Her insanda insanlığın tüm durumları vardır. -Montaigne |
|
||||||||||
|
Münazaraya katılacak olan iki sınıftan üçer konuşmacı seçilecekti. Bu kişiler sınıflarının temsilcisi olacaktı. Bizim sınıftan seçilen üç kişiden biri de bendim. Çünkü, yazılı ve sözlü anlatımım çok iyiydi. İlkokuldaki sıkılganlığımı atmıştım üzerimden. Çok kitap okumam nedeniyle, hem iyi bir okuyucu, hem de iyi bir konuşmacıydım. Münazara konusu “Çok gezen mi bilir,çok okuyan mı?” idi. Bir sınıf gezmeyi,diğer sınıf okumayı savunacaktı. Bana göre çok okuyanın çok bileceği tartışma bile götürmezdi. Arkadaşlarım da benim gibi düşünüyorlardı. “Çok okuyan bilir.” Diyen grup mutlaka kazanacaktı. Çekilecek kura sonucu, savunacağımız konu belli olacaktı. “İnşallah bizim gruba okumak çıkar.” Diye dua ediyorduk. Kura çekildi ve bize “Çok gezen bilir. “ Tezini savunmak düştü ne yazık ki. Moralimiz bozuldu. Biz, “Çok gezen bilir. “ demekle nasıl münazara kazanacaktık?Daha doğrusu çok gezenin çok bildiğini jüri üyelerine nasıl kabul ettirecektik? Çok gezenin çok bileceğine kendimiz inanmıyorduk ki, başkalarını inandıralım. Biz niye okuldaydık? Öğrenmek için değil mi? Çok gezen çok biliyorsa, niçin gezmiyor da okula geliyorduk?Rakiplerimiz münazarada bize ” Okumanın yararına inanmıyorsanız, niçin okula geliyorsunuz?” derlerse, ne cevap verecektik? Velhasıl, münazarayı kazanmak, bize göre olanaksızdı. Bu düşüncemizi öğretmenimize söyledik. Kazanamayacağımız şimdiden belli olan bir münazaraya niye katılacaktık? Öğretmenimiz bizim gibi düşünmüyordu. “Önemli olan aldığınız tezi iyi savunmaktır,etkili konuşmaktır. Konuşması etkili ve güzel olan bir kişi, yoğurdu kara diye jüri üyelerini ikna edebilir. İki grubun da kazanma şansı eşit.” diyordu. Bu sözler bize hiç de inandırıcı gelmiyordu. Kara kara düşünmeye başladık. Tenefüslerde kafa kafaya veriyor, gezmekle çok şey öğrenebileceğimizi jüri üyelerine nasıl kabul ettireceğimizi düşünüyorduk. Son dersten sonra birimizin evinde toplanıyor,kitapları,ansiklopedileri karıştırıyorduk. Dersleri bile boşlamıştık. Aklımız, fikrimiz münazaradaydı. Bazı yetişkinlerden yardım almayı planlıyorduk. Hazırladığımız raporları mı diyeyim, bilgileri mi diyeyim,devlet sırrı gibi saklıyorduk. Bize rakip olan arkadaşlarımızla karşılaştığımızda, hiç bakışmadan,selâmlaşmadan geçişiyorduk. Centilmen birer yarışmacı olmayı henüz öğrenememiştik. Karşı grup ,bize göre daha rahat görünüyordu. Nasıl olsa münazarayı onlar kazanacaktı. Çok okuyanın çok gezenden daha iyi bileceği tartışma bile götürmezdi. Bunları düşündükçe, karşı gruba hırsımız daha da artıyordu. Öğretmenimiz Şükrü Bey bize çok yardımcı oluyordu. Ancak; aynı yardımları rakiplerimize de yaptığını bildiğimiz için, bu yardımların bize bir yararı olmayacağını düşünüyorduk. Mikrofon heyecanını üzerimizden atmak için neler yapmamız gerektiğini anlatıyor; mimiklerimizi , ellerimizi nasıl kullanabileceğimizi örneklerle açıklıyordu.” Münazarayı kazanmak o kadar önemli değil; önemli olan, centilmence yarışmak.” Diyordu. Bize göre ise, önemli olan kazanmaktı. Münazaraya veliler de gelecekti. Bir salon dolusu insanın karşısında mikrofonda konuşmak kolay mıydı? Ben elime daha hiç mikrofon almamıştım. Gerçi bir piyeste rol almıştım, ablamla müsamerede şarkı söylemiştim ama, bu farklıydı. Hiç de güzel olmayan sesim, ablamın güzel sesi arasında kaynayıp gitmişti. Ama münazara başkaydı. Çok heyecanlıydım. Heyecanlı olduğumuzu öğretmenimize söylediğimde bize şunları söyledi: “Mikrofonu elinize aldığınızda,salonda karşınızda gördüğünüz insanları kabak tarlası gibi düşünün, ya da mezar taşı. Bir de, konuşmaya başlamadan önce heyecanınızı atmak için, kürsüye şöyle bir dokunun. Kürsüyü çeker veya iter gibi bir hareket yapın. Bu hareketle heyecanınız boşalacak ve rahatlayacaksınız.” Öğretmenimizin “ kabak tarlası” benzetmesi bizi çok güldürmüştü. Hatta biraz rahatlatmıştı. Öğretmenimizin konuşması işe yaramıştı. Günlerce hazırlandık münazaraya. Yardım almak için gittiğimiz birine,bizden önce rakiplerimizin de gittiğini öğrenince moralimiz bozuluyordu. Hatta sinirleniyorduk. Ayrıca;yararlanmak için başvurduğumuz her kitapta okumakla ilgili bilgiler ve güzel sözler vardı. Gezmekle ilgili bir şey bulamıyorduk. Örneğin; “Kitap en iyi arkadaştır.” diye yazıyordu. Bir düşünür; “Tanrım! Bana kitap dolu bir evle,çiçek dolu bir bahçe ver “ diyordu. Başka bir düşünür; “Okullar dolmayınca hapishaneler boşalmaz” diyordu. Eğer biz okumayı savunuyor olsaydık, kazanacağımız kesindi. Tek umudumuz, ünlü gezgin Evliya Çelebi idi. Bir de Macellan. İkisi de gezerek, görerek birşeyler yapmışlardı. Münazara günü geldi çattı. Her grup kendi teziyle ilgili afişleri, dövizleri, resimleri duvara asıyordu. Biz bir duvara asıyorduk, onlar karşı duvara. Bizim hazırlığımız onlarınkinden daha azdı. Onların hazırlıkları bizim hazırlığımızın hemen hemen iki katıydı. Resimler, afişler hazırlamışlardı. Neredeyse duvarın yarısını kaplıyordu. Gezmekle ilgili ne bulabilirdik ki? Sanki bizim kaybedeceğimiz daha şimdiden belli oluyordu. Suratlarımız biraz daha asıldı, moralimiz biraz daha bozuldu. Her grup kendi tezine uygun rozetler hazırlamıştı. Salona giren her konuğa, her gruptan bir görevli kendi rozetini takıyordu. Bizim rozetimiz bir yelkenliydi. Bu yelkenli; Macellan’ın dünyanın yuvarlak olduğunu ıspatlamak için yaptığı deniz yolculuğunu çağrıştırıyordu. Sağolsundu Macellan.(!) Yoksa biz neyi resmedecektik rozette? Okumayı savunacak olan rakiplerimizin rozetinde; Pisa Kulesi ve altında, kulenin devrileceğinden korkan bir çocuk vardı. Öyle ya! Cahillik kötü şeydi. Çekül doğrultusundan haberi olmayan birinin ,Pisa Kulesinin yıkılacağından korkması çok normaldi. Çok okuyan kişi, bunu pekâla bilirdi. Bu anlamlı rozet canımızı sıkmıştı. Acaba onlara bu aklı kim vermişti? Rakiplerimizin kolay lokma olmadıklarını zaten biliyorduk da, rozeti ve duvardaki afişleri görünce lokmanın asla yutulamayacağını daha iyi anlamıştık. Ve münazara başladı. Salon tıklım tıklım doluydu. Kalabalığı görünce heyecanım daha da arttı. Öğretmenimizin “kabak tarlası “ benzetmesini hatırladım, heyecanımı yenmek için. Ama pek işe yaramadı . Salondakiler resmen insandı. Ne mezar taşına, ne de kabak tarlasına benzer bir halleri yoktu. Salondaki birkaç yüz kişinin gözleri üzerimizdeydi. Babamı görebilmek için şöyle bir göz gezdirmek istedim salona .Bana bakan gözlerden ürktüm ve başımı önüme eğdim. Heyecandan titriyordum. Şükrü Bey açılışı yaptı. İlk konuşmacı karşı gruptandı. Onu dikkatle dinliyor,notlar alıyorduk. Onların sözlerine, hele hele bize yönelttikleri sorulara o an cevap hazırlayacak,sıra bize gelince bunları aktaracaktık. Onların “doğru” dediğine ne yapıp edip “ yanlış” diyecektik. Sadece demekle olmayacaktı tabi. Konukları, özellikle jüri üyelerini söylediklerimizin doğruluğuna inandırmamız gerekiyordu. Bizim grubun sözcüsü bendim. Her yarışmacı birer kez konuşacak; son olarak da grup sözcüleri kürsüye çıkıp, gruplarına yöneltilen soruları cevaplayacaklar ve karşı grubun fikirlerini çürüteceklerdi. Bunu da grubumuz adına ben yapacağım için, bir bakıma iş bende bitecekti. Son konuşmacı bendim. Bu, bizim için bir fırsat, bir şans olabilirdi. Tabi, becerebilirsem. Sorumluluğum çok büyüktü. Bunun farkındaydım. Güzel ve etkileyici bir konuşmayla işi bitirebilecektim. Rakip arkadaşlarımızdan biri “Allah’ın ilk sözü oku’dur , Allah bizden okumamızı istiyor.” dedi ve salondan büyük alkış aldı. Sıra bana geldiğinde; “Allah’ın ilk sözü okudur. Doğru. Allah Kur’an-ı Kerim’i okuyun diye emretmiş. Şimdi soruyorum size: İçinizden hanginiz Kur’an-ı Kerim’i okumasını biliyor?” deyiverdim çocuk aklımla. Konuklardan büyük alkış aldım.( Konuşmama başlamadan önce; heyecanımı yenmek için, öğretmenimin tavsiye ettiği gibi, kürsüyü şöyle bir elimle iter –çeker gibi hareket yapmayı da unutmadım.) Bu alkış bana cesaret verdi. Yine rakiplerimizin “Cahillerden her kötülük gelebileceği” sözlerine de; ( O günlerde gazetede okuduğum ,hocalarının arabasını yakan, üniversite kapılarında olay çıkaran öğrencileri hatırlatıp) “Bunları yapan okumuşlar mı,yoksa cahiller mi?” deyiverdim. Sanki içimden bir ses beni yönlendiriyordu. Ve arkasından Macellan’ın, dünyanın yuvarlak olduğunu okuyarak değil gezerek ispatladığını söyledim. Birçok icadın okuyarak değil; gezip görerek,araştırma,inceleme yaparak,gözlem yaparak gerçekleştirildiğini söyledim. Arşimet’in suyun kaldırma kuvvetini , Edison’un elektrik ampulünü, Cristof Colomp’un Amerika Kıtasını okuyarak bulmadığını söyledim. Konuşmama biraz ara verdiğimde veya cümleler arasında alkışlar geliyordu. Bu alkışlar büyüyor büyüyor, sanki bir hamamda yankılanıyordu. Alkışlardan, konuşmamın gayet iyi gittiğini anladım. Uzay,Güneş,Yıldızlar ve Ay hakkında bilgilerin okuyarak değil, gezerek elde edildiğini, yeryüzü haritalarının gezerek ve görerek çizildiğini söyledim. Şu anda hatırlayamadığım başka şeyler de söyledim. Bu arada heyecanı falan unutmuştum. Konuşmama devam edecekken, konuşma süremim bitmesi nedeniyle ,jüri başkanının süremin bittiğini bana işaret edeceğini anlar anlamaz da, “Daha söyleyeceklerim bitmedi ama sürem bitti” dedim. Zamanı iyi kullanabilmek de puan getiriyordu çünkü. Bana ayrılan sürede konuşmamı bitiremez, konuşmam yarıda kalırsa, puan kaybedecektim. Konuklara saygılar sunup grubuma döndüm. Alkışlar bir müddet daha devam etti. Galiba konuşmam beğenilmişti. Jüri üyelerinin değerlendirme aşaması bana yıl kadar uzun geldi. Son konuşmamı yaptıktan sonra, biraz umutlanmıştım. Belki de münazarayı biz kazanacaktık. Şükrü Bey sonucu jüriden aldı ve mikrofona geldi. Münazaranın galibini açıkladı. Aman Allah’ım! Münazarayı bizim grup kazanmıştı. Dünyalar bizim olmuştu. Ayrıca konuşmacılardan birinci ve ikinci sözcü seçilmişti. Tezini en iyi savunan konuşmacı ben seçilmiştim. Birinci sözcü olduğum için bana bir de ödül verdiler.( Atatürk’ün Nutkunu.) O anda düşündüm kendi kendime: Ben birinci sözcü seçilmemi çok okumaya borçluydum. Eğer çok kitap okumamış olsaydım, güzel konuşma becerisini kazanamazdım. Dolayısıyla de birinci sözcü seçilemezdim. Gezmenin bilgi edinmede daha önemli olduğunu, okumak sayesinde ispatlamıştık. Aslında bu bir çelişkiydi. Demek ki yine de, çok okuyan çok biliyordu. Konuklar dağılırken, çıkışta onları uğurladık. Hepsi teker teker elimizi sıktılar , tüm yarışmacıları kutladılar. Konukların büyük çoğunluğu bana, sanki söz birliği etmişler gibi” Kızım sen avukat ol.” diye temennide bulundular. Matematik öğretmenimiz ve aynı zamanda okul müdürümüz beni tebrik edeceğine, o kalabalık arasında bana “Kâmuran, Matematiğe iyi çalış. “diye öğüt verdi. Bu bana göre, “Siz bunun iyi konuşmacı olduğuna,birinci sözcü seçildiğine bakmayın .Matematiği zayıftır” anlamına geliyordu. Bu uyarının yeri ve zamanı mıydı şimdi? Bir gün matematik dersinde, yüzüme tükürmüştü bu öğretmenimiz. Suçum da, kalemimi masadan yere düşürmekti. Tükürmek, öğretmenimizin huyuydu. Kızınca tükürürdü. Onu hiç sevmezdim. O kalabalık içinde ve benim en mutlu anımda “Matematiğe iyi çalış.” diyerek beni utandıran öğretmenimin dersini sevmem ve başarmam zor olacaktı. O dersi başarmam için önce hem o dersin öğretmenini hem de o dersi sevmem gerekecekti. Acaba öğretmenim bunu bilmiyor muydu? Ve ne yazık ki o yıl da Matematikte başarılı olamadım. Kırık not almaya devam ettim. Matematik öğretmenimizin sıfırın altında notu da vardı. Eksi bir,eksi iki gibi. Birkaç kez bu eksi notlardan ben de aldım. Fakat bu eksi notların ne anlama geldiğini öğretmenime sorma cesaretini gösteremedim. Yıl sonunda da kırık notum, not ortalamam yüksek olduğundan affedildi ve “ortalama ile” sınıfı geçtim. Münazarada birinci sözcü seçilince; konukların “Kızım sen avukat ol!” övgüleri ve temennileri beni uzun bir süre etkiledi. Doktor olmak istiyorken, “Yoksa avukat mı olsam?” diye kendi kendime sormaya başladım. O günden sonra, kendime olan güvenim daha da arttı. Fırsat buldukça okumaya devam ettim. Buna bağlı olarak, hem yazılı anlatımım, hem sözlü anlatımım gelişti. Bana bu alışkanlığı ve zevki kazandıran Şükrü Yazıcı öğretmenime minnet borçluyum.... Sonra ne mi oldum? ( İleride ben ne doktor,ne de avukat olacaktım. Öğretmen olacaktım. Tesadüfen seçtiğim öğretmenliği yirmi yedi yıl severek,zevkle, bitmeyen bir azimle yapacaktım. Ve yıllar sonra bir Öğretmenler Günü Töreninde mikrofonda konuşurken; daha önceden hazırlamadığım, o anda içimden geliveren ve o anda zihnimde yazıverdiğim şu dizeler dudaklarımdan dökülecekti: Gururluyum! Çünkü ben öğretmenim. Ulu Önder Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk’ün mesleğindenim!)
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kâmuran Esen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |