Ölüm Böyle Birşey

Tüm yetimlere

yazı resim

Ölümü ben sadece büyüklerin konuşmalarında duymuş, akşam haberlerinde hesapsız ölümlere hayıflanmamış, içi yanmamış biri olarak izlemiştim. Oysa ölüm beni kanamamış yüreğimden acımasız elleriyle yakaladı. Başkasının mutluluklarıyla mutlu olabilmek yeterliliğini nasıl inandırıcı bulmadıysam hiç, o gün, benim yüreğimdeki acıyı başka hiçbir yüreğin ben gibi yaşayamayacağımı anladım. Ateş benim içime düştü ve düştüğü yeri yakıyordu işte...
Ağlayamıyordum. Etrafta ağlaşıp duran tanıdıkların garipseyecekleri biçimde belki de, ağlayamıyordum. .İçimde bir yerlere geri geri akıyordu ateşten damlalar. .Damarlarımdan deli bir hızla geçiyor onları yakıp eritiyor, kanım her zamanki olağan akışından firar ediyordu. İçim kan kuyusuydu. Yüzyıllarca göğün üstüme akıttığı kırmızı yağmurları emmiş toprak karışığı bir derinlik. Ağlaya bilsem sanki gözlerimden de oluk oluk bu kuyunun suyu akacaktı, ama ağlayamıyordum.
Sustum... Susmak istemiyordum. Boğazıma yapışan, kendi içimden uzanıvermiş olan pençelerle savaşacak gücüm olsa... Haykırıp kusabilsem, rahatlayacaktım belki. Ne nefes alabiliyor, ne konuşabiliyor ne de içimdeki yangın yerinden kaçabiliyordum. Tam ortasında kalakalmıştım. Sonsuz boşlukta üstüme yağan binlerce sesle ıslandım ıslandım... Babam tabutunda sustu. Ve ben babam kadar sustum o an. Sonsuz bir ayrılığın çaresizliğinde dilsizdim. Belki kendime söylemekten korktuğum için, söyleyip bir daha duymaktan kaçtığım için bu dönüşsüz ayrılığı, sustum. Her türlü ayrılıkta arada milyonlarca kilometreler olsa bile, insan bir gün, rastlantıylada olsa karşılaşabilme ihtimalini taşıyıp düşlerinde, gönlünü ferah tutabilirken, ölümün bütün rastlantı ihtimallerini bir kalemde siliverdiğini görünce... Onunla ilgili düşlerinin bir anda kurgulanamayacağını anlayınca... Giden, düşlerimizi de eksiltiyor demek ki... Babam düşlerimden bırakmıştı ellerini. Koparmış kendine ait parçaları avuçlarıyla ve susmuştu... Nefes alamadım. Sustum.
Önce bir çift ayakkabısı kondu, sokak kapısını çevreleyen yüksekçe duvarın üstüne. Bu babama ait, babamla biten yaşamları, yavaş yavaş evimizin dışına çıkardıkları ilk eşyasıydı. Demek yaşamı tükenince her şeyiyle beraber tükeniyordu insan. Sadece nefesiyle, artık atmayan kalbiyle, boşluğu doldurulamayan sesiyle değil, yaşamına ortak olan, vaktini sarıp kuşatan bütün eşyalarıyla beraber ölüyordu insan; babamın ölümü gibi...
Soframızda uzun süre yeri boş bırakıldı akşam yemeklerinde. Hepimizin bir arada olabildiği, tek masa başı sohbetlerimizdi akşam öğünleri. Bazen konuşulmasa bile çok çok bütün ailenin omuz omuza durduğu yegâne vakitler... Babam az konuşan bir adamdı ya da gereksiz sözcüklerle etrafı boğmayı sevmezdi; ama biz konuşurduk dinlerdi. Sandalyesine kısa aralıklarla yaslanır ve dinlerdi. Sonra konu komşu, akrabalar derken dolup gitti, zamanla yeri değişti fark edilmedi. Fark ettiğimizde ise bir kez daha yoktu babam. Sustum...
İşten geldiğinde önce beni sonra annemi öpüp televizyonu açardı. Annem önce kızar birazda naz eder sonra o da geçerdi eşinin yanına film seyrederlerdi. O gittikten sonra hep elinde tuttuğu kumanda çabuk bozuldu, annem de zaten uzun süre televizyonu açamadı, nefretle baktı her zaman televizyona. Zamanla perdeler, örtüler değişti; hiç birine sinmedi babamın kokusu...
Zaman yavaş yavaş izlerin sildi yaşadığımız mekândan. Hiç istemedim ben, hiç olmaz sanırdım. Ama tutamadım akıp giden olağanlığını yaşamın. Yüzünü hiç sürmediği havlular, ayağının değmediği terlikler, başının izini hiç taşımayan yastıklar bir bir eskilerin yerini aldı...
Babam öldüğünde altı yaşında saf yürekli bir çocuktum.Yaz biterken, tüm sıcaklığını çekerken tenimden babamı da alıp gitti ellerimden..Gözlerim şahit olmasa ay yoktu gecemde diyeceğim. Karanlığa doğmadı...
Babam öldüğün de otuz altı yaşındaydı. Yaşamadıklarını da beraber götürdü. Zamanla yaşadıklarını da... Bir resmi kaldı sol göğsümün üstünde, birde mezarının başındaki mermerde ismi...

Başa Dön