Günün Sonuna Yolculuk

Bir konfeksiyon işçisinin kayda geçirdiği notlardan...

yazı resim

Sabah işe gitmeden önce:

Sabahleyin uyandım. Annem uyandırdı. Öyle bir bağırdı ki… Kıyamet mi kopmuştu sanki? Ev başımıza mı yıkılıyordu? Birden vücudumda müthiş bir ateş birikti. O anda yataktan fırlayıverdim. Hâlbuki sıcacıktı yatağım ve uyumak ne güzeldi. Yani rüya görmek. Rüyamda bir deniz kenarındaydım. Arkamda çeşit çeşit yemyeşil ağaçlar ve hayvan sesleri, önümde ise sonsuzluğa alabildiğine uzanan okyanus vardı. Çok uzaklarda belirsizde olsa adacıklar görüyordum. Büyük dağların tüm heybetiyle üzerilerine kuruldukları adacıklardı bunlar. Sahilin kenarında yürürken ayaklarım kavurucu sıcaklığını pek de hissetmediğim kumların içine batıyordu. Gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu, ama onlarca kuş ve bütün parlaklığı ile güneş vardı. Güneşe rahatça bakıyordum ve gözüme hiçbir şey olmuyordu. Okyanusun ta dibini görebiliyordum. Balıkların sallana sallana gidişlerini, suyla beraber dans eden yosunları; hatta tarih öncesinde batmış gemileri ve içindeki değerli hazineleri görebiliyordum. Suyun bu halini görünce hemen içine girme isteği duydum. Daha üzerimdekileri çıkarmaya yeltenmeden kendimi suyun içinde buluverdim. Gerçekte hiç yüzme bilmediğim halde rahatça yüzüyor, bir balık gibi kendime suyun içinde bir yol açıyordum. Önce hazineleri almak istedimse de sonra zaten bunu elde ettiğimi anladım. Bedenim rahat ve hafifti. Belki de sadece yüzmüyordum da aynı anda uçuyordum. Kuşların kanatlarına tutunmuş uzun yolculuklara çıkıyordum. Hafiften esen rüzgâr yüzümü okşuyor, saçımı dağıtıyordu. Orda ne makine sesi vardı ne de can çıkaran ağrılar. Olan şey muazzam bir canlılığın içine sarılmış dinginlikti. Kendime hiç ulaşılmamış yüksek dağların zirvesini hedef seçmiştim. Kuşlarım ise hiç çekinmeden beni oraya götürüyorlardı. Ta ki elimi o zirveye değmeye ramak kalmışken beni oradan alan yorgun ve uykulu annemin sesine kadar.

Yataktan kalkıp uykulu gözler ve şaşkın bakışlarla tuvalete, ardından da banyoya gittim. Yüzüme değen suyun her damlacığının soğukluğuyla uykumdan biraz daha uyandım. Aynada yüzü şişmiş kendime bakıp sırıttım. Sonra kendimi yere kurulmuş yemek sinisinin bir kenarına bırakıverdim. Karşımdaki televizyondan kafasına bomba düşen ile kazık düşen insanların haber sesleri geliyordu. Birincilerinin hallerini anlayamasam da, ikincilerinin halini kahvaltımın çeşitliliğinden anlayabiliyordum. Kahvaltıda her zamanki gibi peynir, ekmek, zeytin, domates, yağ ve kartmış bir hıyar vardı. Hıyara dokunmayıp diğerlerinden midemin kaldırdığı kadar yedim. Sonra ise artık soğumuş olan yatağıma gidip yapabildimse beş dakika yatak keyfi yaptım. Ardından yine kalkıp üzerimi giyindim. Elbisem mavi eski bir kot pantolon ve üzerine beyaz bir kazaktı. Bir de delik bir çorap. Hepsi bu. Daha sonra mı? Daha sonra doğru işe. Marş marş!

08.20. İşe başlamadan önce:

Evden tam vaktinde çıkıp işyerine iki dakika önce geleceğimi tahmin ediyordum. Fakat saatimi ileri almayı unuttuğum için işe on dakika geldim. Yani on dakikalık yatak keyfini soğuk işyerine terk ettim. Evden dışarı adımımı attığımda bunu daha net olarak hissettim. Bir anda çiseleyen yağmurun damlacıkları ve rüzgâr bedenimi sarıverdi. Gökyüzü gri, etraf sisli, hava ise buz gibiydi. Eğri büğrü binaların içinde kendimi kaybolmuş gibi hissediyordum. Hele insanın rüyasında güneş görüp sonra da bu soğukluğa teslim olması daha kötü ve moral bozucu bir şey. Öyle ki sokağa çıkar çıkmaz yüzümün gerginliğini ve somurtkanlığını hemen hissettim. Gerçi diğer insanlarında benden bir farkları yoktu. Birbirlerine borçlu bakıp ödünç gülümsüyorlardı.

