Mektup

Mektuplaşmak istediklerimizde ev adresi yerine elektronik posta adreslerini vermeye başladılar.Ben elimin değmediği kokusunu alamadığım,yıllarca saklayamaya cağım elektronik,sanal,duygusuz mektubu ne yapacaktım.

yazı resim

MEKTUP

O akşam evde yalnız oturuyorduk.Televizyon karşısına geçmiş bir yerli dizi seyretmiştik.Hoş emekli olduktan sonra böyle yalnız oturduğumuz geceler son zamanlarda artmıştı.Eski arkadaşlarımızla evlere gidip gelmeler azalmıştı.İnsanların insanlara ihtiyacı kalmıyor gibi bir hava vardı.Televizyonlarda çeşit çeşit yerli diziler,bilgisayarlar karşılıklı oturup iki kadeh içip kestane kızartıp sohbet etmekten daha çok yeğlenir olmuştu.Benim pek uykum yoktu.Neriman kendini pek iyi hissetmediğini söyleyerek yatmaya gitti.Televizyon kanallarını taramaya başladım.Hangi kanala baksam hepsi sanki sözleşmiş gibi, her biri birer kısır döngü haline gelmiş Türkiye sorunlarını tartışan ,bağıran çağıran,karşısındaki dinlemeyip sürekli sözünü kesen tiplerle doluydu.Onbeş yirmi dakika böyle oyalandıktan sonra ben de yatmaya gittim.Ama Neriman’ı henüz uyumamış ve acı çeken bir surat ifadesiyle buldum.
- Nen var sultanım?
-Çok kötüyüm,kalbim sıkışıyor sanki!
-Gidelim hemen hastaneye.
-Nasıl gideceğiz.
-Çağırır bir taksi gideriz.
-Taksiye o kadar para verirsek ay sonunu getiremeyiz.
-Boş ver ay sonunu
-Torunlarıma hediye alacaktım.Of Ooof kalbim kalbim.
-Hadi gidelim hemen
-ben … ben kalkamam
-cankurtaran çağırıyorum.
-…
Telefona koştum.112 acil’i çevirdim.Çalıyor, çalıyor …çalıyor açsanıza be kardeşim!
-112 acil buyurun.
-Eşimin kalbi sıkışıyor,acil cankurtaran istiyorum.
-Şu anda bütün ambulanslar dışarıda.
-Ama kalp krizi olabilir,çok acil…
-Boşa çıkınca hemen yollarız,adres
- …
-Ne zaman gelir?
-Bilemem
Çat telefonu suratıma kapattı.Ukala cankurtaran desene ambulans deyip duruyor.Ona güzel bir Türkçe dersi verecektim ama sırası değildi.İçeriye koştum.Neriman kıvranıp duruyordu.Ne yapsam,ne etsem diye düşünürken üst kattaki komşuya gitmek aklıma geldi.Pek samimi değildik,merdivende orda burada gördüğünde zoraki selam verirdi.Ama başka çarem yoktu,arabası vardı ve belki yardımcı olabilirdi.Koşarak yukarıya çıktım.Zili birkaç kez çaldım.
-Kim o be bu saatte?
-Açın açın ben alt komşunuz.
Kapı açıldı.
-Eşim fenalaştı,kalp krizi galiba.
-Bana ne be adam bu saatte
-Kadın ölecek,acil hastaneye yetiştirmek lazım.
-Hadi git işine
Kapıyı suratıma çarptı.Orada kalakaldım.İnsanlık ölmüştü,hatta cehennemde bile yerini almıştı.Ne yapacaktım!Taksiye koşayım diye düşündüm ki o anda kapı açıldı.Senin ki mahçup bir şekilde;
-Kusura bakmayın,uyku sersemliğiyle ters konuştum,hadi gidelim hemen.
Bizim eve girdik,Neriman daha da kötüleşmişti, konuşamıyordu.İki kişi karga tulumba kucaklayıp arabaya bindirdik.Yolda son nefesini verdi.Ben de o anda kapkaranlık bir boşluğa düştüm.Hani sinemalarda film kopardı da kısa süreli bir sessizlik kapkaranlık boşluk olurdu ya,bendeki bu film kopma süresi 3-4 gün sürdü.O zaman zarfında ne yaptım,nasıl naaşı defnettik,neler oldu,kimleri aradım?Hiç bir şey anımsamıyorum.Sanki derin bir uykudaydım,etrafımda bir sürü olaylar oluyordu,ama ben neyi,niçin ve nasıl yaptığımı ve bir saniye önce ne olduğunu idrak edemiyordum ki adeta cennetten gelen tertemiz içine hiçbir kötülük karışmamış bir ses beni hayata döndürdü.
-Dedeciğim! Bu mektup açacağını bana hediye eder misin?
Torunum Sude Naz’dı bu güzel ses.
-Evet tabii ki.
Dedim.O anda onun gözlerindeki tüm dünyayı mutlulukla aydınlatan o ışıltı benim hayatın devam ettiğini anlamamı sağladı.
-Sana bol bol mektup yazarım.Sen de bununla açar okursun.Bana cevap yazmayı unutma ha!
Gözleri o dünyalar güzeli gözleri yine parlayarak
-Unutmam dedeciğim,çok teşekkür ederim. Anne bak dedem bana hediye etti.Ne kadar güzel değil mi?
Kızım Asiye telaşlı telaşlı
-Evet çok güzel,hadi çantamıza koyalım da yolda kaybolmasın.
-Tamam ama eve gidince alacağım,masamın üzerine koyacağım.
-Elbette,eve gidince alırsın.
Sonra Asiye bana dönerek;
-Babacığım, biz yavaş yavaş yola çıkalım hem sana yük olmayalım,hem de Salim’in işleri,çocukların okulu.
-Tabii kızım,siz bilirsiniz,ama burada kalsanız da bana yük olmazsınız.
-Sık sık telefonla görüşürüz,kendine iyi bak babacığım.
-Siz de kendinize ve torunuma iyi bakın.
Böylece Neriman’ınımı kaybettikten bir hafta sonra evde kimse kalmadı,ama sağolsunlar eş dost ziyaretleri bir ay kadar sürdü.
Sonra bir gün akşam karanlığı çöktü,gelen giden yok.Karanlığın ağırlığını daha belirgin hissetmeye başladım.Karnım acıkmıştı,yıllardan sonra ilk defa o akşam tek başıma yemek yedim.Yemekten sonra saate baktığımda daha 19:00 idi.Antalya’nın bu karanlık kış gecelerini nasıl geçirecektim.Hadi gündüzleri gezer dolaşır,parklarda oturur vakit geçirirdim.Ama geceleri ne yapacaktım?Tek başına televizyon da seyredilmezdi ki seyretsem de beğendiğim beğenmediğim şeyleri kiminle paylaşacaktım.Yeniden evlensem,kimi nerede nasıl bulacaktım,hadi birini buldum ona nasıl alışacaktım.Yok yok yıllardır yanımdan ayrılmamış birlikte üzülüp birlikte sevindiğim Neriman’ın üstüne gül koklayamazdım.Böyle düşüncelerle can sıkıntısından kederden kıvranıp duruyordum,birden kafamda bir şimşek çaktı.Neriman’ınmla uzun süre mektuplaştıktan sonra evlenmiştik,hatta son on yıl öncesine kadar çeşitli arkadaşlarımızla mektuplaşırdık.Mektup yazmanın o telaşlı ne yazacağım düşüncesini yaşarken,kağıda kaleme sarılınca havadan sudan,o günlerde yaşadığımız ilginç şeylerden bahseder,yazının sonunu gözlerinizden öper,cevabınızı acele bekleriz ,diye bitiriverirdik.Hergün eve dönüşte posta kutusuna bakmanın heyecanı,gelen bir mektubu açmak,okumak…Ne güzel ne tatlı anlardı onlar.Ama önce gelen cevaplar azaldı,sonra hiç kimse mektup yazmaz oldu.Mektuplaşmak istediklerimizde ev adresi yerine elektronik posta adreslerini vermeye başladılar.Ben elimin değmediği kokusunu alamadığım,yıllarca saklayamaya
cağım elektronik,sanal,duygusuz mektubu ne yapacaktım.Bu haberleşme yöntemine hiç ısınamadım. Postaneye götürüp mektubu atmak, gişedeki memurla iki laf etmek,mektubu getiren postacıya takılmak gibi insani olguların yanında bilgisayardan alınan bir hatta bin elektronik posta bir işe yaramaz diye düşünüp bu sanal sevince hiç katılmadım.Bu nedenle mektup yazma ve bekleme sevincinden mahrum kaldık,ama sağolsun rahmetli Neriman’ım yanımda olduğu sürece hiçbir şeyin yokluğunu hissetmemiştim.Böylece kağıda kaleme sarılıp,önce torunum Sude Naz’a sonra birkaç eski arkadaşıma mektuplar yazdım.Zamanın nasıl geçtiğini anlayamadım.Bu işi sevmiştim.Ertesi gün sabah erkenden gayet dinç ve mutlu bir şekilde kalktım.Bugün yapacak bir işim vardı.Evimizin yüz metre ilerisindeki kırtasiyeciden zarf ve mektup kağıdı aldım.Bu güneşli ve ılık Aralık sabahında Antalya’da yaşamanın tadını çıkararak,kuş cıvıltılarına kulak verip,araba gürültülerini duymazdan gelerek,dükkanını açıp,temizliğini yapıp,tavla oynayarak vakit geçiren esnafa selam verip onları da şaşırtarak saat kulesine kadar yürüdüm.Yirmibeş yıl önce Saat Kule’sinin olduğu Kale kapısına gitmek için evden çıktığımda oraya varmadan akşam olurdu.Her adım başı bir arkadaşıma rastlar,yoldaki tanıdık esnafların ısrarlı çay ısmarlama tekliflerine hayır diyemez,hava kararana kadar ancak Üçkapılar’a gelirdim.O zamanlar Çapacı denilen şimdiki Cender Otel’in yakınında yeni yapılmış bir apartmanda oturuyorduk.Şimdi oturduğum Yeşilbahçe Mahallesi diye bir yer yoktu.Aslında vardı ama oralar narenciye ağaçları ile dolu idi.Şimdiki gibi dokuz on katlı siteler,yüksek apartmanlar yoktu.Herneyse bugün üç çeyrek saatte Saat kulesine geldim.Onun yanındaki Sanat galerisinin önündeki ağaçlar altındaki kafeteryaya oturdum.Bir çay söyledim.Güzel havanın demli çayın tadını çıkararak mektupları zarflara koydum,üzerlerine adresleri yazdım.Bir süre Saat kulesini,Yivli Minare’yi yoldan gelen geçenleri seyrettim.Gezen yabancı turistler ceket falan giymemişlerdi,hatta tişort giyenler bile vardı.Ama yerlilerin çoğunluğu tedbiri elden bırakmamıştı ya da bilinç altına yerleşmiş bir alışkanlıkla montunu hatta paltosunu giymişti.Sadece bir kısım gençler ince bir kazak veya sweetshirt ile idare ediyorlardı.Hemen postaneye gidip,mektupları verip,günümü bitirmek istemiyordum.Kafeteryanın ödeme kasasının yanındaki stand’dan bir gazete aldım.Eskiden böyle yerlerde herkes okusun diye gazete,dergi vs. bulunmazdı.Bu kolaylık hoşuma gitti.Okumaya başlayınca o günkü tüm iyimserliğime rağmen okuduklarım içimi kararttı.Hele bir haber vardı ki iyice sinirimi bozdu.Posta İşletmeleri Genel Müdürü şöyle demiş;İnsanlar artık birbirlerine özel mektup yazmıyorlar,ama önemli değil posta idaresi geçen yıllarda olduğu kadar,hatta daha fazla kar ediyor,mektup dağıtıyoruz.Kredi kartları hesap özetleri,mobil telefon faturaları özel mektupların yerini aldı.
Bu haberi okuyunca vay dangalak vay dedim,ne kadar sığ bir bakış açısıydı.Onun işletmesinin karı azalmamıştı,ama insanların mektup yazma ve alma heyecanı kalmamıştı.Ama bu olgu sevgili genel müdürümüzün umurunda değildi.O mektup diye kredi kartı özet işkencesi dağıtıyordu.Hatta Telekom bile telefon faturalarını mobil telefon faturaları gibi renkli zarflarla yolluyordu.Sanki böyle gereksiz kağıt harcayarak iyi bir şey yapıyormuş havasına bürünüyorlardı.Posta kutularında dışı renkli içi boş,ruhsuz zarflardan geçilmiyordu.Bu Posta İşletmeleri genel müdürünü memnun ediyordu.Günümüz yükselen değeri çok para kazanma idi,hatta son zamanlarda çok kazandıran şirketi yabancıya peşkeş çekme de moda olmuştu.Bu ülkenin insanları, o insanların yozlaşması,zevksizleşmesi,dostluk ve arkadaşlık duygularını heyecanlarını yitirmesi önemli değildi.Önemli olan para kazanmaktı.Bravo !!!
İyice gerilmiştim ki karşı sandalyenin altında miyavlayıp duran kedi yavrusu ayağıma sürtünerek benim masanın altına oturunca,insan olmanın doğanın bir parçası olmanın mutluluğunu yaşayıp,gazetedeki olumsuz haberlerin etkisinden sıyrılıp sabahki neşeme tekrar geri döndüm.Bir süre etrafımdaki kedileri seyrettim.Birisi ağacın altında uyukluyor,bir diğeri yere düşmüş bir kağıt parçasıyla oynuyordu.Az önce ayağıma sürtünerek beni hayata döndüren ise kah masanın altına uzanıyor,kah ayağıma sürtünüyor ne yapacağını bilmiyormuş gibi oyalanıyordu.Saat kulesine dönüp baktığımda saatin 12:00 olduğunu fark ettim.Postaneye öğleden sonra gitmeye karar verdim.Bu güzel günü Döner yiyerek taçlandıracaktım.Dönerciler çarşısına geldim.Buranın eski hali derme çatmaydı ama sıcacık bir atmosferi vardı,sevgi doluydu.Pilav üstü yüz gram döner söyledim,üzerine İskender sosu koymalarını rica ettim,bir de gazlı içecek söyleyerek siparişimi tamamladım.On yıl kadar önce aynen bu şekilde Neriman’ımla yediğimiz dönerin tadı halen damağımdaydı.Yemeğimi beklerken uçan kuşa bile buyurun üst katta aile salonumuz var diyen garsonları seyrettim.Dönerim geldi.Yedim.Eski tadı bulamadım ama yinede kimseye kızmadım.Neriman’ım olmayınca ne dönerin tadı vardı,ne de başka bir şeyin.Ancak bir şekilde yaşamaya devam etmeliydim.Kendime bir meşgale bulmalıydım.Mektup yazarak birkaç gün idare ederdim,sonra birkaç gün gelecek cevapları bekler yine yazardım,ama bu kadar oyalanma ile tüm günü ve geceyi nasıl dolduracaktım.Az önce Neriman’ı hatırlayınca düştüğüm karamsarlıktan nasıl çıkacaktım.
-Abi çay kahve bir şey ikram edelim mi?
-Yap bakalım,şöyle yandan çarklı sade bir kahve.
-Nasıl abi ?Anlayamadım.
-Kaynak bir Türk kahvesi şekersiz.
-Türk kahvesi yok abi.
-Evladım burası neresi?
-Dönerciler çarşısı.
-Hangi ülkede yaşıyoruz?
-Türkiye
-Nasıl olmaz Türkiye’de Türk kahvesi?
-Bilmiyorum abi,nescafe var,çay var,bitki çayları var.Türk kahvesini ilk sen sordun.
-O zaman demli bir çay alayım.
Çay kahve ikram edelim mi? Sözleriyle çıktığım düşüncelere tekrar daldım.Çayım geldi,içtim.Hesabı ödedim.Çarşı postanesine doğru yürüdüm.İçeri girdim,bayağı kalabalıktı ama ‘’mektup pul’’ yazan gişenin önünde kimse yoktu.Oradaki bayana mektupları verdim, Ona iki laf edecek hevesim kalmadığı gibi,onun da bezgin hali doğrusu beni konuşmaktan alıkoydu. Ücretini ödedim,çıktım.Yürüyerek evime geldim.Hava yeni kararıyordu.Poyraz sert esmeye başlamış,havayı iyice soğutmuştu.Sitenin girişinde bol tüylü beyaz terrier cinsi tasmasız bir köpek inliyordu.Yalvaran gözlerle akşam yemek için aldığım ekmeğe bakıyordu.Bir süre hareketsiz kalıp ne yapacak diye bekledim,o aynı şekilde bakmaya devam etti.Bunu eve alıp güzel bir yemek sıcak bir yuva versem nasıl olur diye düşündüm.O sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi kuyruk sallayarak bana doğru bir adım attı.Kendi derdim yetiyor bir de köpekle mi uğraşacağım diye çelişkiye düşünce,beyaz tüylü güzel yaratık kuyruk sallamasını kesti.Yakaran gözlerle bakmaya devam etti.Yok yok alacağım ben bunu hem bana bir meşgale olur,hem de yersiz yurtsuz aç bir sokak köpeğini alarak sevaba girerim diye düşününce seninki yine kuyruk sallayarak bir adım daha atıp aramızdaki mesafeyi beş metreden dört metreye indirdi.Gel dedim,hemen ayağımın dibinde yerini aldı.Gözlerini minnettar bir şekilde bana dikti,kuyruğunu daha bir heyecanla salamaya başladı.Eve girdik,ona ve kendime güzel bir yemek yaptım.Beraberce yedik,koltuğa oturdum,onu yanıma çağırdım,geldi kucağıma oturdu.Sırtını kafasını okşayarak adını sordum.Gözlerime baktı,ama maalesef cevap veremedi.Pamuk dedim,tepki vermedi.Mülayim dedim,yine tepki vermedi.Nasıl bir isim bulmalı?Hem köpek ismi olmalı,hem de bu güzel yaratığı ifade etmeli.Bir süre daha düşündüm,aklıma hiçbir isim gelmedi.Yarın düşünürüz diye yüksek sesle söyleyice kuyruk salladı.Televizyonda Neriman’ımla birlikte seyrettiğimiz dizilerden birini seyrettik.Dul kaldıktan sonra ilk defa televizyondan biraz olsun zevk aldım.Çünkü yalnız değildim,konuşmasa da yanımda bir canlı vardı.Hoş benim gibi değildi,keskin dişleri,her tarafı tüyle kaplı vücudu ve dört ayağı vardı ama yanımdaydı ve nefes alıyordu.Yalnızlığın neden olduğu karamsarlık,tembellik bir nebze olsun azalmıştı.Çay bile demleyip içtim.Ertesi gün kahvaltıdan sonra bir türk kahvesi yapıp içmeyi kurarak uyudum.
Sabah tam kahve pişirirken adını buldum.’’Yoldaş’’ yeni can yoldaşım benim.Yoldaş gel dedim,hemen ayaklarımın dibinde bitti.Kuyruk sallamaya ,hoplayıp zıplamaya başladı.Adını benimsemişti,bu hoşuma gitti.Yine güzel ve güneşli bir gündü.Yoldaş’a beraber gezebilmek amacıyla bir tasma ve zincir almak üzere veterinere gittik.Tasmayı boynuna taktım,ses seda yok ama zinciri bağlamak isteyince kıyamet koptu.Bana hırladı,keskin dişlerini gösterdi,agresifleşti.Demek ki Yoldaş özgürlüğünden ödün vermek istemiyordu.Oysa her zaman köpeklerin sadık oldukları,sahiplerine bağlı oldukları anlatılırdı.Yoldaş belki de yine bana sadık kalacaktı,ama özgürlüğünden ödün vermeden.Veterinerden çıktık,parka doğru yürüdük.Yanımdan ayrılmıyor,sadece arada sırada bir direk,bir ağaç dibine işaret koyuyordu.
O gün ve sonraki bir ay boyunca her gün Yoldaş ile Antalya’nın parklarını sokaklarını arşınladık ama asla zincirini bağlatmadı ve yanımdan da ayrılmadı.Akşamları televizyon seyrettik,mektuplar yazdık gerçekten can yoldaşım olmuştu. Ancak geçen bir ay içinde yazdığım onlarca mektuptan hiçbirine cevap alamamıştım.Maalesef ne eski arkadaşlarım,ne torunlarım,çocuklarım bana yazmamışlardı.Ben de inat ettim,mektuplarımı cevaplamayana ben de tekrar yazmayacaktım.
Ocak ayının ikinci haftasıydı,soğuk bir gündü,hava kapalı idi ama henüz yağmur sağnak yüzünü göstermemiş,ince ince çiseliyordu.Yoldaş ile yürüyüşe çıkabilirdik.Şemsiyemi alıp evden çıktık.Posta kutusuna artık rutin hale gelen kontrolümü yaptım.Sabahları bile evden çıkarken posta kutusuna göz atıyordum,postacı belki erken gelip mektup bırakabilir diye.İnanılmaz bir mektup alma özlemim vardı.Aslında Yoldaş’ı eve aldıktan sonra hayatın çekilmez yalnızlığından nispeten kurtulmuş,çok fazla mutlu olmasam da tamamen karamsar ve umutsuz değildim.Öylesine de olsa yavaş yavaş yaşayıp gidiyordum. Yoldaş ile yola çıktık,sitemizin önündeki dar sokakta yürüyorduk,Yoldaş birden karşı kaldırımda gördüğü kediye doğru fırladı ve o anda acı bir fren sesiyle birlikte kulakları sağır eden bir inleme duydum.O daracık sokakta son sürat giden bir araba Yoldaş’a çarpmıştı,Hemen köpeğime koştum, o anda gördüğüm şey korkunçtu,Yoldaş diye bir şey yoktu artık paramparça olmuştu.Araba sürücü ise hiçbir şey olmamış gibi son sürat yoluna devam etmişti.Dünyam karardı.Amaçsız,şaşkın ne yapacağımı bilemedim,sağa sola bağırdım,otomobil sürücüsüne kaderime sövüp saydım ama hiçbir şey değişmedi.Yoldaş orada bin parçaya ayrılmış yatıyordu.Onu tek tek elerimle yoldan kaldırdım yakındaki bir ağacın dibine koydum öylece bıraktım.Vurdum parklara,yollara kah hızlı hızlı,kah aheste aheste yürüdüm.Can yoldaşımı kaybettiğime mi yansam,içine düştüğüm derin yalnızlık kuyusuna mı yansam bilemedim.O kuyu öyle karanlık,öyle sıkıcı öyle yalnızdı ki , yaşama tutunmak için hiçbir dal,hiçbir çıkıntı yoktu.Hava kararana kadar ne yaptığını bilmez bir halde dolaştım.Yağmur şiddetini arttırmış,sırılsıklam olmuştum.Eve girince elimdeki şemsiyeyi farkettim,histerik bir şekilde kahkahalarla güldüm.Sonra ağlamaya başladım,ağladım,ağladım koltuğa yığılıp kalmışım.Gözümü açtığımda gün yeni ağarıyordu.İlk önce alışkanlıkla Yoldaş’ı aradım. Yoktu.Demek ki rüya görmemiştim,gerçekten ölmüştü.Ne yapacaktım şimdi?Üstüm başım hala nemli idi,nasıl uyuduğumu hatırlamıyordum.Üstümü değiştirecek gücü kendimde bulamadım.Sadece ayağa kalkabilmiştim.Öylece ayakta bir süre karanlık düşüncelere daldım,kendimi falezlerden aşağı atacaktım.Ne anlamı vardı artık yaşamanın,karımı kaybetmiş,yalnızlığın kuyusuna düşmüştüm,Yoldaş ile o kuyudan tam çıkıyordum ki onu da kaybettim.Yaşım altmışı geçmişti,ne bekliyordum hayattan?Hiç kocaman bir hiç.Çocuklarım,torunlarım,arkadaşlarım bana bir mektubu bile çok görmüşlerdi.Kimseden tek satır cevap gelmemişti.Hayatında benden beklediği bir şey yoktu.Bu yaşta ne yapacaktım?Atlayacaktım falezlerden aşağı.Yalnızlık ta bitecekti,mektup hasreti de.Zaten nasıl olsa bir gün ölmeyecek miydik?Sevdiklerimle paylaşamayınca hayatın ne anlamı vardı?Yoktu.Atlayacaktım,hem de vakit geçirmeden.Merdivenleri koşar adım indim,dışarıya çıktım.Posta kutusuna bakmamıştım.Geriye döndüm,baktım.Orada duruyordu.Bir mektup,onca zamandır beklediğim mektup. Torunum Sude Naz yollamış,zarfı da ne güzel süslemiş.Onun o parıldayan gözlerini hatırladım.İçim umut doldu,üşüdüm,elbiselerim hala nemli idi.Yukarıya çıktım.Üstümü değiştirdim.Mektubu aldım,öptüm okşadım.Demek torunum beni unutmamış,bana verdiği sözü tutmuştu.Canım benim,bir tanem.Mektubu açmayı geciktiriyordum,bu sevinci doya doya yaşamak istiyordum,sanki mektup açılınca sevincim bitecekmiş gibi geliyordu,ama ne yazdığını da merak ediyordum,aslında ne yazdığı önemi değildi,önemli olan bir şeyler yazmış olması, beni unutmamasıydı.Özenle açtım.Şöyle yazıyordu;

Sevgili Dedeciğim,

Türkçe öğretmenimiz,bir arkadaşınıza mektup yazma ödevi verdiğinde,ben de sana verdiğim sözü hatırladım.Biraz geç olsa da bu mektubu sana ödev olarak yazıyorum.Anneannem öldükten sonra ne yapıyorsun,çok sıkılıyor musun?Bazen ben de çok sıkılıyordum,ama Türkçe öğretmenimiz bize sıkıldığımız zamanlarda kitap okumamızı önerdi.Ben şimdi her boş zamanımda okuyorum.Ne kadar zevkli bir şey imiş.Oturduğum yerden dünyayı geziyorum,geçmiş zamanlara yolculuk yapıyorum.En son ‘’Sadako ve Kağıttan Bin Turna Kuşu’’ adlı kitabı okudum.Çok hüzünlü,ama harika bir kitap.Japonya’da 1943 yılından 1955 yılına kadar yaşamış Sadako adlı çocuğun öyküsünü anlatıyor.Sadako Hiroşima’ya atılan atom bombasının yaydığı radyasyonun etkisiyle kanser olmuş,ama ölmek istemiyor.Dileğinin olması için kağıttan bin tane turna yapması gerektiğine inanıyor.Sonunu yazmayacağım.Ama benim de bir dileğim var ve şimdilik yirmi tane turna yapabildim.Kitabın sonunda kağıttan nasıl turna yapılabileceği anlatılıyor.
Dedeciğim sende bu kitabı oku.Canının sıkıntısı azalır,başka kitaplarda oku,bana mektuplarında anlat.İlk mektubuna çok geç yanıtladım ama bundan sonrakileri hemen yanıtlayacağıma söz veriyorum.Ellerinden öperim.

Seni çok seven torunun Sude Naz

Mektubu öğlene kadar defalarca okudum.Sonra çarşıya gidip torunumun anlattığı kitabı ve daha başka kitaplarda aldım,kitapların dostluğunu çok geç de olsa öğrendim ve bir daha intihar etmeyi hiç aklıma getirmedim,çünkü okuyacağım daha çok kitap var.

Başa Dön