunda kalmak sinirlerini bozmuştu anlaşılan. Yüzüne yeniden sakin, rahat bir gülümseme yerleştirmek için epeyce uğraşması gerekmişti. Ama konuşmaya yeniden başladığında billur sesinde öfkenin en ufak bir kırıntısı bile kalmamıştı. Eğer birbirlerinden etkilenmeye başlayacaklarsa bu işten galip çıkanın kendisi olması gerektiğine karar vermişti çünkü.
“İstersen şu bulduğun çözümü bana da anlatıver. Yoksa seninle daha fazla uğraşmak yerine derdimi gidip bu işten daha iyi anlayan biriyle paylaşsam iyi olacak.”
“Ne demek istiyorsun...”
“Ne demek istediğimi çok iyi anladın. Zaten senin bulduğun çözüm de aynısı değil mi...”
Şeytan bir an durakladı. Evet, meleği gereğinden çok hafife almıştı. Elbette onun bulduğu çözümü melek de görmüştü sonunda. Madem ki bu işin altından kendi başlarına kalkamıyorlardı öyleyse yardım isteyeceklerdi. Onlara kim yardım edebilirdi... Kim olacak, patronları elbette. Biraz çekingen bir sesle sordu.
“Yani sence de O’na gitmemiz gerekiyor, değil mi...”
“Herhalde. Ne o, korktun mu yoksa...”
“Yok canım, niye korkacakmışım ki... Eninde sonunda adamı o yaratmıştı. Belki bir şeylerini eksik yaratmıştır. İmalat hatalarından da biz sorumlu değiliz herhalde. Öyle değil mi...”
Bunları söylerken sesi duyulmak istemiyormuş gibi kısık çıkıyordu. Aslında bunun hiçbir işe yaramayacağını biliyordu. Eğer O duymak istiyorsa nasıl olsa duyardı onları. Belki de şimdiye kadar çoktan duymuştu bile. Meleğin alaycı bir gülümsemeyle kıvrılan dudaklarından onun da aynı şeyleri düşündüğünü okuyabiliyordu.
“Tamam, duyduysa duydu. Sesini çıkarmadığına göre anlaşılan gidip kendimizin anlatmamızı istiyor olmalı” diyerek korkusunu bir meydan okumayla gizlemeye çalıştı. Ama meleği kandıramamıştı. Melek gülümsemesini hiç bozmadan konuşuyordu onunla.
“Sen öyle san. Şimdiye kadar bizi hiç yanına çağırdı mı...”
“Seni bilmem ama ben yanına çağırılmayı gerektirecek hiçbir şey yapmadım zaten.”
“Bak bu doğru.”
“Bana bak kızım, benimle dalga geçmeyi bırak da söyle bakalım. Nasıl ileteceğiz O’na derdimizi...”
“Ne bileyim ben. Bir yolu vardır elbette.”
“Aslına bakarsan bence çoktandır biliyor zaten neyle uğraştığımızı. Ama kendisi de işin içinden çıkamadığı için bizim başımıza yıktı adamı.”
“O ne biçim söz öyle. O’nun altından kalkamayacağı hiçbir şey olamaz.”
Melek bunları söylerken aslında kendisi de dediklerine pek inanmıyordu. İçinde bir ses şeytanın dediklerinde bir gerçek payı olabileceğini söylüyordu ona. Yine de şimdi tutup şeytanı onaylayarak başını derde sokmanın sırası değildi. Şeytan yüzünde alaycı bir gülümsemeyle meleğin bembeyaz kanadını hafifçe çekiştirdi.
“Ne o, bakıyorum bizim ihtiyar gözünü epey korkutmuş anlaşılan. Kızım, yapacağı bir şey olsaydı şimdiye kadar çoktan yapmıştı bile. Boşver, gel biz kendi işimize bakalım. Becerebiliyorsa kendi uğraşsın şu değerli insanıyla.”
Şeytan birden bütün korkusunu bir yana atmışa benziyordu. Gözlerinde çakan ışıklardan belliydi bu. Melek yan gözle ona baktı. Aslında neden olmasındı ki... Nasıl olsa başka bir yığın insan vardı. Zaten Tanrı’nın şimdiye kadar onları çoktan duymuş olduğuna emindi. Sesini çıkarmadığına göre bir şeyler düşünüyor olmalıydı. Melek de kararını verdi. Geniş kanatlarını iyice açıp uçmaya hazırlanırken şeytan görmesin diye başını hafifçe yana çevirdi ve neredeyse duyulmayacak kadar kısık bir sesle
“Benim elimden daha fazlası gelmiyor. İsterseniz yine de uğraşırım ama yardımınız olmadan kendi başıma bu işin altından kalkamıyorum, görüyorsunuz,” diye fısıldadı.
Meleğin fısıltısını şeytan da Tanrı da duymuştu. Şeytan alaycı alaycı gülüyordu. “Boşuna uğraşıyorsun, gör bak sana hiçbir şey söylemeyecek,” deyip zıplayarak uzaklaştı, gözden kayboldu.
Tanrı şeytan uzaklaşana kadar ses çıkarmadan bekledi. Sonra meleğin saçlarını yavaşça okşayıp “haklısınız,” dedi. “Bu aslında benim işim. Bundan sonra bu adamla kafanı yormana gerek yok. Bir şey gerekirse sana haber veririm. Tabi arkadaşına da. Merak etme, adam bir imalat hatası değil. Yalnızca değişik bir şey denemek istemiştim. Sonuçlarını görmek için bir süre beklemem gerekiyordu, hepsi bu. Haydi şimdi kendi işlerinin başına.”
Meleği ve şeytanı adamın başından uzaklaştırdıktan sonra da düşünmeye başladı. Gerçekten de bir deneme yapmaya karar vermişti bu adamı yaratırken. Aslında böyle bir şey yapmasının zamanı çoktandır gelmişti ama o yine de biraz daha beklemeyi yeğlemişti. Yoksa, işin aslına bakılırsa Tanrı epeydir insanlara çok kızar olmuştu. Tanrı olması nedeniyle aslında oldukça sabırlıydı, ama insanlar artık onun bile sabrını taşırıyordu. Şimdiye kadar yaptıkları saçmalıklara hiç sesini çıkarmadan katlanmış olduğunu düşününce zaman zaman kendine bile kızıyordu.
Şairin biri onun öfkesini anlarmış gibi ne güzel söylemişti.
Ekin biç! Resim yap!
Sev ve sevil
Tanrısın sen inan bana
Benim iki gözüm
Sana yaratmak yakışır! Yoketmek değil.
Onlara bir yığın güzel şey vermişti. Pek de sevmişti aslında onları. Rahat etsinler, hiçbir eksikleri olmasın diye epey uğraşmıştı. Bunun karşılığında da pek bir şey beklediği yoktu. Yalnızca verdiklerini güzel kullansalar yetecekti. Elbette onların da kendisi gibi olmalarını isterdi. Hani şöyle bir yığın kendisi gibi Tanrı yaratmayı başarabilse hiç de fena olmayacaktı. Yalnız başına olmak bazen can sıkıcı olabiliyordu. Üstelik ne de olsa ‘el elden üstündür,’ bakarsın onun aklına gelmeyen şeyler bulabilirlerdi. Aslında bulmuşlardı da. Ama buldukları şeyler ne yazık ki hiç işe yaramıyordu. Kendisinin onlara verdiği bir yığın şeyi kullanmak yerine işlerini daha zora koşacak ıvır zıvırlarla uğraşıp duruyorlardı. Tanrı buna ses çıkarmamıştı. Eninde sonunda kendi bilecekleri işti. Koskoca Tanrının bencillik yapıp yarattıklarını kendine benzetmek için işlerine karışacak hali yoktu herhalde. Bırakmıştı kendi hallerine. Eninde sonunda isterlerse pekala kullanabilecekleri kafalar ve eller vermişti onlara. Bir gün bunları da farkedeceklerine emindi. Farkettiler de. Ama Tanrı bir yerlerde bir yanlışlık yapmıştı belli ki. Her nasılsa birbirlerini pek sevmiyordu insanlar. Tanrı ne kadar kafa yorarsa yorsun bir türlü anlayamıyordu niçin birbirlerini bir türlü sevemediklerini. Bırakın sevmeyi nefret ediyorlardı üstüne üstlük. Hem de öylesine nefret ediyorlardı ki birbirlerini yok edip duruyorlardı sık sık. Tanrı “iyi ki onların sayısını çok tutmuşum, yoksa yakında birbirlerini yok edip bitirirlerdi,” diye düşünüyordu. Aslında bu konuda çok da telaşlanıyor sayılmazdı. Giderek zaman zaman “bu kadar saçmaladıklarına göre şu işi kökten hallediverseler ne iyi olurdu” türünden düşünceler bile geliyordu aklına. Nasıl olsa yenilerini yaratabilirdi ve bu kez biraz daha dikkatli olmaya kararlıydı. Ama aslında işin hiçbir zaman bu noktaya gelmeyeceğini de çok iyi biliyordu. Eninde sonunda kendisi yaratmıştı onları, kafalarının ve yüreklerinin sınırlarını iyi tanırdı. İşler gerçekten de çok kötüye gittiğinde birbirlerine kenetleneceklerini biliyordu. Zaten bu yüzden pek aldırmıyordu yaptıkları saçmalıklara.
Tanrının kafasını kızdıran şey bambaşkaydı. O özene bezene ortaya çıkardığı şeylerin bırakın kötüye kullanılmayı, hiç kullanılmamasından şikayetçiydi. Nasıl da uğraşmıştı oysa. Onlara o hassas kulaklarını, o keskin gözlerini, o duyarlı tenlerini vermek için. Hayvanları yaparken işleri çabucak bitmişti. Şöyle güzel koku alsınlar, yediklerinin onlara yararlı olup olmadığını anlayabilsinler, etraflarında neler olup bittiğini anlayacak kadar görüp duysunlar yeter diye düşünmüştü onları yaratırken. Oysa insan öyle miydi... Neler neler vermişti onlara. Dağarcığındaki en değerli şeyleri özene bezene yerleştirmişti içlerine. Sonra ne olmuştu. Ne olacak, tutup bütün bunları bir yana bırakmışlar hem kendilerini hem de içinde yaşadıkları dünyayı her gün daha da çirkinleştirir olmuşlardı. İşte o zaman tepesi atmıştı. Bir kaç kez cezalandırmayı denemesi de bir işe yaramamıştı. İşler ters gittiğinde durumu toparlamalarına güvendiği melek ve şeytanın da bir işe yaramadığı çıkmıştı ortaya. İyi ve kötüyle güzel bir denge oluşturmayı planlamıştı ama insanlar kırk yılda bir kafalarını kullanmaya karar vermiş, meleği ve şeytanı kendi işlerine yarar duruma getirmeyi başarmışlardı. Güzelim dünyalarını her gün biraz daha yaşanmaz duruma getirirken bile meleği şaşırtmayı, bunu aslında çok iyi bir niyetle yaptıklarını ona yutturmayı başarmışlardı. Akılları başlarına gelsin diye şeytanı göndermişti yanlarına. Şeytan yeteneklerini onlara hatırlatma konusunda her zaman melekten daha başarılı olmuşa benziyordu. Bunu farketmeleri de çok zaman almamıştı zaten. Ellerini, kulaklarını, seslerini, kafalarını kullanmayı öğretiyordu onlara şeytan. Ne yazık ki bu da pek bir işe yaramamıştı. Çünkü şeytanın onlara öğrettiği şeyleri sevseler bile şeytanı sevmiyorlardı. Üstelik de şeytanla iş yapmaktan korkuyorlardı. Ne de olsa melekten bir zarar gelmezdi.
Yine de işler son zamanlarda olduğu kadar kötüleşmemişti hiç. Epeydir insanlar şeytan ve melek bir yana, insan olduklarını bile unutur olmuşlardı. Bir tuhaf duygusuzluk, duyarsızlık çökmüştü üzerlerine. Hiçbir şeye aldırdıkları yoktu. Yaşayıp yaşamadıklarına bile. Birbirlerini yine yok etmeyi sürdürüyorlardı ama bunu bile önemsemeden yapıyorlardı. Öylesine. Yarattıkları tuhaf yapının içinde bazılarının görevi insanları yok etmekti, yoksa bunu öfkesinden ya da birilerinden nefret ettiği için filan yapmıyordu. Tanrı artık yarattığı insanları gerçekten de tanıyamaz olmuştu. Onun üzerine de bir umutsuzluk çöküyordu özene bezene yarattığı insanlara baktıkça. Bunlar mıydı kendisine arkadaş olacağını umduğu yaratıklar... Yeteneklerinden kuşku duymaya başlamıştı neredeyse... Epey kafa yormuş, nerede yanlış yaptığını bulmaya çalışmıştı. Sonunda da bulmuştu yanlışını. Evet, şimdi anlıyordu nerede atlamış olduğunu. Ve böylece de o adamı yaratmıştı. Adam yalnızca bir denemeydi. Bu kez dikkatli olacaktı. Önce tek bir örnek yaratmaya karar vermişti. Eğer bunu becerebildiğini görürse başkalarını yapabilirdi.
Elbette ne meleğin ne de şeytanın bunlardan hiç haberi yoktu. Adamda bir terslik olduğunu anlamaları epey uzun sürmüştü. Terslik olduğunu anlamışlardı ama onu diğer insanlardan ayıran yanı görememişlerdi. Aslında iyi de olmuştu. Onların tek görebildikleri şey adamın onları dinlemediği olmuştu. En önemli şeyi gözden kaçırmışlardı onlar da. Tanrı keyifle ellerini oğuşturdu. Evet, bu kez işler yolunda gidecekti....
SÜRECEK....