Kafamızda farklı şeyler vardı. Bu da her halde geçireceğimiz günün pek vaat etmemesiydi. Yanımdan geçen her kişinin ruh halini ayrıntılarıyla görmek istedim; fakat buna bir süre sonra tahammül edemedim. Sanki onlara her baktığımda kendimi görüyor gibiydim. Bazıları sallana sallana, bazıları ise dikkatli yürüyordu. Herkes ya ciddi ve telaşlı bir suratla ya da somurtarak yürüyordu. Gayet sinirli gözüküyorlardı; gözleri ateş saçıyordu. Sonra kendimin de nasıl göründüğünü merak ettim. Bana şöylece bir bakıp kaş çatıyorlardı. Onlar hakkında verdiğim yargının aynısını onlarında bana karşı verdiğini anlayınca anlara bakmamak daha cazip geldi. Diğer yandan bu dalgınlıkla yolun karşısına geçerken bir kamyonet bana çarpacaktı ama sıyırarak geçti. Ancak bundan hiç korkup heyecanlanmadım. Böyle bir şey bana çok normal gözüktü. Hatta beni ezip geçse bile bu çok normal bir şey olabilirdi. Kamyonet üstümü sıyırarak geçtiğinde hemen arkamı dönüp var gücümle küfürü savurdum. Ama beni az daha ezip geçeceği için değil (dediğim gibi, bu çok normal geliyor artık bana), sadece uzun dönemden beri yıkanmamış olmalı ki, o pis arabasının üstündeki çamurları üstüme bulaştırdığı için küfür ettim. Üstümü temizlemeye çalıştım ama bir çözüm olmadı bu. Sonra yine efendi efendi işyerine giden merdivenleri tırmanmaya başladım. Ancak merdivenleri tırmanırken çok acayip bir şey oldu. Ya da en azından bana öyle geldi. Belki önemsiz bir şey; ancak gördüğüm şey bir solucandı. Altı üstü bir solucan yani. Merdivenin üzerine kıvrılmıştı ve uykusundan uyanmamış gibi hareketsiz duruyordu. Onu görünce nerdeyse birkaç yıldır hiç solucan görmediğimi fark ettim. Köyde kaldırdığım her taşın altından çıkan bu solucanların şimdi beni bu kadar etkilemesine hayret ettim doğrusu. Orda durup bir dakika boyunca dinleniyormuş numarası yapıp onu izledim. Sanki yeni bir hayvan türü keşfettim. Alçak solucan beni acayip bir duruma soktu. Şişko kadınlar bana bakıp daha bu yaşta böyle dinlenmeme şaşırıp hayıflandılar. Kendi kendilerine “daha bu yaşta” diyorlardı “bu yorgunluk… işi zor bunların. Ben onun yaşındayken tığ gibiydim. Üçer beşer çıkardım merdivenleri”. Bende napim tahammül ettim bu söylediklerine. Varsın bu tosuncuklar beni öyle zannetsinler. Neyse! En iyisi ben bu yıl köye gidip bu minik solucanın akrabalarına doya doya bakayım.

Bu arada işçiler işyerine gelmeye devam ediyor. Gelen her kişi sadece bir tane bulunan sobanın başına gidiyor. Tabii gitmeleri ne kadar işe yarıyor ayrı bir mesele. Çünkü sobanın başında en az yirmi kişi ısınmaya çalışıyor. Hatta bazıları bedenini ısıtmaktan vazgeçmiş aracıklardan elini ısıtmaya çalışıyor. Benimde şu anda özellikle ayaklarım çok fazla üşüyor. Solunum yaparken dışarı verdiğim her hava buğulu olarak çıkıyor. Bunun yanında her şey kir pas içinde. Akşam çırakların biraz daha erken evlerine gitmek için yerleri ‘öylesine’ süpürdükleri belli. Sadece yerler mi? Masaların üstüde toz içinde. Öyle ki, ilerideki büyük masanın üstüne birisi kocaman harflerle “GS” yazmış. Oturduğum yer bunu görmek için çok iyi bir görüş açısı sunuyor bana. Yani burdaki durum bir bakıma çocukken gölet yapmama benziyor. O zamanda kirliydim, şimdi de…

Az önce arkamı döndüm ve patronun yanındaki katalitik sobayı sıcaklıkta olsa gerek ileri ittiğini gördüm. İşçiler ise sobaya yaklaşmak için nerdeyse birbirini ezecek. Birisi “senin ısındığın yeter” deyip diğerini itekliyor. Öbürü ise “daha bir dakika oldu“ deyip ısınmakta diretiyor. Ya da ısınıyor numarası yapmakta diretiyor. İster istemez ikisine de hak veriyorum. Bu ise pek işe yaramıyor. Ama şimdi ikisi de kaybedecek. Çünkü ustabaşı yavaş yavaş ışıkları yakmaya gidiyor. Herkes sobanın yanından uzaklaşacağı için çok üzgün. Kim bilir sobanın yanında beş dakika daha durmak için neler vermezlerdi. Yani biraz ısınmak bile çok şey ifade ediyor şimdi. Ve soğukluk benimde tüm bedenimi sarmaya devam ediyor. Elime sıcak bir hava üfleyip çalışmaya hazırlanıyorum.

10.00, çay paydosu:

Sekiz buçuk ile on saatleri arası her zaman olduğu gibi yine berbat geçti. İnsanın gözünden uyku akarken çalışması çok eziyet verici bir şey olduğu gibi, bir de kafamın zonklayarak ağrıması bunun üstüne tuz biber oluyor. Kafamı makinenin üstüne bir koysam hemen uyur gibi oluyorum. Tam uyuyacakken aniden başımı kaldırıp çalışmaya devam ediyorum. O an kendimin burada olduğuna çok şaşırıyorum. Yani bu bana çok acayip bir şey olarak gözüküyor.

Diğer işçilerde sabah işbaşı zilinin çalmasıyla çalışma yerlerine nasıl geçtilerse, öyle de çalıştılar. Herkes sobanın başındayken birbiriyle biraz konuşuyordu. Yani;

-Günaydın.

-Günaydın.

-Nasılsın?

-İyiyim ya sen?

-İdare eder.

Diyebiliyorlardı. Ama işbaşı yapınca susup çalışmaya başladılar. Tabii onların arasında bende vardım. Bir iki kişinin gelip “günaydın” ya da “selamın aleyküm” demesine kısık bir sesle cevap vermenin dışında ağzımı açmamaya gayret ettim. Yani ağzımı açmak bile bana eziyet verici bir iş olarak gözüktü. Yapabildiğim şey çatık kaşlarla etrafı izlemek oldu. Farklı bir şey görebilir miyim diye deyim yerindeyse “yırtındım” ama nafile. Sıra sıra masalar, kumaş parçaları, ütüler, makineler, çalışan insanlar… Yani hep bunlar. Bu sıralama her gün gördüğüm şeylerle uzayıp gider; ancak sanırsam ya görülecek farklı şeylerin hepsini tüketmişim ya da bunları görecek gözler bende mevcut değil.

