Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür -Atatürk |
|
||||||||||
|
Yaşamını emanetçilik yaparak sürdürüyordu. Küçük balıkçı kasabasındaki dükkanında, uzun kış aylarının sıkıcılığı dışında, yaşamından pek şikayetçi sayılmazdı. “Yeniden dünyaya gelsen, ne iş yaparsın?”diye sorsalar ki, ona bu soruyu soran kimse olmamıştı, ancak o, gene de içinden gelen bu sese kulak verip, yanıtladı:”Hiç aklıma gelmemişti” dedi, düşündü bir an; arkadaşı Cemal benzincide diğer arkadaşı halde, komisyoncu Osman’ın yanında boğaz tokluğuna çalışıyorlardı. “Ben gene emanetçi olmak isterdim.” dedi. Kıt kanaat geçinse de, başını sokacak iki odalı bir evi, kahrını çeken bir karısı vardı, yaşamını dolduran. Hiç çocukları olmamıştı. İlk yıllar çok istemişler, olmayınca da, kader deyip, vazgeçmiştiler. Mutluluk kaynakları da önlerine koydukları bir topan ekmekti. O gün, iş durgundu. Ne gelen, ne giden vardı. Sıkıntıdan kollarını, güneşi izleyen bir çubuk gibi kâh uzatıyor, kâh kısaltıyordu. Ara sıra yüzüne konan kara sinekler yaşadığını anımsatmaya yetiyordu. Caminin gönüllü müezzini de olmasa, onlara zamanı anımsatacak hiçbir şey yoktu kasabada. Tam sızmak üzereyken, çalan telefon sesiyle irkildi birden. Elini ahizeye uzatmak gelmedi. İkinci kez çalması üzerine “Alo” demek zorunda kaldı. Karşısındaki tok sesli kişi, onun, aradığı emanetçi olduğunu öğrendikten sonra, bilimsel bir araştırma yapmak amacıyla şirin sahil kasabasına eşiyle gelmek istediklerini, ancak yanlarında bir de hastaları olduğunu, kasabaya ilk kez geleceklerini ve bir tanıdıkları olmadığı için onu bir haftalığına emanete bırakmanın iyi bir fikir olduğunda karısıyla hemfikir olduklarını bir çırpıda anlattı . Emanetçi şaşkın, ne söylemesi gerektiğini bilemedi. Adam ısrarla konuşmayı sürdürdü: “Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da kişi kavramı yok. Yalnız, nasıl oluyor, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarf ediyor, ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Gömleği salyalarından dolayı sürekli leke içinde.” Emanetçi, “Hele bir durun, bir soluk alın.” diyemeden, adam: “Hasta yürümüyor. Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.” Emanetçi, bu konuşmanın hiç bitmeyeceğini düşünmeye başlamıştı ki, adam susuverdi birden. O, yaşamında böylesine zorlu bir konuşmacıyla hiç karşılaşmamıştı. “Beyefendi, ben yalnızca cansız eşya kabul eden küçük bir emanetçiyim. Elbette hastanıza saygım var, ama onu nasıl burada bakabilirim?” dediyse de, bilim adamı, kasabada yapacağı çalışmanın onun için öneminden bahisle, hastanın güvenli bir yerde olması gerektiğini; çünkü, eşinin de kendisiyle birlikte çalışmak zorunda olduğunu yalvarırcasına anlatıyordu. Kasabada ona ‘emanetçi dede’ derlerdi. Emanetçi dede, kendisine düşünmek için bir gün izin vermesini, ancak yarın kesin yanıt verebileceğini, bezgin bir şekilde söyledi. Adam teklifini kabul etmesini son kez rica ederek, telefonu kapadı. Nihayet susmuştu, medeniyet harikası.. Kafası karmakarmaşıkoldu. Bugün yeterince iş yok, çıkıp, şöyle sahil boyunda bir dolanayım, sonra da kahvede iki çene çalar, akşamı ederim, diyerek, kapıyı çekti. Martılara takıldı gözü. “Ah, bir martı olabilseydim keşke” dedi. Dertleri sadece karın doyurmak, sevişmekti. Havada süzülüp, balık peşinde, suya dalışlarını imrenerek izledi. Bir türlü bırakamadığı sigarayı efkarla yaktı. Doktorun tavsiyesine uyup, içine çekmeden savurdu, ufka doğru. “Aynı filmlerdeki gibi bir sahne bu işte” dedi, kendine. Şimdi genç olmak vardı! Nasıl da depreştirdi tüm duyularımı şu telefondaki adam. Bu nasıl bir hasta ki, böylesine çaresiz bir konuşma yaptırıyor insana. Konuyu arkadaşlarına, akşam da eşine anlatmalıydı. Belki onlar bu işe bir çare bulurlardı. Sigarasını bitirmeden söndürdü. “Belki böylece bırakabilirim, şu mereti.” dedi, içindeki sese. “Son zamanlarda kasabanın delisi gibi, kendi kendime konuşmaya başladım, hadi hayırlısı.” dedi. Sahile indiğini fark etmemişti. Yanından bir gölge gibi geçen balıkçı Arif’in, “Merhaba emanetçi dede”, demesiyle, irkildi, daldığı düşten uyandı. “Merhaba evlat” dedi, gülümseyerek. İlerde balıkçıların takıldığı barınak kahvesine vardı. “Herkese merhaba! Şansınız bol olsun.” dedi. Kahvedeki üç beş kişi de aynı sevecenlikle yanıtladılar dedeyi. Sahili gören bir köşeye çekildi. “Her zamankinden.” diye, seslendi kahveciye. Orta şekerlisi yanında suyuyla gelmişti. Biraz keyfi yerine geldi, höpürdettiği kahveyle. Beyni o bilmece gibi telefon konuşmasını çözmekle meşguldü. Hiç konuşmayan, her işini başkasının yaptığı bir hasta acaba, komşularının yatalak hastası gibi miydi? Kahvedekiler emanetçinin dalgınlığına bir anlam veremiyordu. İçlerinden genç olanı dayanamayıp, sordu:”Dede neyin var, takan batmış gibi düşünceye dalmışsın?” Emanetçi, “Kusura bakma, bugün adamın biri bilmece gibi bir mesele getirdi, koydu önüme. Onu çözmeye çalışıyorum.” Kahvedekiler sandalyelerini onun yanına çektiler, birer birer. “Hele anlat, belki bize de bir iş düşer.” dediler. Telefonda adamın anlattığından ne eksik ne fazla hastanın özelliklerini saydı. “Şimdi siz böyle bir hastaya bakar mısınız?”diye de, ekledi. Hepsi birden:” Böyle bir hastaya bakamayız.” diye kestirip attılar. “Ben de öyle düşünüyorum, ama çözemediğim birkaç nokta var, bunu bilse bilse ancak benim kocakarı bilir.”dedi. O gün her zamankinden erken vardı eve. Sokak kapısı yarı aralıktı. “Alo”, diye seslendi. Yanıt veren çıkmadı. Bacağına sürtünen tekir kedi, hanımının yerine ona, hoş geldin, diyordu. Başını okşadı, tekirin. “Evi hiç olmazsa tekir bekliyor.” diye sitem etti, kendi kendine. Arkadan gelen sesi zor işitti: “Emanetçi niye kapıda dikiliyon, misafir gibi, geçsene”, diyen ses, onun kırk yıllık yol arkadaşıydı, nasıl tanımazdı. Ancak son zamanlarda kulakları biraz ağır işitmeye başlamıştı. Birlikte eve girdiler. Oturma odasına ilk giren karısı oldu.”Hayrola bey, bugün erkencisin ya? Bişi mi oldu yoksa?”diye sürdürdü, sorularını. Emanetçi, balıkçı kahvesinde nasıl anlattıysa, aynı şekilde, kelimesine, noktasına, virgülüne dokunmadan telefondaki adamın hastasının özelliklerini anlattı. Karısı:”Allah, Allah!”demekle yetindi önce. “Bu nasıl bir müşteri ki, yoksa goca tanrımın bir lütfu olsa bu gerek!” Emanetçi, “Ben demiştim, bu kadın ermiş.”diye. “Ama inanan yok şu kasabada.” Karısı:”Ne sayıklıyon, koca herif? Allah sonunda dualarımı kabul etti. Bize geç de olsa bakabileceğimiz bir evlat verdi, çok şükür.” Emanetçi:”Yoksa bu hasta denen şey çocuk mu yoksa?” “Ya ne sandın ya, herif?”diye, yineledi, karısı. “Peki nerden anladın çocuk olduğunu?“diye, sordu emanetçi. “Bunu anlamak için kadın olmak gerek.”dedi, karısı. Ardından da: “Adama ne dedin peki, emanetçi?” diye, söylenmeyi sürdürdü. “Yarın cevap vereceğimi söyledim.”dedi, kocası. “Akıllı adamsın vesselam!”dedi, keyifle, karısı. Evlerine kısa zaman için de olsa bir çocuğun konuk olacak olması onu çok sevindirmişti. Emanetçinin başını okşadı. Emanetçi de onu karşılıksız koymadı, yanaklarından öptü karısının. Daha çocuk gelmeden, mutluluk kapılarına gelip, dayanmıştı bile. Sabahı ikisi de zor etmişlerdi. Acelesi olan insanlar gibi erkenden kahvaltılarını yapmışlardı. Karısı onu uğurlarken, sıkı sıkı tembihledi. “Aman adamı sakın incitme ha!” diyerek. Sokağı döndüğünde, kasabanın öğretmeniyle karşılaştı. İkisi de aynı yöne gidiyorlardı. Öğretmen:”Günaydın emanetçi dede.”dedi, gülümseyerek. “Günaydın” diye, karşılık verdi, emanetçi. “İşler nasıl, var mı gelen giden?” Dede, neşeli, dünkü telefon konuşmasını, sıkılmadan tekrar etti. Öğretmen de:”İlginç!”demekle yetindi, önce. Araya tekrar emanetçi girdi:”Biliyor musun, öğretmen bey, bu bilmeceyi, bir söylememle bizim kocakarı çözdü.” Sonra sakalını sıvazladı, bilgiçce. Öğretmen:”Yaa, peki nasıl bir emanetmiş, merak ettim, doğrusu, ben de.” “Bu, hasta diye anlatılan, aslında adamın altı aylık bebeği değil miymiş, meğer!” “Yahu biz de, size çocuklarımızı emanet etmiyor muyuz, öğretmen bey?” diye, sordu. “Evet, doğru söyledin dede.”dedi, öğretmen. “Bizim iş seninkine ne kadar benzese de, bizimkinin sorumluluğu elbet daha ağır.” Yol ayrımına gelmişlerdi. İkisi de birbirlerine hayırlı işler dileyip, ayrıldılar. Kasabaya güneş o gün daha farklı doğuyordu. Emanetçi ve karısı o güneşi kaç yıldır beklemişlerdi. Dükkanın kapısını açmasıyla, telefonun çalması bir olmuştu. Hevesle koştu, ahizeyi bir çocuğu tutar gibi nazikçe tutmuştu... 18.03.2002 / Diyarbakır Ö.Akşahan
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer akşahan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |