yürüyor.
adımları çantasında taşıdığı hayatın ağırlığına rağmen
hızla yolların kuytularında geziniyor.
yola çıktığından beri,
yol-culuk oynamaya karar verdiğinden beri ya da
ilk kez arkasında bıraktığı karanlığı izlemeyi düşünüyor..
ama…hayır!
geride bıraktığı her neyse artık ona ait değil.
ve ona ait olmayan şeyler için sürekliliğin kokusu –korkusu- yayılmış
hikayeyi terkedemez.
hikayeyi…kendisi –içinde saklı kendi- yazıyor –yaratıyor- olsa bile.
…
bir koku..
tekrar ve ilk.
aynı ama daha önce bilinmedik.
yaklaştı mı yoksa..?
…
göze ve aslında sadece karanlığın sonsuz uyumuna çarpan bir başka nesne..
dağıtan tüm sisi.
…
zamanın sonsuzluğunda unutulmuş bir saati ancak zamansızlıkta
yok olmayı göze alabilmiş olanın bulabilmesine dair uzunca bir öykü..
…
saati uzunca bir süre seyretti.
İçinde birikmiş zamanı hissettiğinde, yelkovan ve akrep yerine konmuş
biri uzun ve şişman öteki kısa ve ince iki mavi balık gördü.
kırmızı pullarında hangi zamana ait olduklarının izleri.
gecenin içinde dolanan belirsizlik kokusuna karışıyordu sanki..
bu zamansızlık duygusu bırakan nesneyi almaya karar verdiğinde
aslında ölçüp biçtiği ve sonunda yokettiği kendi zamanını
çığlık kokan bir uçurumda unuttuğunu bilmiyordu..
bir uçurumun sonsuza çalan boşluğunda yittiğini ya da..
tıpkı sahil kasabakarının birinden aldığı içi sıvı dolu kolye ucu gibi..
sıvının içinde kendi adı adımlarının hareketine göre sarsıldığında
sonunda hep bir uçurum görürdü.
biraz da yosun kokusu belki..denize sinmiş.
yollardaki her su boşluğuna –birikintisine- basması ve
olur olmadık düzlüklerde düşebilecek küçük kuytular bulması hep bundan.
…
sonunda..ya da elindeki zamanın sonsuzluğunda
saati yerden aldı.
hafif çamur kokusu..çamurun rengine bulaşmış sınır korkusu..
ve işte çantasına koyabilmek için onu
-o ki, insanlar kendilerinden bile sakladılar onu-
kolundaki saati değil de gözbebeklerinde sakladığı aynayı geceye
iliştirmesinin nedenini yalnızca bir ağaç anlayabilirdi.
yalnızca yalnız bir ağaç bu dağınıklıkta yaşayabilirdi..
ve belki bir de mor yosun balıkları ve çığlık kuşları..
…
bir kitapta okumuştu sanki..
hani o bildik resimlerle süslenmiş çocuk kitaplarının birinde..
ama onlardan daha farklı, daha karmaşık kelimelerle..
…
“ayna içinde ayna içinde aynaya yansıyan zeytin ezmesi kavanozu..”
…
gecede kaybolmayı seçmeden önceki zamanlarında
zeytin ezmesi kavanozlarına dikkatle ve uzun uzun bakması
ve orda…
başka hikayelerin resimlerinde kendini bulması hep bundan.
…
aynaya girdi hikaye ve
uzaktaki bir şehirde –duyabilseydi, bunun kuzey ülkesinin en deniz kokan gecesinde vuku bulduğunu hayal etmek, garip bir huzur bırakırdı içine-
duvara yaslanmış yorgun bir saat gecenin içine
tik-tak’lar savurdu.
tik-tak-tik-tak-tik ve tak..
ama onu kimse duymadı.
hatta gecenin içinde kendini çizen küçük kız bile.
…
ya da şöyle :
çünkü aynaydı tüm zamanların gölgesi..
aynalarda ölçüldüğünde zaman, insanın yüzünde gezinirdi tüm sınırlar..
ve işte belki bu yüzden yüzdeki sınırlar “zaman”la hayatın –zamanın-
bıraktığı izlere dönüşürdü..
bir yaşamışın yüzünde gezindiğinizde sınırlarında zamana dair yasaklar
-yaşan(ama)mışlıklar- görmek gibi..
…
sakladığı anı düşünerek ürperdi ve belki biraz da gülümsedi.
…
saati, çantası yerine boşalan gözbebeklerine yerleştirdi.
yol ve gece son hızla dünyayı dolanırken
ve adımları karanlığı büyük bir hızla zedelerken
durup bozulan sessizliğe ulaşmayı dilemek..
yokettiği ve aslında hep varolmasını istediği o.
tıpkı bırakılan garip ama küçük izleri yok edebilmek için
saatler harcarken ve sonunda yokedilen izden geriye
daha büyük –ona ait- bir iz kalırken sadece
sessizliği parçalayan çığlıklar atması gibi..
ya da
sessizliğin ve karanlığın sahibi olan o’nun kucağında
uykuya dalmayı düşlediğinde
o’nun –gecenin-
çoktan kendi kucağında uykuya dalmış olmasını
en mora bakan gözlerle izlemek..