Bu arada sürekli pantolon yanı çatıyorum. Çok sıkıcı bir iş. Yani sabah sabah hiç çekilmiyor. Hatta o kadardır ki yan çatanların bu işten aldıkları tek zevk, bir basışta pantolonun yanını boydan boya çıkmaktır. Eh bu da beceri ister dimi? Ancak bu beceri bende yok. Zaten olması içinde acımdan ölmüyordum. Varsın bir basışta değil de, üç basışta çıkayım şu yanı. Bu işi yaparken de sürekli ustabaşı tarafından izleniyordum. Zırt bırt gelip yok buraya mola verme, paça dönük olmasın, her yer bir santimden olsun deyip duruyordu. Bende artık dayanamayıp “tamam lan tamam, anladık işte… Mal değiliz ya” dedim; tabii içimden. İstersem bağırarak da derdim ama bu şişkoyla uğraşmaya değmez.

Bir ara gelip yine işlere baktı ve, “Ne bu? Bir buçuk santimden çatmışsın” dedi. “Yok devenin nalı” dedim yine içimden. Yani beni sinir etmek için uğraştı ve helal olsun başarılı oldu da. Sadece beni mi; herkesi. Herkese sataştı. Çıraklara bile. Çırağı, tam paydosta değil de, ona beş kala işçilere bir şeyler almak için dışarı çıktığı için tokatladı. Çocuk ağlayarak çıkıp gitti ve bu olaya kimse sesini çıkartmadı. Olay benim yanımda olmadığı için ben sonra öğrendim. Açıkçası bu adam iyice sabrımı taşırıyor. Onu bir gün babamın deyişiyle “eşek sudan gelinceye değin” pataklayacağım. Hak ediyor bunu. Yani hakkını vermemek olmaz dimi ama? Tutucam kulağını bi sağ yumruk gözüne, bi sol yumruk yüzüne, bi de götüne tepik. Bitti.

Diğer işçiler saat dokuz buçuğa doğru kendilerine gelmeye başlamışlardı. Gülüyorlar, birbirlerine kâğıt tomarı atıyorlardı. Tam kafadan vurmaya çabalıyorlardı. Bana da kâğıt attılar ama bu benim gerilmiş suratımı esnetmeye yetmedi. Ben öylesine abuk sabuk hayaller kurup durdum. Uzun yolculuklara çıktım; hatta zengin bile oldum. Ama sonunda yine buraya döndüm ve haliyle acı bir dönüştü bu benim için. Hayallerim öylesine gerçek görünüyordu ki buranın gerçek olduğuna bir türlü inanamadım. Fakat duyduğum her ses, gördüğüm her şey, kokladığım her koku beni gerçeklerimden kopardı. Şu anda yudumladığım bulanık acı çayım ise bunu bana daha belirginleştirdi. Her yudumda “şerefe” diyorum. Geçen dokuz yılım için diyorum bunu. Yani bana pişmanlık ve lanet uyandıran dokuz yıl için. “Öylesine” geçen ama bende çok iz bırakan dokuz yıl için. Kimi sorumlu tutmalıyım bundan bilmiyorum. Böyle çalışmamın bir sorumlusu var ama kim? Sorumlusu “benim” demeyeceğim. Yani… Ben olmamalıyım… Hak etmiyorum bu yükü. Daha çok gencim… Suçlu olamam yani… Yani… Kendimi uçurumdan atmış olamam. En azından buna cesaret edemem.

Öğle yemeği paydosu 13.40:

İşte en sonunda öğle oldu ve onla bir arası benim için daha iyiydi. Kafamdaki ağrı biraz azaldı. Bana kâğıt atanlara bende aynısıyla cevap verdim. Yani kafama pıtır pıtır damlayan sular aldırmayacak kadar iyiydim. Bu sular tavandan damlıyor. Hem de kireçli.

Binanın en üstündeyiz, pencereden baktığımızda önümüze kondurulmuş olan binlerce binayı rahatça görüyoruz ama bizi yağmurdan ve kardan koruyacak bir şapkamız, yani çatımız yok. Öyle olunca da üstte biriken sular damlacık olarak bize geri dönüyor. Artık elbisenin kirlenmesinden vazgeçtik, gıcık etmesin yeter. Tam hayale dalmışım ve buz gibi bir damla “pıt” diye enseme düşüyor, oradan da sırtıma doğru bir yolculuğa çıkıyor. Tabii bende uyanıveriyorum.

Yemek zilinin çalmasına birkaç dakika kala elimdeki işi bitirdim ve oyalanmaya başladım. Amacım sıralamada iyi bir derece edinmekti. Zil çalınca bir atletizm şampiyonu gibi masanın üzerinden atladım. Hızlıca, hiçbir engel tanımadan koşmaya başladım. Eğer ki lanet masalardan birisine çarpmasaydım ilk beşe kesin girmiştim ama olmadı. On birinci olabildim.

Bu iş basite alınmamalı. Bir yere düşülse anında düşenin üzerinden onlarca kişi geçebilir (bu açıdan kesinlikle şanslıydım, çünkü “anayola” girmemiştim daha). Yapamazlar mı? Yaparlar, çünkü deneyimini yaşadım. Birisi koşarken yere düşmüştü. Ardından gelen kişi az bir şey sakınsa da onun koluna bastı. “Pardon” u da yemeğini yedikten sonra söyledi. Peki, düşene ne oldu denilebilir. Hiç! Ne olsun! “Vaş” deyip kolunu ovaladı ve tekrar koştu. Yani bu riski göze almıştı. Yalnız gerilere düştüğü için çok üzgündü. Onun yerinde olmak hiç istemezdim. İnsan herhalde o an kendini çırpılan bir halı gibi hisseder. Herkes gelip ayakkabı numarasını örneğin kafamdan öğrenebilirdi. Birisi, “ Aaa! 41 giyormuşum. Bak Ali seninki daha büyük; sen 42 giyorsun.” İşte o böyle derken bende “Evet,” derdim “onun ayağı daha büyük.” Sonrada basardık kahkahayı. Hatta onlar “moruklayınca” torunlarına kafama nasıl bastıklarını anlatırlardı.

Komik mi, sinir edici mi bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa, o da sırama geçip sık sık bozuk çıkan ve kokusuyla burnumun direğini kıran yemeği yediğimdir. Bugün şehriye çorbası, iri iri doğranmış pırasa, acayip bir makarna ve helva yedim. Yemekleri çok sevmesem de yine de yedim. Hatta yetmedi bir tanede ekmek yedim. Ancak böyle doyuyor karnım. Bunların hepsini yemeğimi hızlı yediğim ve hızlı bir koşucu olduğum için on beş dakikada bitirdim. Sonra dışarıda doğan güneşin çatılardan kaldırdığı buharları gördüm ve kendimi dışarı attım.

Arkadaşlarla dışarı çıktığımızda güneş tarafından aldatıldığımızı anladık. Ama neyse ki kızlarda aldanmıştı da onlara bakabildik. Yanımdakiler kızlara bol bol laf attı. Ancak ben atmadım. Ben yapmam öyle şeyler. Efendi çocuğumdur yani. Ama “niye” dersek elbet bununda bir sebebi vardır. Yaşım küçükken bir kıza omuz çarpıp laf atmıştım. O da bana destekli bir tokat ve ağır bir küfürle cevap vermişti. Bayağı etkileyici bir cevap olduğu için bunları yapmıyorum. Ağzımı ne zaman açmaya hazırlansam o anki durumum aklıma geliyor. Ah! Yanağım elma gibi kızarmıştı. Başımı dakikalarca yerden kaldıramamıştım. Gerçi şimdi öyle bir şey yapamazlar ama insan tırsmış bir kere. Biraz düşününce de en iyisinin bu yaptığım olduğunu zannediyorum.

Aslında o kadarda kızlardan uzak birisi değilim. Yakışıklı sayılırım. Bir yetmişbeş boyum, güzel siyah gözlerim, herkesin hayranlıkla baktığı dolgun saçlarım ve yay gibi kaşlarım var. Bir tek burnum uzun ondan da bir şey olmaz. İşyerinde de beğendiğim bir kız var zaten. Benim çalıştığım bölümde ortacılık yapıyor. Kızıl saçlı, kahverengi gözlü, orta boyda, bebek suratlı sempatik bir kız. Güzel kız doğrusu. Sık sık birbirimize bakıp gülümsüyoruz. Ona gidip arkadaşlık teklif edeceğim ama korkuyorum. Ya teklifimi kabul etmezse? Ya beni oracıkta mort ederse? Öyle bir hale düşmek istemiyorum. Bunu yaparsa bu işyerinde çalışamam. Ona her baktığımda bu yenilgiyi hissetmek beni kahreder. “Acaba” diyorum “kız arkadaşlarının birisiyle haber mi göndersem”? En azından bu daha güvenli olur. İsterse kabul etmez o zaman, umurumda bile olmaz bu. Hiçbir şey olmamış gibi yaşar gideriz. Ama bu diğer erkeklerin onunla arkadaşlık kuracağına izin vereceğim anlamına gelmez tabii. Hele biri teklif etmeye görsün anında pataklarım onu. Evet, evet bir yolunu bulup arkadaşlarıyla haber göndermeliyim. Ancak birde kabul etmesi de var. Hadi kabul etti diyelim, o zaman ne olacak? Asıl işin zor tarafı o zaman başlıyor. Ben kızların karşısına geçip hayatta konuşamam. Karnım ağrır, bacaklarım titrer, ateşim yükselir, kekelerim, hatta… Hatta çişim gelir o ana altıma akıtırım. Şimdi bile bunları düşünmek kalbimi gümbür gümbür attırırken o anda ne yaparım ben? Kalp krizinden ölürüm herhalde. Sonra arkamdan “kekeleyerek geberdi gitti enayi” derler. Kızda “ben nerden bileyim onun bu kadar ödlek olduğunu, bilseydim ambulans çağırarak onunla konuşurdum” deyip arkamdan rahmet okur. Hep beraber çekindiğimiz resimlere bakıp “ay şu koca kafalı kim” der birisi. Bir başkası “hani şu titrek-kekeme var ya, işte o” der. Diğeri “ha o mu” der ve sonra herkes ha ha ha, ki ki ki… Lanet olsun yüreğim sıkışıyor ama yine de haber göndereceğim ona. En iyisi şiir yazmak.

Uçup gitti yaşam elimden.
Ama çişim geldi korkudan.
Koştum tuvalete heyecanlı.
Geç kaldığım için ıslaktı donum.
Altıma etmişim yani.

Ve bundan bir benim haberim vardı.
Cesur gözükürdüm hep.
Ve…
Üç yaşımdan beri altıma etmezdim.
Ama anladım şunu artık.
Donum hiç kurumamış benim.

Öğleden sonra. 4.00 çayı paydosu:

İkiyle dört arası pek önemli bir şey olmadı. Bu saatlerde herkes midesindekini sindirme işiyle ve yatıp uyuma isteğiyle mücadele eder zaten. Örneğin ben yaptığım her harekette karnıma yumruk atılmış gibi olurum.

Aslında bu saatlerde güzel bir uyku çekmek hiç fena olmaz. Hele birde güneşin altında olup sıcaktan uyuşmak mükemmel olurdu. İşte şimdi çalışmaya devam ediyorum ve birileri sürekli karnıma yumruk indirmeye devam ediyor. Ve işin kötü yanı normal çalışma saati olan yediye kadar değil “işler bitene değin” çalışacağım. Peki, işler ne zaman bitecek? Kesin ben öldüğüm zaman.

Şuna inanıyorum ki bu işyerinde çalıştığım her saniyede bu saniyenin yarısı kadar ömrüm kısalıyor. Bende bu yarım saniyelerin daha da fazlalaşmaması için izin istedim. Ne oldu? Ne olacak tabii ki izin vermediler. Yani insan biraz düşününce onların gelip benden izin istemesi gerekirken, onun yerine “beyler akşam mesai var” deyince ben onlardan izin istemek zorunda kalıyorum. Bir de kocaman “HAYIR!” yanıtı alıyorum. Bu bana fena koyuyor. Kendime akla uygun bir yanıt vermeye çalışıyorum; ama olmuyor. Buna ne beden gücüm ne de kafa gücüm yetiyor. O an bana öyle geliyor ki saatler altmış dakikadan değil de, katrilyonlarca dakikadan oluşuyor. Sanki ömrümce sokağa çıkamayacağım ve hiç gün yüzü görmeyeceğim.

Diğer yandan bugün işe başladığımdan beri bir ilki gerçekleştirdim. Şöyle oldu: Her zamanki gibi saat üç civarında kalkıp sallana sallana tuvalete gittim ( Şey! Saatiyle giderim de.). Adımımı tuvaletin ana giriş kapısına attığımda bir de ne göreyim! Kapısı açık. Ara hole bakıyorum: kimse yok. Yani sıra beklemeden, birisiyle yarış yapmadan, tuvalete elimi kolumu sallaya sallaya giriyorum. Ne! Çok mu saçma? Yetmiş beş kişilik atölyede iki tane tuvalet var. Birisi bayanların olduğu için oraya erkek sinek bile giremiyor. Nerdeyse elli tane erkek bu bir tuvaleti kullanıyor ve ben şanslıyım. İşte bu bir ilk. Gerçi tuvaletler öyle güzel bir yer değil. Girdiğim zaman asla burnumdan soluk almam; yani bunu yapamam, hatta etrafa bile bakamam. Dediğim gibi daha çok gencim ve bu kadarına dayanamayıp oracıkta ölüveririm. Ve açıkçası ölmek istediğim en son yer orası. Ama insanlar (bende dahil) yine de oraya biraz vakit geçirmek için gidiyor. Belki bir sigara içecek. Benim gibi orda olmadığını varsayıp dinlenecek. Biraz güç kazanıp kendini “iyi” hissedecek. Ya da duvarlara çok önemli sanatsal değeri olan yazılar karalayacak. Veya ticari bir faaliyet gereği anlaşmalı olduğu eczaneye burnunun en ücra köşelerinden “hap” hazırlayacak. Yapılacak çok iş var anlaşılması gereken ve bunlarda özel beceri ister. Herkes bedeninden sıyrılıp orda olmadığını varsayamaz (Şu meditasyon yapanlar bizim yanımızda halt işlemiş). O duvarlara bakıp da dehşete düşmemeyi beceremez herkes. Hele bunu bir zaman dilimi içinde yapmayı hiç beceremezler. Çünkü daha içeri kapıyı kapadığınız an hemen bir yumruk sesi gelir.

-Ne oldu?

-Acele et!

Etmezsek davul sesi gelmeye başlar. Olmadı darbuka! Bunlar işe yaramadı da hala dinlenmeye uğraşıyorsak ışık ya tümden gider ya da yanıp sönmeye başlar. Hadi bunları başarıyla geçtik diyelim. Bu seferde zaten takip ediliyorsunuzdur. Kim yapar bunu? Eh bunda bilmeyecek ne var! Tabii ki usta başı. Ona ve patronlara göre tuvalet işi “iki dakikalık” iştir. Bu yüzden ayna bile yoktur ki kirlenmiş yüzümüze bakalım. Niye? Sırf genç erkekler bu tür “gereksiz” işlerle uğraşmasın diye. Hatta öyle düşünürüm ki bunlar tuvalete kamera bile koymuştur. İşte bundan dolayı orda bile tam rahat edemem. Sanki bir köşeden bana bakıyorlar. Niçin? Olur ya, gereksiz işlerle uğraşmayalım diye. Kendi kendime bu düşüncenin mantıksız bir şey olduğunu söylüyorum ama içimden başka bir ses “sen öyle san” diyor. Gerçi bizim şehvet düşkünü patron tuvaletin halini kamerayla bile görse ölürdü herhalde. Bu yüzden bayanların tuvaletini bizimkine tercih ederdi. Yani belki orası hem daha “güzel” hem de daha temiz. Eh durum bu iken o, yani patron boncuk boncuk gözleri ile niye kızları dikizlemesin ki? Hem yapmadığı iş mi? Gider olmayan saçlarını tarar ve kızlara yağ çeker. Kızlar ise ondan iğrenseler de, bazen karşı dursalar da pek seslerini çıkartmıyorlar. Kim bilir belki daha fazla para almayı umut ediyorlardır. Ve böylece hayatlarının kurtulacağına inanıyorlardır. Ben ne diyeyim onlara! “Çok Türk filmi izlemişsiniz,” diyorum. Doğru diyorum ama dimi? Eskidenmiş onlar. Fakat bazen para değil, umut bile birçok kapıyı açmaya yetiyor. Zaten patronda bu konularda deneyimli. İş paramızı vermeye, sigortamızı yapmaya gelince para yok kriz var, ama şehvet tatmininde ve milyarlarca liralık ev almada para bol. Kendisi iyi bir arabayla her şeyin çözüleceğine inanır. Belki de çözülür... İstediklerine sahip olur ve sonra bize güzel bir ahlak dersi verir. Bizde ona avanak avanak bakıp “doğru” deriz. “Onun yüce ağzından çıkan her söz bizi derinden etkiler ve gözlerimiz yaşlarla dolar”. Hatta kimimiz salya sümük gidip onu öpmeye çalışır. O da buna dayanamayıp “zam ertelendi” der. Bence haklı.

Bütün bunların gözümün önünde olması berbat bir şey. İster istemez burdaki her kadını kendimce sahipleniyorum. Bu ise bir tür namus duygusu uyandırıyor bende. Onları korumak istiyorum.

Biraz düşününce onun sık sık, “Ekmeğinizi veriyorum” sözünün yalan olduğunu anladım. Tam tersi hiçbir şey vermeden her şeyimizi alıyor. Hatta namusumuzu bile. Kendimizin sandığımız her şey öylece basit bir biçimde yok olup gidiyor. İnsanın çok büyük değerler atfettiği şeylerin yok olup gitmesi öyle bir şey ki bunların biraz sarsılması bile beni yok ediyor sanki. Ve kimse elimden tutmuyor o an. Ben eriyip düşüyorum diğeri bakıyor. Peki, ben bunu hak ettim mi? Yani birisi düşerken bende öylece bakamı kaldım? Başkaları da benim hakkımda böyle mi düşünüyor? Şu anda bile bana bakıp “umursamaz” mı diyorlar? Gerçektende böyle midir?

19.37, tuvalette:

Başım yine çok ağrımaya başladı. Belki de ölmek üzereyim. Bu halimle bile çok hızlı çalışıyorum. Sırf biraz erken eve gideyim diye. Burda da boğulmamak elde değil. Hesapta dinlenmeye geldim, fakat ölüm tehlikesi yaşıyorum. “Burda değilim” diyorum kendi kendime “burda değilim”.

Gece 23.14:

Yorucu bir gün daha geçti gitti. Bu sözü burda böyle söylemek kolay ama ağzımın söylediğine bedenim “Ne diyorsun lan sen!” diyor. Çalışırken geçmeyen ecel saatleri şimdi hızlı geçmiş görünüyor bana. Çalışırken nasıl işyerinden asla çıkamayacağımı düşünüyorsam, şimdi de bir türlü orda çalışmış olduğuma kendimi inandıramıyorum. Hatta şu anda hiç belim ağrımasaydı kimse de inandıramazdı beni buna. İyi görmemeye başlayan gözlerimle bir düş gördüğümü iddia ederdim. Ama olmuyor işte! Bedenimdeki izler bunların düş olmadığını kanıtlıyor. Ben ne kadar yok desem de ağrılar kendini amansızca dayatıyor. Ruhumda inanılmayacak düzeyde bir coşku ve yaşama sevinci var ama bedenim buna cevap veremeyecek kadar yorgun ve halsiz. Bulduğu yere kıvrılıp uyumak istiyor bedenim. Bu da zaten birçok şeyin kanıtı sayılabilir.

Saat beş civarlarında gözümü sürekli kumaş parçasına girip çıkan iğneden ayırdığımda farklı bir yerde olduğumu anladım. Hafiften bir rüzgârın estiği engebeli, yemyeşil bir ovaydı orası. Tertemiz bir bahar kokusu insanı ferahlatıyordu. Her yerde belirli aralıklarla dikilmiş ağaçlar vardı. Kimisinin dalları yeni yetmeye başlayan meyvelerle eğilmeye başlamıştı. Gökteki kuşlar daireler çizerken, ağaçtakilerse doğanın melodisine eşlik ediyordu. Benim de içinde yürüdüğüm dereden ise bir ses cümbüşü yükseliyordu. Her adım atışımda soğuk su ayaklarımı gıdıklıyor ve beni heyecanlandırıyordu. Güneş her yeri ama özelde beni kucaklamıştı. Tabii ki bende onun sıcak kollarına kendimi bırakmıştım. Ara sıra da olsa kulağıma inek, eşek ve tavuk sesi geliyordu. Onarlı göremiyordumsa da yakınımda olduklarını hissedebiliyordum. Dereden çıkıp bir süre yeşilliklere uzandım.

Gökteki bulutların bazıları bir koyuna, bazılarıysa insan organlarına benziyordu. Gözlerimi kapatıp uzunca bir süre yattım orda. Sonra tedavi olmuş bir hasta gibi kalktım ve tekrar yürümeye başladım. İleride büyük ve güzel bir malikâne vardı. Onlarca penceresiyle güneşi ağaçların üzerine yeniden doğuruyordu. Evin görünümü biraz kolları kısa bir ağaca benziyordu. Evin üzerinde beş tane sivri kule vardı. Ortadaki en büyük olanda bir de çan vardı. Evin alt tarafı üst tarafına göre daha inceydi. Bu yüzden sanki iki kolu var hissine kapılıyordu insan. Yıllarca ağırlık çalışıp kas yapmış bir insana benzetiyordum onu. Bu haliyle kendini saran uzun ağaçların yanında hiç de bir taş yığını gibi gözükmüyordu. Bunu, yüzeyini sarmış olan asma ağaçları daha da belirginleştiriyordu. Ön cephesinde gülümser gibi bir izlenim veren büyük bir kapısı ve iki tane büyük penceresi vardı. Etrafındaki her şeye o hükmetse de, aynı benim gibi hükmettiği şeylerin kendini sarmasına ses çıkartmıyordu. Zaten o da benimdi. Benim bir görünümümdü. Giriş merdiveninden çıkarken sanki başka bir yere değil de içimde açılan bir kapıdan girmeye hazırlanıyordum. Onu sımsıkı sarıp içime hapsettim. Onu içime yerleştirmede hiç zorluk çekmiyordum. Çünkü ikimizde birleşerek rahatlıyorduk.

Salona girdiğimde uzun bir masada onlarca çeşit kahvaltıyı hazır bekler buldum. Önce banyomu yapıp sonra yemek yemeye karar verdim. Koşa koşa banyoya gittim ve tam bir buçuk saat banyoda kaldım. Ellerim buruş buruş olmuştu. Suyun içinde bir yandan kağıttan gemi yapıp yüzdürürken, bir yandan da plastik ördeğim “vak vak” yapıyordu. Banyom bitince ikindi kahvaltımı yaptım. Ağzıma attığım her lokmada hayatın farklı bir tadını tadıyordum. Yiyecek o kadar çok şey vardı ki, hepsinden birer lokma almak bile karnımı doyurmaya yetti. Ardından üzerime elbiselerimi giyip arabama bindim. Hedefim doğruca şehrin merkeziydi. Arabada giderken gözüm yanımdan akıp giden dağlara, tarlalara, ağaçlara ve kuşlara takılıyordu. Arabada oturduğum halde uçmuş olduğumu biliyordum. Ve ardından bir köprü gözüktü. Büyükçe bir nehrin üzerine kuruluydu. Uzun kollarını nehrin öte yanına, tırnaklı ayaklarını da bu yanına dayamıştı. Kamburunu çıkarmış acemi bir asker gibi sınav çekmeye hazır bekliyordu. Sırtına geldiğimde birden durdum. Niye durduğumu açıkçası bilmiyordum. Nehire daha yakından mı bakmak istiyordum? Hayır! Bu daha sonraki bir işti. Öylesine mi bakmıştım? Bu da hayır! Sonra anladım ki sorun masuramın bittiğini bana bağırarak anlatmaya çalışan çıraktı. Kapattığım kemerin köprüsünün üzerine attığım zikzaklar hemen kendi kendine açılıyordu. Böylece yola devam edemiyordum. Daha doğrusu düşümdeki köprünün bir ucu benim kapattığım kemere dayalıymış. Ordan girince direkt düşümdeki nehrin öte yanı olan buraya, yani tozlu atölyeme gelmiştim. İyi de ben ne zaman atölyeden çıkmıştım?

Bu düş beni rahatlatmış ve güç vermişti. Gerçi bu her günkü kurduğum bir düştü, ancak bu sefer başka bir yerdeydim. Gidip gelmiş ve canla başla çalışıyordum. Sadece ben mi? Herkes çalışıyordu. İnanıyorum ki herkes kendi düşünü kurmuştu ve bu kararan havada insanın kendisine aydınlık bir yol açması anlamına geliyordu. Her pedala basışta, her iplik temizlemede, ütüyü her indirişte kendi gerçekleşmesini diledikleri dünyalarına bir adım daha atıyorlardı. Belki bazen karşılaşıyorduk da fark etmiyorduk birbirlerimizi. Ama onlarında yanlarımda oldukları açıkça ortadaydı. Bunu yüzlerindeki ve gözlerindeki ifadelerden anlıyordum. Herkes yaptığı işe bakıyordu; fakat farklı bir şey görüyorlardı. İşte bu yüzden her hareketleri o yüce hedeflerine ulaşmaya çalışmanın korkusunu ve heyecanını yansıtıyordu. Yeni bir hareket… Yeni bir adım… Yeni bir umut. İşte hepsi bu!

Saat yedi olduğunda dışarı bir şeyler almak için giden çırağa tuzlu bir bisküvi aldırdım. Yani bu “saati belirsiz” mesaiden yine karlı çıkacaktı. Bizimde (mesaileri alırsak tabii) cebimize para girecekti. Ama açıkçası gidenler beni daha fazla düşündürüyor. Kendimin sürekli bir hastalığa gittiğini hissedebiliyorum. Bunun teşhisini koyduracak ne bir sigortam (olsa ne işe yarar ki dimi ama), ne de param var; ama hissedecek bir duyum var. Aslında genç olarak, daha yeni doğan bir güneşim, ama sanırım erkenden batıp gidecek bir güneş.

Herkeste bir yorgunluk olsa da makineciler bastırıyor, ütücülerse hemen ütülüyordu. Bizi gören çok büyük bir iş yaptığımızı sanırdı. Yani çok çabalıyorduk. Herkes bir şeylerinden feragat etmişti. Örneğin bugün dizilerimiz vardı. Bunu bana Ali hatırlattı. Bana:

“Anaa! Erinç bu ne?” dedi. Hemen ona baktım. Elini pantolonunun arkasına değdirip “bak” dedi, eli terliydi.

“Kıçım terlemiş anasını satim!”

“Zaten senin ancak oran terler” diye cevap verdim.

“Bu iş bizi bozmasın” dedi.

“Bugün o dizi vardı”.

“Kaçtı gitti! Hem onu hem de keçileri kaçırdık. Ama sen tümden şaftı dağıtmışsın” dedi.

“Aynen öyle” dedim. Gayet normaldi bu. Hayatta her şeyi kaçırmış bir insanın birde kendini dağıtması çok normal gözüküyordu bana. Basit bir televizyon izlemem bile izine tabiiydi. Rahatlayıp uçtuğum şeyler bile benim elimden alınmışken ben neyim ki?

İşlerin hepsini 21:47’ yi oniki saniye geçe diktik ve bitirdik. Ama sadece biz, yani makineciler bitirdi. Daha ütülenecek, kalite kontrolü yapılacak çok iş vardı. Büyük ihtimalle sabahlayacaklardı onlar. Biz kalkıp eve giderken kalanlar bize bakıp herhalde ne zaman kendi evlerine gideceklerini düşünüyorlardı. Ben ise işim biter bitmez hemen “pıt” diye makinemi kapattım. Sevdiğim kıza bir bakış fırlatıp masadan poşetimi aldım. Sevdiğim kızı da işleri temizlemeye almışlardı. Üzüldüm ona! Sonra masanın üzerinden “hoop” atladım. Az daha düşecektim ama kimin umrunda? Ardından hızlıca kabanımı almaya gittim. Alır almaz da koşar gibi sokağa… Dışarıdaki o pis ve sisli havayı içime çekmek bile benim işyerinden kurtulma mutluluğumu dindiremedi. Ama mutlulukta kısa sürdü. Eve gitmek için yolumu uzattığıma pişman oldum. Kar işyerinden ilk çıkışımda hemen hissettiğim bir şey değildi. Ama yürüdükçe karın yağışını ve soğukluğunu hissettim ve titremeye başladım. Evde sobanın yandığını bilsem, en azından kendimi yedi yüz adım sonra her şey bitecek diye avuturdum. Ama o bu günkü yakılacak kömürün çoktan yakıldığını ve herkesin üstüne battaniyeyi alıp ona sımsıkı sarıldığını biliyordum. Kesin bana da ince ve delik battaniyeyi bırakmışlardı. O an cehennemin sıcak olmasının işime yarayacağını düşündüm. Yani en azından soğuktan sırtarmaktansa, sıcaktan erimek daha iyidir. Absürd mü? Bence de! Böyle olunca artık bırakayım güzel yaşamayı ısınmak bile delik battaniye olmasa hayal oluverecekti. Hatta o bile soğukluğun arasından uzaklara kaçtı. Eh bize de titreyen bedenlerle birilerine kaban dikmek kaldı. Yanında da yorgunluk ve baş ağrısı hediye. “Açıkça” anlaşılıyor ki dünya birileri için yaşanılası ama biz kaban dikenler için asla! Yani bizim işimiz dikmek: giymek değil. Onlar sıcacık giyip “oh” desinler yeter. Biz 1212’den kalma kaban benzeri şeylerle idare ederiz. Hem giderek soğukta bize iyi davranmaya başlıyor. Biz de zaten buz gibiyiz, o yüzden onu pek tınlamıyoruz. Sıcak bedenler üşür dimi ama? Yoksa benim için soğukluğun eksi on mu, yoksa eksi kırk mı olmasının ne önemi var? Hatta isterse eksi iki yüz olsun. Bunu bile birisi “hissettin mi eksi iki yüz olmuşsun” derse anlarım (tabii ölmemiş olursam). Bende ona “Ya! Gerçekten mi? Hiç belli olmuyor” derdim.

