Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür -Atatürk |
|
||||||||||
|
Özellikle Orta çağ'dan itibaren tek tanrılı dinlere inanılmaya başlanmasıyla, dinlerin var oluşuna sürekli bir gizem ve kutsallıklar atfedilerek, gerçek oluşum şekilleri her zaman toplumdan saklanmaktadır. Ve bunu da "Dinle, Tanrıyı" ayrılmaz iki temel değer ve kültür olarak gösterip, dinlerin siyaset ve ekonomiyle hiçbir bağı yokmuş gibi algı yaratılmasıdır. Halbuki tüm dinler; toplumsal yaşamın ekonomik, siyasi, ahlaki ve psikolojik düzenini sağlayan ilk sözleşmelerdir. Böyle bir gerçekliğe kutsallık ve bilinmezlikler atfedilmesi, dini anlayışların yönetimlerde yapmış oldukları yolsuzlukların üzerini kapatmaktan başka bir şey değildir. Böylece baskı ve korku altına alınan toplum, tanrıyı ayrı, dini ayrı düşünüp, ya da tartışma konusu yapması durumunda, dinsiz ve Ateist olup cehennemde yanacağı korkusuyla (Fobi) adeta düşünemez hale getirilmiştir. Bu düşünceler belirtilirken, kimse bizi sakın Ateistlikle nitelendirmesin. Çünkü koskoca Evreni ve Dünyayı var eden ya da şekillendiren büyük bir gücün varlığı bizimde kabulümüzdür. Evreni var edene kimi tanrı der, kimi Allah der ya da enerji gücü deyip saygı ve sevgisini gösterir. Günümüzün en gelişmiş teknolojik bilgi çağı yeni bir evren ve yeni bir dünya yapamayacağına göre, evreni var eden bu gücü, (Enerji) her insanın rahatlıkla algılaması mümkündür. Buradan hareketle dinlerin doğuşunu ve en son tek tanrılı din olan İslam'ın gerçek özünü tam olarak anlayabilmek için, önce dünya dinler tarihini objektif olarak incelemek gerekiyor. Çünkü; kim ne iddiada bulunursa bulunsun, çok tanrılı, (Poloteist) çift tanrılı, (Dualist) ve tek tanrılı (Monoteist) dinlerin hepsi, bir diğeri kadar insanın günlük yaşamını ve ahlak yapısını oluşturup, birbirinin içerisinden evrilerek var olmuşlardır. Madem ki tanrının dinleri gönderdiğine inanılıyorsa, o zaman tüm dinlere aynı saygı ve itina neden gösterilmeyip, üstelik birbirlerini aşağılamaktadırlar? Kimileri şu düşünceleri ileri sürebilirler. Efendim çok tanrılı ve çift tanrılı dinlerde Peygamber ve Kutsal Kitaplar olmadığı için, hak din sayılamazlar. O zaman tekrar şu soruyu sorup cevabını aramak hepimizin hakkıdır. Hz. Nebi, İdris, Yusuf, Hamza, Yakup ve Hz. İbrahim gibi Peygamberlerin ne dinleri vardı ne de Kutsal Kitapları. Buna rağmen her toplum, bu Peygamberlere sevgi ve saygı göstermekte en ufak bir tereddütte bulunmamaktadırlar. Bu na ne demek gerekiyor? Ve İslam dininin özünü daha iyi anlamak açısından, Hz. Muhammd'e ve ait olduğu Arap toplumunun sosyolojik, kültürel, Coğrafi, ekonomik ve Psikolojik (Ruh) yapılarını derinlemesine analiz ederek daha net anlayabiliriz. Çünkü tek tanrılı dinlerim hepsi kendilerine yüce bir kutsallık atfederek, haktan, haklıdan ve güçsüzün yanında, her türlü haksızlığa karşı olduklarını iddia etmelerine rağmen Maddiyatla, Devlet ve Özel Sermaye sahipleriyle ilişkilerini hiçbir zaman kesmemişlerdir. Bu durumu fırsat bilen devlet ve özel sermayeli dindar ve dinsiz "Kapitalist Burjuvazi", özellikle dinlerin en hassas ve korkutucu noktası olan Cehennemde yanmayı, sermayeleri için en büyük silah olarak kullanmaktadırlar. Ve bu korku sonucunda çoğu insan, dinlerin gerçek özünü öğrenemeyip, sadece ibadet etmekle kalmaktadırlar. Onun için artık dinlerin para, sermaye, makam, mevki ve üstünlük kompleksiyle neden bir türlü ilişkilerini kesmediklerini açığa çıkarmanın zaman gelmiştir diye düşünmekteyiz. Bu da bize çok uzun olan insanlık tarihini önemli noktalarıyla yeniden analiz etmemizi şart koşmaktadır. İnsan kızı ve oğlunun tarihsel yaşamını ele aldığığımızda, insan denen canlı varlığın ilk Atası, 12 milyon yıl önce Homo Hubilas'ın yanlızca ellerini kullanmaya başladığı dönemle anlaşılmaktadır. Bunun arkasından yaklaşık 6 milyon yıl önceyse, Homo Erektus'un ilk ayaklarının üzerine dikilip yürümeye başlaması. Ve daha sonra yaklaşık 2 miyon ile 500 bin yılların da, Homo Sapienslerin elini, ayağını ve düşüncesini birlikte kullanmaya başladığı yaşam gerçekliğini, kimse inkar etmemelidir. Ve yine uzunca bir zaman dilimi olan M.Ö. 65 bin yıllarından itibaren, Avcılık Çağı olarak bilinen (Paleolitik) dönemde, ağaçlı bölge ve Mağaralarda barınarak yaşayan Homo Sapiensler, avlanmayı ve toplayıcılığı öğrenmiştir. Bu dönemlerde ne tanrının varlığından ne de dinlerden en ufak bir iz, işaret ve kanıt bulunmamaktadır. İfade edilen bu aşamalardan geçen insan, yine yaklaşık M.Ö 700 bin yıllarından itibaren Ateşi tanımasına rağmen, sadece ısınma ve korunma silahı olarak kullanmıştır. Yemeklerini dahi pişirmeyi bilmiyorlardı. Homo Sapiensler ne zama ki ateşin ısıtma koruma ve pişirme gücünü anlamaya başlamışsa, işte bu dönemden sonra günümüz insanının yaşatmaya çalıştığı tüm kültürlerin ve de dinlerin atası olan Ateş, Güneş, "Su, Yağmur, Yıldız. Şimşek gibi Pagan dinler var olmuşlardır. Ateş, Güneş, Su, Toprak, Yıldız, Yağmur, Dişi ve Erkeğin kutsandığı; Dölleme ve Doğurganlığın Bereket Tanrıları olan Totem ve Animist" (Pagan) yaşamını asla kimse görmezden gelemez. Ve bu yapının ahlaki, sosyal, siyasal ve kültürel etkisini inkar etmek demek, insanın kendisini inkar etmesidir. Bu döneme kadar Tek Tanrılı dinlerin varlığı söz konusu bile olmazken, tanrımız üç kutsal kitabı yaklaşık 65 bin yıl sonra neden gönderdi? Diye sormadan edemiyor insan. Bu tür sorulara özellikle dinlerin derin kutsallığına inanların cevap bulması gerekiyor. Ancak bu kadar uzun yıllar geçtikten sonra, Tek Tanrılı dinlerin, Adem İle Havva Cennetteki iken, sözde Havva!nın yasak meyveyi yemesi sonucunda cennetten kovulma efsanesi, aslında ayrı bir tarihe işaret etmektedir. Oda şudur. M.Ö. 15 bin yıllarından itibaren Neolitik Çağla birlikte, Ana Tanrıça kültürel yaşamın başladığını herkes bilmektedir. Bunu hazmedemeyen Erkek egemen anlayışı, Kadını ve de Ana Tanrıçayı gözden düşürüp kıymetsizleştirmek için, Adem ve Havva hikayesini uydurmuşlardır. İfade edilen hikayenin bu amacı, Ana Tanrıça din ve kültür yaşamının ne kadar saf, sınıfsız, ahlaki ve hümanizmaya dayandığının üzerini kapatmaktan başka bir şey değildir. Örneğin Zerdüşlük, Manihezm, Şamanizm, Brahmanizm, İndra Mirta, Budizm, Şintoizm, Taoculuk, Konfüçyüs gibi Çift Tanrılı (Dualist) dinlerin dünya toplumuna nasıl bir üstün ahlak kazandırdıklarını medeni çağdaş toplumlar asla inkar etmemektedir. Bunu Alman Felsefeci ve Filozf Friederik Nische'nin, Zerdüşlük üzerine belirtmiş olduğu düşünceleri en iyi kanıttır. Ve insanlık tarihi bu önemli aşamalardan geçtikten sonra, M.Ö. 4500 yıllarından itibaren ortaya çıkan Kral Tanrıcı yaşam, aslında erkek egemenliğinin başlangıç tarihidir de. Şunu artık inanan veya inanmayan her insanın kabul etmesi gerekir. Kuran-ı Kerim de geçen Süre ve Ayetlerdeki gibi, Allahın Hz. Muhammed'e hemen oku ve her şeyin anında varol demesiyle, hiçbir şeyin var olmadığı; kısaca ifade etmeye çalıştığımız insanın ve dinlerin varoluş tarihinden net olarak anlaşılmaktadır. Çünkü; başta Evrenin var olması için 15 Milyar yılın geçtiği; arkasından dünyanın yaşanacak hale gelmesin de 5 Milyar yıl sonra mümkün olması. Ve insanın var olması için de, milyon yıllarca yaşanıp, günümüzdeki şekli aldığını kabul etmek, ne dinsizliktir, ne ateistliktir ne de dindarlıktır. Sadece insanın kendini ve tarihini bilmektir. Dünyada yaşayan her insanın tanrı'ya ve de dinlere inanıp inanmaması kişinin Psikolojik (Ruhsal) yapısından kaynaklandığı gibi, diğer bir nokta da, Sosyal hayatın maddiyata (Sermaye) bağlılığı sonucudur. Toplumlar içerisinde bazı insanlar gerçekten saf (temiz) bir yaşam için tanrıdan güç ve destek aldığına inanarak hayata tutunurlar. Bazı insanlar ise maddi sosyal yaşamla, ruhsal yapıyı birleştirerek kendilerini "Tiran, Hanedan, Sahte Peygamber, Halife ve Kapitalist Kral" ilan etmektedirler. İfade edilen bu erkek egemenliğinin yaşam bulması, özellikle M.Ö 4500 yıllarından (Sümer Uygarlığı) itibaren Kral Tanrıcılığın başlamasıyla gerçekleşmiştir. Bu da hem kadını yavaş yavaş siyasal ve sosyal hayattan koparmıştır, hem de toplum içerisinde sınıflara dayalı statü farklılığının icadıdır. Kral Tanrılar bunu en iyi şekilde kanıtlamak için, kendi kabile ve yardımcılarının yaşayacağı yerlerde, büyük saray ve kaleler inşa ederek, mevkisinin ve sülalesinin ne kadar üstün ulaşılamaz olduğunu kanıtlamışlardır. Çünkü erkek cinsinin en zeki olduğu nokta, şaşaa, cinsellik ve savaş sanatını geliştirmekten başka bir yönü fazla ön plana çıkmamaktadır. Bunun en büyük sebebi ise, erkek egemenlikli yaşam anlayışının her zaman çabuk harekete geçen "Cinsellik ve Hükümranlık" iç güdüsünden başka bir şey değildir. Tüm bu vb. nedenlerden dolayıdır ki, erkek demek sınıf farkı, Egoizm, bencillik, düzenbaz, sürekli kırıp döken, şaşaa içerinde yaşamak, kendini her şeyin üstünde gören çatışmacı anlayış demektir. Bu düşüncenin gerçekleştiği en önemli tarih ise, yine M.Ö 4500 yıllarından itibaren "Sümer, Mısır, Babil ve Nemrut gibi Kral Tanrıları" insanlık üzerinde uygulamış oldukları çirkefliklerden bilinmektedir. Kral Tanrıların insanlık üzerinde uygulamış oldukları vahşet ve iğrençliklerin hat safhaya ulaşması neticesinde, M.Ö. 1000 yıllarından itibaren Hz. İbrahim ilk isyan edip baş kaldıran Devrimci bir Peygamber unvanına ulaşmıştır. Hz. İbrahim Peygamberin yaşamış olduğu bu dönem de, tüm dünya topluluklarının bilincinde ne Tek ve Gök Tanrı vardı, ne de Peygamberlerin düşüncelerine uygun gelen Din ve Kutsal Kitapları. Hz. İbrahim'in tüm dünya toplumları ve de her üç tek tanrılı dinler tarafından sevilip saygı duyulması, Hz. İbrahim'in zalim ve zulümkar Kral Tanrıların tüm yaptıklarına karşı çıkmasıyla olmuştur. Böylece Kral Tanrıcı dönemin sonu ve Orta Çağın başlama aşamasında, gerçekleşen bu olayı, her tek tanrılı din kendisine göre yorumlayıp pay çıkarmaktadır. Fakat ne hazindir ki, her üç semavi din, Hz. İbrahim'in evrenselci düşüncesine sadık kalmamışlardır. Bunu da semavi dinlerin birbirlerine karşı yapmış oldukları katliam ve savaşlardan biliyoruz. Çünkü kutsanan bu dinler, bugüne kadar gerek devlet yönetimleriyle gerekse zengin güçlü oluşumlarla sürdürdükleri ortak ilişkiler, kendilerini sürekli suçlu ve tartışılır duruma düşürmektedir. Ve aynı şekilde kendi içlerindeki Mezhep çatışmaları, bu dinlerin iddia ettikleri gibi saf, temiz ve yalnızca öbür dünya yaşamı için çalışmadıklarını göstermektedir. Her üç semavi din, ne zaman ki maddi yaşamdan tamamen ellerini çekip, sadece insanların ahlaki ve ruhsal yapılarına hitap ederlerse, işte o zaman söyledikleri kutsallığa ulaşacaklardır. Maddi hayatla ilgisini kesmeyen her düşünce ve din, kirlenmekten ve de kötülüğe bulaşmaktan asla kendisini kurtaramaz. Bu milyonlarca kez kanıtlanmış bir gerçektir. Böylece insanın ve insanlığın şah damarı olan din kültürlerinin nasıl başladığını kısaca bu şekilde özetlemek mümkündür. Gelecek bölümde tek tanrılı dinler dönemi olan Orta Çağın genel değerlendirilmesinin yanında, İslamiyetin hangi koşullarda ve nasıl ortaya çıktığını incelemeye çalışacağız. Ayrıca söz konusu yazı dizimizin tüm kaynakları, en son bölümdeki makalemizle birlikte değerli okurlarımızın bilgilerine sunulacaktır. Cemal Zöngür Arş. Yazar
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cemal Zöngür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |