Hata! Klavye bağlı değil. Devam etmek için F11'e basın... |
|
||||||||||
|
MİDYAT Sıcak böreği severim. Sıcak simiti, çayı, sütü, çorbayı… Sıcak insanları severim. Bıcır bıcır, capcanlı… On dakikada kanınız kaynayıverir. Paranın bile sıcağı varmış. Nasıl bir şey bilmem. Elimi cüzdanıma attım. İki yirmilik, bir onluk vardı. Parmaklarımla paraya dokundum. Benimkiler ılıkmış... Savaşın sıcağını sevmem, Asfaltın sıcağını, kaçacak tek bir gölge bile bulamadığınız bozkırın sıcağını da. Duvarları ateşten diliyle yalayan yaz sıcağını sevmem. Küçücük bir esintiyi umutla sokak arasında beklediğim akşamları… Sabaha kadar kan ter içinde yatakta yuvarlandığım geceleri sevmem. Bitkiler bile sıcakta strese girermiş. Yaşlı bir adam söyledi. Yalnız olmadığıma sevindim. Sabaha karşı tel örgü boyundaydım. Otlar çoktan kurumuştu. Toprak yürüdükçe tozuyordu. Önce tan yeri alacalandı. Ve yıldızlar söndü. Gökyüzü önce griye döndü. Sonra sarardı, açıldı… İlk kuşlar göründü. İri kuşlar, kargalar, atmacalar, doğanlar… Tel örgünün ardındaki kasaba hala uyuyordu. Güneşin ilk ışıkları evlerin taraçalarına düştü. Kerevetler hareketlendi. Beyaz örtüler toplatıverdi. Ara sokaklardan birinde bir motor sesi duyuldu. Fırıncıdır bu, dedim. Kesin fırıncıdır. Kendimden emin halim hoşuma gitmedi. Ya sütçüyse… Kasabalarda ilk önce imamlar uyanır zaten. Sonra yaşlılar. İki küçük çocuk geçti tel örgünün gerisinden. Çoban iki küçük çocuk… Yirmi baş keçiyi önlerine katmışlardı. Belki de bir o kadar da koyun. Sıcak basmadan hayvanları otlatıp geri getireceklerdi. Çan sesleri yamacın ardına uzaklaşıp gitti. Yakın evlerden sesler gelmeye başladı. Odun kesen bir balta, yuvarlanan boş bir leğen, ağlayan küçük bir çocuk sesi. Bir grup serçe telaşla tel örgünün kıyısındaki akasya ağacına kondular. Cavale, castale… Bir yaygara, bir itiş kakış. Çok durmaz bunlar, dedim., Ben cümlemi bile bitirmeden çamlığa doğru uçtular. Yaşlı kadınlar, erkekler, sırtına çocuğunu bağlamış genç kadınlar yamacın arkasındaki tarlalara geçtiler. Önlerinde bir iki keçi, haylaz bir eşek, danasıyla bir inek... Ellerinde kazma, kürek, çapa, orak. Benden yana hiç bakmadılar. Yanlarında kadınları vardı çünkü. Sadece yalnız geçen yaşlı erkekler selam verirdi. Bir de çocuklar. Çocuklar serçeler gibidir. Tel örgüye kadar gelip konuşurlar. Sana ekmek alayım, sigara alıyım, simit, hatta börek… Bazen alırlardı da zaten. Paranın üstünden kalanı onlara verirdim. Yeterdi. Ben olsam bu çocukların yerine parayı alıp kaçarım diye düşünürdüm. Nasılsa ben bu tel örgüden çıkamam. Geri gelmeseler ne olacak sanki. Elimden ne gelir? Bir, iki gün geçince sinirim soğur. Yüreğim yufkalışıverir zaten. Adam sen de, helal hoş olsun. Başımızın gözümüzün sadakası olsun. Bir kere bile olmadı bu. Çocuklar mutlaka aldıklarını da tel örgüye getirirlerdi. Para üstü ne kalmışsa onu da… Para üstü kalmamışsa cebimizden birkaç kuruş verirdik. Sevinirlerdi… O sabah çocuklar gelmedi. Beni değiştirmek için başka bir nöbetçi de gelmedi. En azından şehriye çorbası verilmiştir bu sabah. Belki mercimek… Zeytin peynir, reçel çok nadir çıkar. Altına saklanacak tek bir ağaç var. Biraz evvel serçelerin oynaştığı akasya… Orası başka bölüğe ait. Geçmek yasak. Neyse ki burası yüksekçe biraz. Gelen olursa görürüm. Çok sürmez yarım saate kadar değiştirirler beni. Yeni nöbetçiyle. Siyah bir şey geliyor bu tarafa. İnsan böyle mi yürür? Güneş gözümü alıyor. Küçücük simsiyah… Küçük bir çocuktur belki. Yaşlı bir kadınmış meğer. Teyze gelme buraya. Yasak. Tel örgüye yaklaşmak yasak. Sana diyorum teyze yasak. Sen Türkçe bilmiyor musun? Yasak dedim ya yasak… Anlasana. Beni dinlediği falan yok. Belki de dilimizi bilmiyor. Elinde bir tencere var. Üstü bezle örtülü küçük bir tepsi. Yasak dedim be anne, yasak. İki gözü iki çeşme ağlıyor. Neden acaba? Yasak falan taktığı yok. Bana geliyor. Tepsisinde silah falan olmasın sakın. Hadi canım bu kadar yaşlı bir kadın silahı ne yapsın. Yasak ama dinlemiyor ki. Ağlayan yaşlı bir kadına ne yapılır? Çaresizce bekliyorum. Aramızda tel örgü var. Kırık dökük sözcüklerle konuşmaya başladı. Benim oğlum asker. Manisa’da… Bazen aç kalıyorum anne, demiş mektubunda. O aç kalıyorsa sen de kalırsın demek istiyor. Al bu ekmeği ye. Bu suyu iç. Örtü içendeki peynir ve ortası ince tandır ekmeğini bana bırakıp gitti. Çok şey söyledi ama ben bu kadarını anladım. Komutanlar sakın dışarıdan bir şey yemeyin demişlerdi. Sizi zehirlerler. Pisi pisine ölürsünüz. Bu yaşlı kadın beni zehirlemez. O çünkü ağlıyordu. Öyle numaradan falan değil. Sicim gibi yaş dökerek. O bir karıncaya bile kıyamazdı. Örtüyü açtım. İlk defa otlu peynir görüyordum. İçinde küçücük taze soğanlar gibi atlar vardı. Ama soğan gibi kokmuyorlardı. Tandır ekmeği tezek kokuyordu. Yanmış kuru otla karışık. Önce garipsedim ama bir iki lokmadan sonra alışıverdim. Peynir de güzeldi, ekmekte... Ekmeği Bakır maşrapadaki suyu içtim. Ekmeğin bezini ve maşrapayı telin dışına bıraktım. Temmuz 2018 Bursa- Seyfullah
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |