Leylim Ley

Sen bir liderin doğduğu yersin. Sen uzakların türküsü, geçmişin sesisin. Ey Kemal şehri ey! Leylim ley!

yazı resimYZ

www.youtube.com/watch?v=IfQM_AGvM10

(Yazımı linkini verdiğim Selânik türküsü eşliğinde okursanız o duyguyu alacağınıza adım gibi eminim.)

Selânik göçmeni bir ailenin kızı olarak Yunanistan gezimizin ilk durağı olan Selânik şehrini görecek olmamın heyecanı içindeydim. Doğu ile Batının buluştuğu yerde, birbiriyle çatışan güçler ve çıkarlar girdabında bir vaha, farklı halklardan oluşan renkli bir dünyaydı bir zamanlar Selânik.
Rahmetli dedem nasıl da heyecanla ve de duygulanarak anlatırdı ben de Tarihi bilgilerimin ışığında buranın portresini Atatürk ile özdeşleştirerek çizerdim.
Okuduğum şu satırlar ise beynimde o an yankılandı durdu.
-Ah Selânik, dedi. Seni bir daha Türk olarak görecek miyim? Baktım ağlıyordu. O altın sarı saçlarını okşadım. Teselli etmeye çalıştım. Ben, Mustafa Kemalin müşterek hayatımız boyunca bu derece duygulandığını görmedim. ( Ali Fuat Cebesoy- Sınıf Arkadaşım Atatürk)

Ah Selânik ah! Sende o köklü medeniyetimizin izlerini bulabilecek miydim? O topraklara bastığım an Atatürk sanki oracıkta durup bizi karşılayacakmış gibi hissettim. O döneme dair tüm bildiklerim hafıza odalarından birer birer çıkıyor, kalbimin duygu ve anı tellerine dokunuyordu. Kalbimde evet kalbimde Selânik türküsü çalıyordu. Çünkü bu yolculuk başkaydı, bu yolculuk bana rahmetli dedemi, bu yolculuk bana Atatürkü anımsatıyordu. Rumeli türkülerinde Atatürkün uzaklara dalan o masmavi gözleri, kendisini ziyarete gelenleri hem hüzünlü bir duygusallıkla hem de sevinçle karşılayacak gibi hissettiriyor ve ben her dakika daha da çok heyecanlanıyordum. Merakım öyle çoktu ki uzaktaki dağları bile silip süpürmüş, yolculuğum hiç anlamadan geçmişti. Baharın o pırıltılı yüzünde Ege ve Karadenizi görmüştüm sanki yeniden. Ülkemin farklı yerlerinden esintiler taşıyordu buraları.

Merkezdeki kiliseyi ziyaretimizden sonra atamızın evine gittik ama hiçbir şey beklediğim gibi değildi bir şeyler eksikti sanki eksik. Atatürkün mum heykeli ise oracıkta bizi izliyordu. Yine keskin, kararlı bakıyordu o bakışları ama heyecanımın yerini bu kez burukluk almıştı çünkü insanların saygısızlığına tanık olmuş ve ziyarete gelenlerde o ruhu tam manasıyla görememiştim. Aşırı kalabalıktı burası ama ne yazık ki yeterince saygılı ve duygulu gelinmemişti. Yer kavgası da neydi?
Selanik ah Selanik ! İzmirin kordon boyunu andıran heybetiyle sonunda karşımızdaydı. Camilerimiz hilallerinden yoksun yürek burkuyordu. Bir burukluk daha...
Camilerimizin kiliseye dönüştüğünü gördüğümde kaybettiğimiz yerlere daha da üzüldüm. Kanuni ve Pargalı dönemi şehre damgasını vurmuş görünüyordu. Kanuni dönemini daha iyi anlamak için özellikle de Rodosa gelmek gerekir çünkü Pargalı İbrahim Paşa Camisi burada bulunur ve klasik dönem Türk mimarisinin izlerini taşır. Tarihimiz o kadar zengin ki dünyanın dört bir yanında hikâyesi var. İnsan okuduklarına inanamıyor belki ama tarihle yüz yüze gelince ürperiyor, ürpermiştim. Yunanistan a verilen destek ve de diplomatik çabalar sonucu kaybedilen Batı Trakyamız. Buraları buram buram Trakyamızı andırıyordu. Gelincik tarlaları ve evlerin balkonlarında dizi dizi o rengârenk çiçekler...
Ah dedeciğim! Ah sen de şu an yanımda olaydın. Dedem aklıma gelince bir hüzün bulutu çökmüştü ya ciğerime. Ben mi suskundum yoksa şehir mi?
Sokaklar oldukça sakindi yoksa ruh dinginliğime mi eşlik etmek istemişlerdi. Artık susarak konuşuyordum. Bir arkadaşın sorusunu ise sadece başımla onayladım çünkü bu tarihi büyünün etkisinden kurtulmak istemiyordum.
Sokaklar boştu ama yüreğim dopdoluydu. Bu insanlar çalışmıyorsa nasıl geçiniyorlardı? Çünkü Yunan ekonomisi Avrupadan destek görüyordu. Yıl 2014, evlerde eski antenler, yollarımız üzerinde farklı mimarideki yapılar...
Geçimlerini ise genelden turizmden sağlıyorlardı bu yüzden olsa gerek yiyecek fiyatlarını yüksek bulmuştum özellikle de içecek fiyatları fahiş fiyata satılıyordu. Yunanistanın bazı kentlerinde ise mermercilik çok yaygındı bu yüzden de yol kenarlarına trafik kazasında ölen insanları simgeleyen küçük heykelcikler dikmişlerdi ve bu bir tür uyarı niteliğinde olup çok hoşuma gitmişti.

Sonra öğle yemeği için Dramaya geçmiştik. Göl kenarında, kuş cıvıltıları eşliğinde yemek yediğimiz o şirin lokantada geçen anım ise ne zaman aklıma gelse yüzümü güldürür. İnsan buralara gelince sadece Selânik şehrini değil her yeri görmek istiyordu çünkü bu topraklar memleket kokuyordu. Dilime drama türküsü dolandı. Manyas kuş cennetinin eski hâlini anımsatan o cennet bahçeleri içinde gezinirken kendimi bu türküyü mırıldanırken buldum.

Drama köprüsü Hasan dardır geçilmez
Soğuktur suları Hasan bir tas içilmez.

Buranın şelalesi bana Manavgatı, buz gibi suyu ise Saklıkent kanyonunu anımsattı. Doğayla baş başa kafa dinlemek için ideal bir yerdi. Ve ben burayı çok sevmiştim. Bir daha gitmek ister miydim kesinlikle evet, özellikle de burayı görmek isterdim.
Herkes et yemeği söylemişti balık sevdam orada da nüksetti balıklar taze değildir denilse de dinlemeyip balık yemek istedim. Yemeğim gecikince garson sanırım biraz da özür mahiyetinde masama ne içmek istediğimi sorarak sonradan hediye olduğunu öğrendiğim maden suyu getirdi. Garnitürlerde peynir bolca kullanılmıştı. Onca yemek içinde çok sevmeme rağmen balığı bile beğenmeyip ekmeğe bayılmıştım sanki poğaça yiyor gibiydim. Nasıl yapıldığını sorduğum için olsa gerek biz oradan ayrılırken yanıma o ekmekler yine hediye olarak verilmişti. Şaşkındım ama anladım ki anlaşmak için samimiyet ve de beden dili yeterliydi.

Kavala ya geçtiğimizde ise merkezde Kavalalı Mehmet Ali Paşanın heykeliyle karşılaştık. Ah tarih ah, geçmiş değilsin sen, ah hiç geçmemişsin. Yine hatırlattın bak kendini. Yine vurdun gerçekleri yüzümüze tokat gibi.

Osmanlıya isyan ettiği için olsa gerek burada o çok sevilen Kavalalı Mehmet Ali Paşanın heykeli vardı. Bu heykel o dönemin olayları hakkında yeniden düşündürttü beni ve o döneme damga vuran olaylar zihnimde film şeridi gibi canlandı. Sonra da aklıma hemen kavala kurabiyesi geldi. Gümrükte yediğimiz kurabiyeyle Edirne kurabiyesini kıyasladığımda bizim kurabiyemizi bu kurabiyeye asla değişmem. Sadece kurabiyeyi mi? Baklavamızın patentini de almışlar ama bizim baklavamızla kıyaslanamaz. Ayrıca Greek coffee adını verdikleri kahveleri bildiğimiz Türk kahvesidir. Kültürel mirasımıza sahip çıkmalıyız, daha fazla sahip çıkmalıyız diye söylendim.

Ah Kavala ah yüreğimizde açtın bir yara.

Gelelim Selânik kentindeki gece yaşamına, dükkanlar gündüzleri genelde kapalıydı ama gece yaşamı daha hareketliydi. Tavernaları meşhurdu ama krizden ötürü tabak kırmak yasaklanmıştı. Bizler o gece Rum şarkılarından ziyade Türk şarkılarıyla coşmuştuk. Trakyada bu eğlencenin âlâsı vardır bu yüzden sanırım mekânı vasat bulmuştum çünkü bizler orada kendi eğlencemizi kendimiz yaratmıştık. Anladım ki o an Dünyada Trakya insanı kadar eğlenmeyi seven azdır. O küçücük alanda bile ortalık yıkılmıştı neredeyse. Osmanlı ruhunu yansıtan bir şehirde Rum bayrakları dalgalanırken mavi mavi masmavi, Rum bestesi Sarışınım, Leylim Ley gibi şarkılarla insanlar coşmuştu.

Destanlar yazan bir milletin evladı olmak yetmez mühim olan o ruhu hiç kaybetmemektir. Orada hiç unutmamamız gereken koca bir tarih yatıyordu. Oradan ayrılırken camilerimize bir kez daha, hissi ve de manidar baktım sonra da dilimden şu cümleler döküldü. Elveda Rumeli, elveda anılarımın dünü, bugünü, eksik kalan sevda, bir göç hikâyesi...

Elveda canım ninem! Neler yaşadınız kim bilir göç ederken?

Ah Batı Trakyam.
Güzel Trakyam,
Sensin o hisli ses
Ruhumun en ince telinde
Duygu duygu şakıyan
Sensin o ince his
İçimin derin hüznünde
Coşku coşku dalgalanan.
Memleketimin türküsüdür
Her diyarda yankılanan
Her karışı yiğitlik, şehadet kokan
İşte o türküdür
Kalbimizde hilal hilal bayraklaşan.
Anadoludan Rumeliye
Edirneden Selânike
Mısra mısra
Sevda sevda
Tarih tarih anıtlaşan.

Sen bir liderin doğduğu yersin. Sen uzakların türküsü, geçmişin sesisin. Ey Kemal şehri ey! Leylim ley!

Gaye Dilek GEZER. ] ]

Başa Dön