Eve geldiğimde (Ne yazık ki!) bütün tahminlerim doğru çıkmıştı. Babam yatmıştı ve horluyordu. Annem ise babamın yanına oturmuş onun horlamasına homurdanıyordu. İki kız kardeşim üzerilerine bir tane büyük battaniye almışlardı ve büyük ihtimalle işyerinde kendilerine asılan erkekler hakkında konuşuyorlardı. O zibidilerin bir isimlerini verseler kafalarını kırardım onların, ama vermiyorlardı ki!

Diğer iki küçük erkek kardeşimde bir battaniyenin içindeydi. Büyük olanı küçük olanı dövmüştü anlaşılan ve şimdi küçüğün gönlünü almaya çalışıyordu. Ben gelince bu gönül işine daha da gayretlendi. Küçüğe “hadi sen de bana vur ödeşelim” diyordu. Küçükte bana bir bakıp abisinin suratına bir tane indirdi. Bunu yapınca rahatlamış ve gülmeye başladı. Sonra da boks yapmaya başladılar. Büyük olanı bana nasıl özenip 12 yaşında konfeksiyona başladıysa o da şimdiden öbürüne özenip işe girip para kazanmak istiyordu. Bu isteğinin ona ne getireceğini bilmese de istiyordu bunu. Engelleyebilecek miyim onu? Kim bilir, belki.

Yere baktım delik battaniye beni öylece yerde bekliyor. Hiç hoşuma gitmedi bu. Sonra anneme horultular arasında bir “Nasılsın?” dedim. Annem ise sanki ona pazar fiyatlarını sormuşum gibi, “Pazar bi pahalıydı… domates bir milyon… patlıcan iki milyon… patates beş yüz bin… k……” . “Tamam!” dedim ona. “Tamam, sormadım bunları sana! Bana ne pazarın fiyatlarından. Ne yemeği yaptın? Bana “İşte her şey pahalı olduğu için bir şey yapamadım. Dünden kalan çorbayla makarna var. Paramız bunlara yetiyor,” dedi. Sesimi çıkartmadım. Sonra ona yine bakmaya başladım. Önce yatmak ister gibi hareket ettiyse de ardından kalkıp o hasta haliyle kalkıp yemekleri ısıttı. Yemeğimi hızlıca yedim ve ardından çayımızı içtik. Belik bu koskoca günde bana en fazla canlılık veren şeylerden birisiydi bu çay. Bana ölüm anında hastaya verilen su gibi geldi. Sonra herkes öksürmeye başladı; birbirine bakınıp ağrıyan yerlerini anlattı. Ağrımayan yerimiz yokmuş meğerki! Karnımız, başımız, bacaklarımız, gözümüz, dişimiz… Hepimiz hastayız yani.

Toplu bir ölüm, toplu bir katliam var bu daracık nemli evde. En kötüsü de vaktinden önce ölüyoruz. Dünyaya kazık çakmadan çekip gitmektir bizi hırpalayan. Yaşamak istiyoruz… Yaşamak istiyorum… Uzunca güzel bir yaşam. Her şeyin iyi bir sonla biteceğine inanmak istiyorum. Sabah uyandığımda yataktan çıkmak için can atmayı istiyorum. Öyle ki bunları her gece bir buçukta yattığım halde sırf daha güçlü olmak için on iki de yatarak istiyorum. Yarın uyandığımda yataktan kalkmak istemeyeceğimi ve beni her geçen an da tekrar tekrar öldüreceklerini bile bile bunları istiyorum. Ya da…

Belki de yarın her şey değişir. Belki bu yaşananlarda bir düştür. Biraz sonra uyanıp bu olanlara gülüp geçeceğim. Hatta hatırlamam… Hatırlamak istemem. Ya da altılıyı tutturup zengin olurum. Belki de öyle bir şey olur ki, ben daha hiçbir şey anlamadan bir bakmışım her şey değişmiş. Yani böyle olmalı dimi? Başka yolu yok! Yaksa nasıl yaşar insan? Nasıl hala umut eder? Neye dayanarak? Neyi isteyerek olmasını diler? Vicdan azabından nasıl ölmez? Benim gibi hayalleriyle nasıl boğulmaz? Yaşamının iplerini nerelere bağlar ki? Güldüğünü zannederken sırıttığını nasıl anlamaz? Nasıl!..

Öyle görünüyor ki bunları yaşamakta acı anlamakta… Neyse artık gidip yatma zamanı. Yatağın içinde kıvrılıp iyi bir rüya görmek için uğraşacağım. Bırakayım da beni biraz daha avutsun. Gittiği yere kadar gideceğim. Her öldüğümde yeniden, yeniden dirileceğim. İnadına bir yaşam olacak benimkisi. İnadına düşler görüp, hayaller kuracağım. Sonuna kadar yaşayacağım. Hemen ölmek yok öyle. Dünyanın tam ortasına bir tane kazık çakmadan gitmek yok.

Uyurken bir bakacağım peri gelmiş. Ondan balkabağından araba isteyeceğim. Bunu yapmak onun için kolay olsa gerek: hemen yapar. Yapamazsa hiç gelmesin daha iyi. Defolsun gitsin başka yere. Hem benim ayaklarımda büyük, minik ayakkabı olmaz. Onun için prensesten de hayır yok. En iyisi ben kurt adam olayım. Kırmızı başlıklı kız gelirse daha o, “Nine kulakların niye bu kadar uzun?” bile demeden onu güzel bir mideye indireceğim. O zaman anlar dünyanın kaç bucak olduğunu. Midemde ki yeri rahat mıymış anlar o zaman. Elbisesi de ne kadar güzeldi onun. Elbisesini de ben diktim zaten. Sonra… Sonra karanlık ormanda uğuldayarak dolaşacağım. Ağaçtan ağaca zıplayacağım. Durup dururken temiz havayı koklayacağım. Ardından yüksek bir yere çıkıp güneşin doğmasını izleyeceğim. Yeni bir günün başlangıcını yani. Yani… Yeni bir yaşamı.

42 Mart 1387 Erinç Süzülen

Başa Dön