"Gülün dikene katlanması onu güzel kokulu yaptı." -Mevlana |
|
||||||||||
|
Arabasını park etti ve hızlıca indi. Otomatik kapı anahtarının düğmesine bastı ve “viyk viyk” sesiyle arabanın kilitlendiğini anladı. Kaldırıma çıktı ve yürümeye başladı. Biraz gittikten sonra geriye döndü ve arabayı nasıl park ettiğini denetledi. Kaldırıma fazla yaklaşmamıştı. Arada biraz mesafe vardı ama olsundu. Sonuçta yol genişti ve trafiğe engel olmuyordu. Bu yolda ancak sabah saatlerinde park yeri bulunabiliyordu. Günün başka bir vaktinde gelse katiyen yer bulamazdı. Havaya şöyle bir baktı. Açıktı ve de şimdiden ısınmaya başlamıştı. Sevindi. Çünkü kapalı, soğuk, puslu havalardan nefret ederdi. Hep yanlış memlekette doğduğunu düşünürdü. Şöyle güney illerinde doğmuş olsa ve oralarda yaşasa ne güzel olurdu. Kar, buz, soğuk ona göre değildi. Ama yine de haline şükretti. Memuriyete başladığında doğu illerinden birine atanmıştı da daha ilk kıştan bronşit olmuş, neler çekmişti. Metrelerce yağan karı, eksi kırk beş dereceye düşen hava sıcaklığını düşününce en azından ortalarda bir yerdeyim diye düşündü. Ne çok sıcak ne de çok soğuk. Ama yine de güney illerinde yaşama hayali her zaman olacaktı. Her sabah yaptığı üzere, kıyafetinin, gömlek ve pantolonunun birbirine uyumlu olup olmadığına göz ucuyla baktı ve pantolonunun belini düzeltti. Ayakkabısına baktı. Ayakkabısına pek özen göstermezdi ama eskiye nazaran daha dikkat ediyor, daha kaliteli ayakkabılar alıyor ve boyasını da ihmal etmiyordu. İşyeri arkadaşlarından birisinin “abi en güzel sen giyiniyorsun burada” sözü aklına geldi. Arkadaşının mübalağa ettiğini düşündü ama yanlış da sayılmazdı, fena giyinmiyordu hani. Memuriyete başladığında ucuz yollu takım elbiseler alıyordu. Kıyafete fazla para vermenin bir anlamı yoktu ona göre. Fakat daha sonra bu düşüncesi değişti. Ucuz kıyafet hem çabuk eskiyordu hem de şık durmuyordu üzerinde. Son yıllarda aldığı kıyafetlerin kaliteli olmasına özen gösteriyordu. Kaliteli kıyafet pahalıydı ama az olsun öz olsundu. Meseleye böyle bakması için otuz yaşını devirmesi gerekmişti. Arabasını park ettiği yolun yanı şehir mezarlığıydı. Yine her sabah yaptığı üzere mezarlara bakar, eski yazılı mezar taşlarının üzerlerini okumaya çalışırdı. Tabii uzaktan okumak zor olduğu için bir gün özel bir zaman ayırıp eski yazılı mezar taşlarını ayrıntılı bir biçimde incelemek isterdi. Bir keresinde böyle bir niyetle mezarlığa girdiyse de mesai saati yaklaştığı için ancak birkaç mezar taşını inceleyebilmişti. Fakat kendi kendine söz vererek bir çeşit hobi edindiği bu işi ihmal etmeyecekti. Hem bu vasıtayla eski harfleri unutmuyor, pratik yapıyordu. Bunun dışında eski yazılı mezar taşlarını okumanın başka bir anlamı daha vardı. Şöyle ki: Eski yazılı mezar taşları, merhumun ya da merhumenin ne iş yaptığını, hangi hizmetlerde bulunduğunu, hangi aileden olduğunu vb. bir sürü ayrıntıyı içeriyordu. Hatta bir keresinde okuduğu bir mezar taşının bir komutana ait olduğunu, filanca ilde uzun süre hizmet ettikten sonra falanca ilde falanca görevlerde bulunduğunu, kişilik özelliklerinin şöyle şöyle olduğunu anlatıyordu.Ayrıca mezar taşının baş tarafının üzerinde hangi meslekten olduğunu gösteren başlıklar da vardı.Başlığın biçimi şahsın payesinin ne olduğunu ifade ediyordu.Eşhasın hayatı hakkında ilginç bilgilere de rastlanıyordu.Bir yerlerden duymuştu.Bir mezar taşının üzerinde “karı dırdırından öldü” diye yazıyormuş.Günümüzde böyle bir ayrıntıya rastlamak imkansızdı.Bunun gibi bir çok ayrıntı,yeni yazılı mezar taşları ve bunun zihni tezahürleriyle,eski yazılı mezar taşları ve bunun zihni tezahürleri arasındaki fark kendisini epey düşündürmüştü bu konuda.Yeni yazılı mezar taşları epeyce basit ve sıradandı.Merhumun ya da merhumenin adı soyadı,doğum tarihi,ölüm tarihi ve “ruhuna Fatiha” dan ibaretti.Belki mezar taşının arka tarafında acıklı bir şiir olabilirdi.Fakat bu zatın nasıl yaşadığına dair bir ayrıntıya oldukça nadir olarak rastlanırdı.Pek sıradandı yeni yazıyla yazılmış mezar taşları.Bir de kağıda yazar gibi mükemmel bir biçimde Arap harflerini taşlara nasıl kazırlardı,hayret etmemek elde değildi.Köyünde bir ailenin ata yadigarı sokusunun üzerindeki yazıyı okumuştu da ne kadar mutlu olmuştu.Yanlış hatırlamıyorsa “Karamehmet oğullarından filancanın hasenatı ve yapılış tarihi de 1323 “idi.Eski yazıyı okuyabilmeyi bir ayrıcalık olarak düşünüyordu.Eski yazıyı ne birilerinin düşündüğü gibi adeta kutsal bir yazı şekli gibi görüyor ne de diğerlerinin düşündüğü gibi gericiliğin açık bir tezahürü olarak değerlendiriyordu.Eski yazı bu toplumun tarihinin gerçeğiydi. Bu konuda biraz daha düşündükten sonra dükkânların önünden geçtiğinin farkına vardı. Kimisi erken gelmiş dükkânını açmış kahvaltı ediyordu. Kimisi ise daha gelmemişti. Dükkânların kapılarına gazeteler sıkıştırılmıştı. Esnafın hepsinin de aynı görüşe sahip olduğunu düşündü.Çünkü iki ayrı gazete vardı kapılara sıkıştırılmış ve ikisi de aynı Dünya görüşüne sahipti. Köftecinin dükkânının önüne içi ekmek dolusu kasa çoktan bırakılmıştı.”Bu köfteci neden her sabah geç gelir acaba” diye düşündü. Belki sabah sabah köfte isteyen birisi olamayacadığından belki de erken kalkmanın ne lüzumu var diye düşündüğündendir diye kendi kendine cevap verdi. Elektrik dinamosu tamir eden esnafların önünden geçerken de “acaba bu esnafın müşterileri kimlerdir, sanayi esnafı mıdır” diye düşündü. Fakat biraz daha konuyu kendi kafasında ayrıntılandırınca her çeşit esnafın bu tamircilere iş getirebileceğine hükmetti. Bir de bu tamircilerin dükkânının önünde eski televizyonlara ait parçalar da bulunuyordu. Uzaktan kumanda, entegre devreler, televizyon tüpleri v.b şeyler… Pide ve ekmek fırını çoktan açıldığı gibi, göbekli fırıncı mis kokulu ekmeklerini tezgâha diziyordu. Diğer usta ve çıraklar da lavaş şeklindeki pideleri açıyorlar ve fırına veriyorlardı. Daima fırınları sevdiğini düşündü. Çocukluğunda evin karşısındaki fırından aldıkları sıcak ekmekleri dayısının çocukları ile büyük bir iştiha ile yedikleri günleri hatırladı. Bir an çocukluğunu düşünecekti ki, vazgeçti. Zira her karşılaştırmasında şimdiki zamanının çocukluğundan kat be kat daha mutlu olduğunu düşünüyordu. Fırın demek ekmek demek, ekmek demek de doymak demekti. Çocuk mantığıyla böyle düşünüyordu o yıllarda. Fakat fırıncı esnafının sağlık ekipleri tarafından yapılan denetimlerde, sağlıksız koşullarda ekmek ürettiklerini bir an düşündüyse de üzerinde durmadı. Fırıncıların şu huylarını - ya da zorunluluk icabı mıdır bilemiyordu- sevmiyordu: Tozlu odunları kaldırıma traktörle getirtip boşaltırlar ve oracıkta balta ile odunları parçalarlardı. Hem çevreyi kirletiyorlar hem trafiği işgal ediyorlar hem de çırak çocukların eline balta vererek tehlike saçıyorlardı. Evet, işin bu yönünü sevmiyordu. Veteriner hekimin dükkânının önünden geçtiğini fark etti. Buna dair düşünceleri ya da duyumları da vardı. Mesleği icabı adam gece gündüz demeden sürekli meşgul olduğu, köylülerin gecenin bir yarısı ineklerin doğumu ya da hastalığı için telefon etmeleriyle yollara düştüğü için haliyle evde ayali yalnız kalıyormuş. Adam da ikamet ettiği mahallenin insanlarına itimat etmediği için istemeye istemeye başka bir mahalleden ev tutmuş. Yeni tuttuğu evin olduğu mahallenin insanları adamın fikriyatına tersmiş ama olsunmuş. Bu mahallenin insanları oldukça insancıl ve güvenilirmiş. Önemli olan gözü arkada kalmadan huzurlu bir biçimde ayalini evde yalnız bırakabilmek ve bu sayede rahat çalışabilmekmiş. Veteriner hekimin simasını tanıdık birinin simasına benzetiyordu ama çıkaramıyordu. Okulun birindeki müdür muavinine benzetti. Biraz sonra da bu benzetmenin yanlış olduğu kanaatine vardı. Veteriner hekimde köylülüğü andıran bir esmerlik-güneş altında çalışmaktan teni iyice yanmış tarım işçileri gibi- ve kaba hareketler seziyordu.Bu benzetmenin sebebi köylülerle sürekli haşır neşir olmaktan kaynaklanıyor olabilirdi.Kendisi de görev yaptığı köyde,bir müddet sonra değişim emareleri göstermişti..Dili ve düşünüş biçimi gittikçe köylülere benzemeye başlamıştı.Bu konu canını sıktı.Kendisi de köylüydü aslında.Çocukluğu ve gençliği köyde geçmişti.Veteriner hekimi köylüye benzetmek de ne demekti.Kendi kökenini unutmuş muydu.Konu kendi açısından çetrefilliydi.Çünkü kendisini hem köylü hem de kentli olarak düşünürdü.Tam olarak memleket insanı olduğuna inanırdı. Çiçekçi. Evet çiçekçi. Ne üçkâğıtçıydı bu âdemoğlu. Evlilik yıldönümünde eşine güzel bir çiçek almak için bu çiçekçiye uğramıştı zamanında. Aslında bu dükkânda güzel çiçeklerin olacağına ihtimal vermiyordu. Ama zamanı olmadığı için mecbur kalmıştı. Şöyle kendi güzel, fiyatı uygun bir çiçek istemişti. Çiçekçi, uzun zamandır hiçbir müşteri uğramadığı için umutsuzluk içindeyken dükkânına sonunda birisinin girdiğini görünce hemen ayağa kalktı. Oldukça sınırlı olan çiçek çeşitleri hakkında bilgi vermeye başladı. Çiçekleri çok beğenmediği halde yine de birisi hakkında karar kıldı ve çiçekçiden onu istedi. Beğendiği çiçek hakkında bilgi aldı. Yetişme koşullarını, adını, ne kadar su verilmesi gerektiğini sordu ve öğrendi. Sıra fiyata gelmişti. Çiçekçi makulün biraz üzerinde bir fiyat isteyince pazarlık yaptı. Fiyatta anlaşınca çiçeği sarmasını istedi. Çiçekçi, çiçeğin saksısının ve toprağının değişmesiyle daha bir güzelleşeceğini söyledi. O da tamam dedi. Fakat çiçekçi kaba bir hareketle çiçeğin hafif sararmış yapraklarını yolmaya başlayıp ve çiçekte çok az yaprak kalınca, toprağını da sağa sola saçınca nereden girdim bu mendeburun dükkânına diye düşündü. Güya çiçeği güzelleştirmek için yapmıştı bunu. Ama iş işten geçmişti. Çiçek tüyleri yolunmuş bir tavuğa benziyordu. Pazarlık yapılmıştı artık vazgeçmek olmazdı ama pişmandı. Zaten oldum olası esnaf taifesini sevmezdi. Adamların düzgün bir iş yaptıkları vaki değildi. Zaten bu çiçekçinin mezarlara uygun çiçekler sattığını daha sonra anlayacaktı. Her ne hal ise üzerinde durmaya değmezdi. Değmezdi ama karısı çiçeği beğenmediği gibi zaman zaman da başına kakıyordu. Evlilik yıldönümümüz için gittin de çiçeğe bile benzemeyen adeta ota benzeyen bir çiçek bozuntusu aldın diye… O anlatmaya çalışmıştı. Civardaki tek çiçekçinin o olduğunu, çarşıya gitmek için vakti olmadığını, sonunda ha onun ha da bunun hepsinin çiçek olduğunu… Ama kadınlar genellikle sabit fikirli olurlardı. İşin o tarafını görmek istemezler, kendi idealleri gerçekleşmeyince bir türlü memnun olmazlardı. Gerçi işin tabiatı da buydu. Küçük didişmeler, memnunsuzluklar, başa kakmalar, bir türlü gerçekleşmeyen ideallerin verdiği bıkkınlıklar olmadan evliliğin belirli bir zemine oturması beklenemezdi. Yine her sabah olduğu üzere telaşlı telaşlı işine giden orta yaşlı memur ile karşılaştı. Akşam işten çıkışta da muhakkak karşılaşırlardı. Zira çalışma saatleri belliydi ve karşılaşmak da doğaldı. Kış mevsiminde iyice sarınır bürünür kambur bir vaziyet alarak işine giderdi bu şahıs. Ve yüzünde de hep işe geç kalacağım endişesi vardı. Fabrika işçisi olduklarını tahmin ettiği bir grup genç de ritmik adımlarla işe gidiyorlardı. Bir an kendisinin de işçi olma ihtimalini düşündü. Ama hemen vazgeçti. İhtimalini düşünmek bile kötüydü. Düşük ücretle, iş güvencesi olmadan sağlıksız koşullarda acımasızca çalıştırılmak kendine göre değildi. Haline şükretmek geldi içinden ama şükürcülük ona göre değildi. Tesadüfen edinmemişti mesleğini. Çalışmış, çabalamış, emek vermiş, cefa ekmiş, biraz abartı olacak ama dişiyle tırnağıyla kazıyarak kazanmıştı işini. Gururluydu. Kimse ona inanmadığı halde o istediğini kazanmış, elde etmiş, başarmıştı. Her sabah gördüğü ve fakat bugün nedense göremediği, mezar kazıcısı mı yoksa mezarlık dilencisi mi olduğunu bir türlü kestiremediği, paspal kılıklı, kısa boylu, biçimsiz suratlı adam neredeydi acaba. Hiç usanmadan, çekinmeden, mezarlığın önünden geçen herkese el açar, para ister, ne dediği pek anlaşılmazdı. Zaman zaman da kendisi gibi oldukları kılıklarından ve tiplerinden belli olan birkaç kişiyle anlaşılmaz sözlerle kavga ederlerdi. Bu kavgaların nedeni de para yüzündendi. Mezarlığı ziyaret edenlerin verdikleri bahşişleri bölüşme meselesi yüzünden çıkardı genellikle bu kavgalar. Çevredeki esnaf bunlara pek aldırış etmezdi. Onlara meczup gözüyle baktıkları için olsa gerekti. Ancak kavgalar uzarsa ve çevreyi rahatsız etmeye başlarlarsa müdahale ederlerdi. O da zararsız olduklarını düşünüyordu ama yine de belli olmazdı. Uzak durmak gerekti bunlardan. Her sabah görmeye alışkın olduğu insanları göremeyince neden merak ederdi acaba. Bir çeşit alışkanlık mıydı bu. Rutinin dışına çıkmanın verdiği meraktan mıydı yoksa. Belki de ne o ne de bu yüzdendi. Öylesine bir şeydi işte. Esnafın bir de şu huyunu sevmezdi. Dükkânlarının önlerine sürekli olarak kasa, odun, bisiklet ya da buna benzer şeyler koyarlardı ki, başkaları gelip de dükkânlarının önüne park etmesin diye. Kendi arabalarını park ederlerdi genellikle. Sanki yol kendilerinindi. Başka birisi park edecek olsa, birazdan kamyon yanaşacağını, mal boşaltacaklarını ve dolayısıyla oraya park etmezlerse iyi olacağını söylerlerdi. Bu uyarı aynı zamanda bir tehditti de. Buna rağmen başkaları park etmeye kalksa hemen kavgaya hazırdılar. Azlık olsalar da fark etmezdi. Çünkü diğer esnaf da kavga durumunda yardım ederdi onlara nasıl olsa. Bu ve başka nedenlerle esnafı sevmezdi ve onlara ilişmeğe değmezdi. Toplumun en tutucu kesiminin de onlar olduğunu bilirdi. Sürekli hallerinden şikâyet ederler, işlerin durgun olduğundan dem vururlar, vergilerini bile ödeyemediklerini iddia ederler ve hükümetten yardım beklerlerdi. İşleri iyi gitse bile, bunu genellikle kabul etmezler ve inkâr ederlerdi. Köşeyi dönmeye az kalmıştı. Artık daireye yaklaşmıştı. Yeniden dizayn edilen dükkânın önünden geçerken,”dükkân ne üzerine olacak acaba” diye düşündü. Tarım ilaçları satışı yapan bir dükkân olacağını yerlerde duran kolilerin üzerilerini okuyunca anladı. Köşeyi döndü ve binaların gölgelediği yoldan ilerleyerek apartmana adımını attı. Yan apartmandaki psikiyatri hastası kadınla karşılaşmadığı için sevindi. Zira kadın günün bu saatinde sigarasını içer ve gelen geçen memurlara laf atardı. Bazen de daireye gelir, küfürler ve beddualar ederek hızla uzaklaşırdı. Hızlı çıkıp da soluk soluğa kalmayayım diye, merdivenleri ağır ağır çıkmaya karar verdi. Merdivenler de ne biçimsizdi canım. Daracıktı ve dikti. Binanın serinliğine sevindi. Zira dışarısı yavaş yavaş ısınmaya başlamıştı. Derken merdivenleri çıktı ve karşısında danışmada oturan iş arkadaşını gördü. Selam verdi. Şöyle göz ucuyla mutfağa baktı ve odasına geçti. Çalışma arkadaşı daha gelmemişti. Masasına yaklaştı ve fişi prize taktı. Daha kimsecikler yoktu, dolayısıyla masaya oturmaya da gerek yoktu. Doğruca mutfağa geçti. Mutfak görevlisi çayı çoktan demlemişti ve elini çenesine dayamış düşünüyordu. Ne düşünüyordu acaba! Bu ay kirayı nasıl denkleştireceğini mi yoksa çocukların isteklerini nasıl savuşturacağını mı? Belki ikisi de değildi. Adam geç yattığı ve sürekli yayları gıcırdayan yatağında uykusunu alamadığı için şöyle rahat bir yatakta uyumayı düşlüyordu. Selam verdi. Oturdu ve yerel gazeteyi karıştırmaya başladı. Ne özensizce hazırlanıyordu şu yerel gazeteler. Dizgi hataları, cümle bozuklukları, sürekli tekrar edilen ve konuyu daha detaylandırmış gibi gözükmek için yapılan tekrar cümleler, dar kafalı ideolojik tezahürler oldukça sıkıcı ve özensizdi. Kendisi olsa ne itinalar gösterirdi. Zamanında yerel bir gazeteye bir yazı vermişti de imla hataları yapmamaya özellikle dikkat ettiği halde ertesi gün yazısını imla hataları ve anlam bozukluklarıyla berbat bir biçimde görünce bir daha yerel gazetede yazmamaya kendi kendine söz vermişti. Ama yine de bir gün, imkânı olursa yerel bir gazetede editörlükle başlayıp, kendini geliştirebildiğine inanırsa ulusal basına “açılmayı” da düşlemiyor değildi. Gazeteciliğin oldukça zor bir meslek olduğunu biliyordu. Hele hele muhalif yayınlar yapmak gibi bir amaç taşıdığı için bu işin kolay olmayacağını çoktan idrak etmişti. Gazeteciliği düzenli olarak yazı yazabilmenin, kendini geliştirebilmenin bir yolu olarak da düşünüyordu. Gazetede yer alan haberler oldukça sıkıcıydı. Devrilen bir traktör ve yaralanan çiftçi, kıskançlık yüzünden eşini av tüfeğiyle vurarak yaralayan kıskanç koca, saat üç ile saat beş arasında elektriği kesilecek mahalleler, filanca siyasetçinin babasının vefatı üzerine verilen tam sayfa taziye mesajı, ünlü din âlimi falancayı tanıtan özensiz bir yazı, valinin açılışını yaptığı ve hayırlara vesile olmasını dilediği bir devlet dairesi, bunun gibi daha bir sürü ıvır zıvır yazı. Sıkılmıştı. “Selam Aleyküm” diyerek, elinde küçük bir kâğıt torbada poğaça bulunan arkadaş içeri dalmıştı. Bu “Selam Aleyküm” şeklindeki selam sözünü günün her vakti kullanmaya özen gösterirlerdi.”Günaydın” sözü dini anlam içermediği için kullanımda değildi. Çünkü Dünyeviye değil daha çok Uhreviye önem verirlerdi. Kendisi de zaman zaman Uhrevi içerikli selamı kullansa da çoğunlukla “günaydın” gibi Dünyevi bir sözcük kullanıyordu. Az sonra da diğer çalışma arkadaşları birer birer dökülmeye başladılar. Bu arada mutfak görevlisi mis gibi kokan çaydan herkese birer bardak doldurmuştu bile. Sabah muhabbeti çoktan başlamıştı. Evde kahvaltısını yapıp gelenler, elinde poğaça ile gelenlere laf dokunduruyorlardı. Eşleri sabah kalkıp bir kahvaltı sofrası bile hazırlayamıyorlar mıydı? Günün en önemli öğünü olan sabah kahvaltısını sadece yavan bir poğaça ile geçirmek ne kadar da sağlıksızdı! O bu konuda çok şanslı olduğunu düşündü. Çok sevdiği karısı, uykulu gözlerle her sabah erkenden kalkar, çayı demler, çeşit çeşit kahvaltı kâselerini özenle masaya dizer, yumurta haşlar ve “kocacım haydi kalk artık kahvaltıyı hazırladım, elini çabuk tut yoksa işe geç kalacaksın” derdi. O da bizahmet kalkar, kahvaltısını eder, eşiyle vedalaşır ve yola koyulurdu. Bunun gibi bir sürü laklakan ile konu detaylandırılıyordu. Kahvaltılar yapılıp, çaylar içilip sohbet de bitirildikten sonra birkaç kişi sigara içmek için aşağıya indi. O da sıkılmıştı. Biten çayını tazeledikten sonra doğruca odasına geçti ve masasının başına oturdu. Derken oda arkadaşı da geldi.”Selam Aleyküm” dedi.”Aleyküm Selam” diyerek selamını aldı.”Nasılsın” gibi rutin hal hatır sormalardan sonra arkadaşı çayını içmek için mutfağa geçti. Dünden kalma yazılmamış birkaç dosya kalmıştı. Müracaatçı gelmeden onları çabucak yazıp yerine koymayı düşündü. Gününün sakin geçmesini umuyordu. Zira dün oldukça yoğun geçmişti. Masasını düzeltiyordu ki, elinde bir dosya ile kırk beş elli yaşlarında uzunca boylu, sarı bıyıklı, uzun burunlu, gülümseyen bir yüz ifadesiyle adam içeri girdi.”Dosyayı dolaştırdım Hocam!”(dosya nasıl dolaşır ki usanmış da gezintiye çıkarılmış bir köpek midir sanki) diyerek masanın üzerine bıraktı. Evet, sıkıcı bir gün daha başlamıştı. Artık odaya bir sürü insan girer çıkar, dosya teslim eder, saçma sapan sorular sorar, filancanın selamını getirerek işleminin kısa zamanda bitirilmesini umardı. O ise lanet olsun, birilerinin selamını getirmeseniz sanki dosyanızı yapmayacak mıyım diye düşünürdü. Çaresizce dosyayı incelemeye koyuldu. 22.23.24.25.26 Ağustos 2011
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Akakiy Akakiyeviç, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |