Uyanış

Sokakların ve insanların aynı ameliyat masasında operasyona yatırıldığı bir dünyada konuşmak isteyen ama susan, uyanmak isteyen ama uyutulan insanların uyanışına dair...

yazı resimYZ

Rüyasında ameliyat masasına yatmış, ameliyat edildiğini görüyordu. Göğsü baştan sona neşterle kesiliyor, daha sonra üzerinde gezinen birkaç el kesilen yeri ikiye ayırıyordu. Kaburgalarının çatırdadığını, kalbinin bir el tarafından sıkıldığını, ciğerlerinin her an patlayacakmış gibi şiştiğini hissediyordu. “Durun uyumuyorum, her şeyin farkındayım,” demek istiyor ama kahrolası narkoz vücudunu ve bilincini değil, bir tek dilini uyuşturduğu için bir şey diyemiyordu.

Uyandığında kazma kürek sesleri ve yeri delen makinenin düzenli vuruşları ona günaydın dedi. Bir an uyandığından emin olamayıp sağa sola bakındı. Sakın delmeye çalıştıkları kendi vücudu olmasındı? Ama hayır, burası kendi odasıydı, güvendeydi. Eliyle karnını yokladı, organları yerindeydi.

Battaniyeyi üzerinden çekip, ayaklarını birbirine sürterek dışarı sarkıttı. Gözleriyle beyaz tavanı, turuncu duvarları izleyip dışarıya kulak kabarttı. Sonbaharın rüzgarı uğultulu ıslıklarla penceresinden içeri doluşuyor, ahşap pencere bu baskıya dayanamıyorcasına esniyor, sıkılıyor, inliyordu. Bazen makine susuyor, onun kaldığı yerden uğultular devam ediyordu.

Biraz sessizlik ne iyi olurdu diye düşündü. Dileği yerine geldi, sessizlik etrafı sardı. Çıt çıkmıyordu.

Yeniden makine sesi çınlattı etrafı. Sokakta yeni bir ev mi yapıyorlardı? Yok yok, öyle olsa gelip geçerken gözüne çarpar, haberi olurdu. Belediye gene sokağı kazıyor olmalıydı. Bir an huzursuzca yerinden oynadı. Belediye ve onun sokakta kazı yapan kazma kürekli çalışanlarını birer doktora benzetti. Sokağa neşter vuruyorlardı. Bulaşıcı bir hastalık bu, “ince” bir hastalık. Amansız bir hastalığa tutulmuş sokaklara bitmez tükenmez bir ameliyatlar dizisi fikri çok sinir bozucu geldi. Ses ise hala kulağını tırmalıyordu. Pencerelerin değişmesi gerek diye düşündü. Ses geçirmez pencerelerden yaptırırsa dışarıda ne olup bitiyor umrunda olmazdı artık. Fakat bunun için de hatırı sayılır bir para gerekti. Para diye düşündü yanıbaşındaki saate bakarak, rahatsız oldu, yüzünü pencereye döndü.

Karşı apartmandaki kendisi gibi üçüncü katta oturan bir kadının hışımla pencereden kafasını uzattığını, hınçla dudaklarını ısırdığını gördü. Kadın sokağı baştan sona gözleriyle tarıyor, sonra biraz da rüzgarın savurmasıyla olsa gerek penceresine vurmuş ve hala vurmakta olan tozların bıraktığı izlere bakıyordu. Tozlar bir hayli birikmiş olsa gerek kadın işaret parmağıyla bir şeyler yazmaya başlamıştı. Ne yazdığını merak etti. Böyle orta yaşların dingin sularında yüzen bir kadın ne yazardı?

“Ne yapıyorsunuz?” diye bir an gürledi kadın aşağı bakarak.

Kadının ince, cırtlak sesi diğer tüm sesleri bastırmıştı. Bu yüzden makine sesleri de bir an kesilmişti; herkes kadına bakıyor olmalıydı.

“Sokağın lağım şebekesi yenilenecek bayan.”

Kadının gözünden ateş fışkırıyordu, “Sıçayım lağım şebekesine,” dedi ve bu sırada muhtemelen çalışan işçilerden birisinin “Zaten sıçasınız diye yapıyoruz,” diye söylendiği işitildi ama bu kadın için komik değildi, “Daha birkaç hafta önce yaptığınız kazı neydi öyleyse?”

“Bilemem!” dedi adam, “Onu biz yapmadık.”

“Bil, bilme, yap, yapma beni ilgilendirmez,” dedi kadın. “Her ay, hiç değilse bir kere, bu sokağı baştan sona deliyor, eşiyorsunuz. Yok elektirik, yok su, yok doğalgaz, yok lağım... Sonra da yeniden gelip buranın yolu bozulmuş deyip yol yapıyorsunuz. Şu pencerelere bak! Daha dün sildim, leş gibi toz oldu hepsi.”

Aşağıda bir suskunluk oluştu. “Biz de emir kuluyuz bayan! Ne derlerse onu yaparız.”

Kadının cevabı hışımla pencereyi kapamak oldu.
Herkes rahatlamıştı sanki; onların derin bir “Oh,” çektiğini işitebiliyordu. Şimdi yine çalışma başlamıştı. Sokağın böğrü baştan sona yarılmıştı anlaşılan. Midesini, yahut barsaklarını bozmuş birisi gibi operasyona yatırmışlardı sokağı.

“Üf! Üf!” diye bir kadın sesi duyuldu yine. Bu her gün spor için yürüyüşe giden Narin Hanım’ın sesiydi. Kadın evinden dışarı çıkıp yürüyüşe giderken burnuna çarpan kötü kokudan dolayı bir an duraksamış, homurdanmaya başlamış, “Ay leş gibi bok kokuyor burası,” demişti. İşçilerin ve diğerlerinin sabahtan bu yana burunları kokuya alışmış olsa gerek kadın dışında kimse kokuyu hisetmiyordu. Kadının burnunu tutarak yanlarından geçmesini herkes büyük bir dikkatle seyrediyor, kendi burunlarının böyle bir kokuyu neden almadığını düşünürken, hemen ardından pis kokuyu hatırlayıp iyi ki kokuyu almıyorum diye düşünüyorlardı.

Az önce penceredeki kadına laf yetiştiren adam, işçilerin duraklamasından rahatsız olarak, “Devam,” diye bağırmıştı. “Bugün kazı işi bitecek, yarın borular döşenecek. Haydi, marş marş!”

Ameliyat bok kokusuyla son hız devam ediyor diye düşündü. Sokak da aynı kendisi gibi ameliyat edildiğini biliyor, ama daha çok homurdanıyordu. Pencereler, pencerelerin camı sokağın gözleriydi. Ne olup bittiğine baksa mıydı?

Yavaşça yataktan dışarı uzattı ayaklarını. Oturur vaziyet alıp güneşin bulutların ardında bir görünüp bir kaybolmasını seyretti. Kalktı, pencereyi açarak kafasını dışarı uzattı. Hemen koku burnuna doluştu, hoşnutsuzca yüzünü ekşitti. Sokak baştan sona yarılmıştı. Bir düzine işçi ellerindeki aletleriyle işlerini yapmaya çalışıyor, kimbilir kaçıncı defadır kazıyor ha kazıyorlardı. Çevrelerine ise çocuklar birikmişti. Büyükçe olanlar ellerinde cep telefonlarıyla bir yandan mesajlaşırken, bir yandan da işin ne zaman biteceği konusunda fikir yarıştırıyorlardı. Küçükçe olanlar ise oyuncak kamyonlarını çıkarmışlar, nemli ve kokmuş toprağı avuç avuç kamyona dolduruyor, hafriyatçılık oynuyorlardı.

Sokağın ileri ucunda hali vakti yerinde, takım elbiseli bir adam ise olan bitenden hoşnutsuz, evinin tam kapısı önünde kazı yapılmasından dolayı homurdanıyor olmalıydı. Adam eliyle sokağı, kapısının önünü, evini, kolundaki saatini işaret ediyor, görünüşe bakılırsa işlerinin aksadığından dem vuruyordu. Birkaç kişi boyun bükmüş onu dinliyordu. Paran olursa insanlar seni dinler diye düşündü. Düzenin kuralı bu. Ama adam bir gözü saatinde, elinde uzunca bir tahtayla kendisine yaklaşmakta olan birisini görünce sustu ve onun gelip önüne o tahtayı koymasını seyretti. Tahta konulunca da dikkatle tahtanın üzerinden geçti, öteki uca ulaşınca da cebinden biraz para çıkarıp adama uzattı. Tahtayı koyan adam sevinçle parayı yüzüne sürtüp uzaklaşırken, zengin adam sokağın başındaki cipine koşar adım gidiyordu. Ameliyat masasından kaçıyor bu adam diye düşündü. Yakalayın onu, kaçmasına izin vermeyin. Fakat adam çoktan arabasının anahtarını çevirmiş, çıkacak bir yol aramaya koyulmuştu.

Bu sırada kulağına bir müzik çalındı, az önceki bağırıp çağıran kadın elinde temizlik malzemeleriyle bir ayağını pencereden dışarı uzatmış, camları siliyor, şarkı söylüyordu.

Garip, çok garip! Şu kadının haline bak diye düşündü. Şarkı söylüyor... İç çekti. Böyle olmamalıydı. Durdu, gözlerini kapadı, bir süre öyle bekleyip yeniden açtı. Her şey yukarıdan bakınca ne kadar da iğrenç görünüyordu. İşçiler bir işçiden çok siper kazan askerlere benziyordu. Çocuklar bir çocuktan çok hafriyat işçisine, kadınlar da tıpkı şu karşısındaki penceresini temizlemeye çalışan kadın gibi, yazgısı yıllar boyu etrafı temizlemek olan bir temizlikçiye benziyordu. Baştan sona kırmızı, turuncu, kahverengi, yeşil, krem ve sarıya boyanmış evlerin, ki hiçbiri maviye boyanmamıştı, hepsi aynı solgunlukta renklerini kaybetmiş, hüzünle başlarına gelecek şeyi bekliyor gibiydi.

Bu sırada işçilerin yanında bir adam belirdi. Saçı başı dökülmüş, çok düşünmekten ve kaşlarını ha bire çatmasından olsa gerek alnında birkaç çizik belirmişti. Ustabaşına yaklaşıp eliyle köşebaşına asılmış bir yazıyı gösteriyordu. Bu yazıda gelip geçerken bakıp hatırladığına göre, “İzinsiz kazı yapılmaz. Doğalgaz hattı var!” uyarısı yazıyordu. Ama ustabaşı adamı eliyle sakinleştirmeye çalışyor, izinlerinin olduğunu, belediyenin izni zaten kendisinin verdiğini, bu yüzden böyle bir şeyin olamayacağını söylüyordu. Adam ise ısrarla izni yazılı olarak görmek istiyor, “Felaket olacak” diye homurdanıyordu, “daha bir ay önce sizin kazdığınız yerde doğalgaz hattı döşendiğini biliyorum. Kimse bilmese de ben biliyorum!”
Ustabaşı ise, “İnsan her şeyi bilmemeli bayım, her şeyi kafasına takar sonra. Hem olmaz öyle şey. Bu işin mühendisi var, mimarı var. Onlar her şeyi bilir. Siz endişe etmeyin. Gidin evinize birkaç gün dişinizi sıkın, çayınızı kahvenizi için.”
Adam dişini sıkıyor ama bu ustabaşının umduğu biçimde değil de sanki diş biliyordu.

O da homurdanıyor diye düşündü. Sözleri bir sayıklamadan fazla değil. Ameliyat masasında, ameliyat edildiğinin bilincindeki hasta o. Doktorlar onun bilinçli olduğunun farkında değil, yatıştırmaya çalışıyorlar.

Midesi bulandı. Kusmak istedi. Ağız dolusu, bütün camları, bütün sokağı, bütün duvarları kusmukla boyamak istedi.
Yeter artık, yeter! İçinde, ta derinlerde bu sözcükler yankılanıyordu.

Bu böyle devam edemezdi. Bu saçma rüyadan uyanmak istedi. Bilmem kaçıncı defadır kazı yapılıp, belediyenin kendi yandaşına para kazandırmak için yaptığı bir uydurma işe dur demek gerekiyordu. Ağır ağır diliyle dudaklarını ıslatıp konuşmaya hazırlandı. Artık homurdanmanın değil, konuşmanın zamanı gibi geliyordu ona. Ameliyat masasında her şeyden haberdar ama her şeye karşı duyarsız beklemek istemiyordu. Bu sokak konuşmalıydı. Bu koku yapılan yanlışlığın kokusuydu.

“Yeter!” dedi ama sesi bir rüzgarla silinip gitmişti. Bir tek karşıdaki kadın duymuştu sesini.

Kadın ona yan gözle bakıyor, “Yetmez, yetmez, tüm pencerelerin silinmesi gerek,” diyordu.

“Hayır,” dedi kadına, “beni yanlış anladınız, ben tüm bu olan bitene yeter demek istemiştim.”

“Yalancı yalancı,” dedi kadın. “Yetmez diyorum sana yetmez. Sesin üçüncü kattan onların kulağına yetişmez. Yetişse de yetmez. İnip onların yüzüne söylesene...”
Bir an duraksadı. “Ameliyat masasından kalkmamı istiyor bu kadın. Ama ben...”

Dili ağzında büyüyordu sürekli. Uyuşuyordu. Narkoz yemiş gibiydi. Ya aşağı indiğinde hiçbir şey konuşamaz uyuşup kalırsa? Hayır hayır, rezil olamazdı. Aşağı inmesine gerek yoktu. Şimdi, burada söylemeliydi. “Tüm bu olan bitenin farkındayım,” diye bağırdı. “Her yer bok kokuyor anladınız mı, her yer bok kokuyor. Koklayın bir. Hey sokak ahalisi, koklayın. Kokuyor işte. Kokuyor diyorum size.”

“Tozlar, tozlar, gitmiyor bunlar. Farkındayım hepsi camın üzerinde,” diyordu kadın.

Hemen aşağıda evine girmek iseyen bir adam da homurdandı, “Ayaklarımın çamur içinde olduğunun farkındayım ben de, karım eve almaz beni şimdi,” diyordu.

Karısıysa, “Kocam ayakları çamurken onu eve almayacağımın farkında, ben de böylece onu eve almamam gerektiğinin farkına vardım,” diyordu.

Gözlerini duvardaki uyarı yazısına dikmiş adam da bağırıyordu, “Kimse görmek istemese de duvarda bir uyarı yazısı olduğunun,yazının yazgıya dönüşeceğinin, burada bir patlama olacağının farkındayım.”

Ustabaşı da bağırıyordu, “İşçiler yeterince hızlı çalışmıyor farkındayım.”

İşçiler de karşılık veriyordu, “Biz de farkındayız hiçbir şeyin farkında olmadığımızın.”

Son olarak küçük çocuk hafriyat kamyonunu boşaltarak bağırdı, “Kimse farkında değil ama bir tek ben farkındayım; burnuma gaz kokusu geliyor.”

O sırada kimse bir kıvılcımın gazla temas ettiğinin farkında değildi.

Bir patlama oldu. Büyük bir patlama. Ateş dalga dalga gökyüzüne yükseliyor, her yeri herkesi kavuruyordu. Sokak baştan sona bir yangın yeriydi. Çocuğundan işçisine, gencinden ustabaşısına, tüm sokak sakinleri “sakin” değildi artık. Hepsi yanıyor, kendilerini söndürmek için sokağın ortasındaki kazılmış o lağım çukuruna atlıyordu. Fakat yangınlarının öyle hemen söneceği yoktu.

Patlamanın etkisiyle yere yıkıldı, çınlayan kulaklarını avuçlarıyla kapadı. Kulaklarından kan geliyordu. Pencereye baktı, camın tümü kırılmıştı. Üzeri cam parçalarıyla doluydu. Soluk almaya çalıştı ama soluğu kesiliyordu. Kalk diye düşündü. Kalk. Düşünme, kalk! Bu ölüm masasından kalk artık. Eliyle yatağın kenarına tutunarak kalktı, bu mahşeri can pazarı karşısında donakaldı. Gözleri acıyordu.

Uyanmıştı.

Başa Dön