Roman yazmanın üç kuralı vardır. Ne yazık kimse bu kuralların neler olduğunu bilmiyor. -Somerset Maugham |
|
||||||||||
|
"Çok komiksin!" dedi adam, diğerine... "Seni sırf bu yüzden öldüreceğim!" Ardından, verdiği sözü tutmak için silahındaki tüm kurşunları, komik olanın vücuduna boşalttı. Ama işin tuhaf yanı kurşunların, gümüş gibi parlamasına rağmen aynı isimdeki elementten yapılmamış olması ve komik oluşunun kurtaramadığı adamın "kurt adam" olduğu konusunda şaka yapmamasıydı. Bu sayede, normal bir insanı (hani şu kurt adam olmayan ve başkasının da olduğuna inanmayanları) öldürecek ağırlıktaki yaralardan etkilenmeyen adam, kendisini öldümeye çalışan adama dişlerini gösterebiliyordu şu anda... Tabi gülmüyor, ait olduğu yaratık familyasının sıklıkla yaptığı bir şeyi yaparak, hırlıyordu. Bu saçma dialoğun ardından gelen vahşi intikam sahnesi bitmeden televizyon kapandı. Elindeki kumandayı "kumandan" edasıyla tutan adam "İzlenecek bir şey yok..." düşüncesiyle yerinden kalktı. Belli bir amacı olmaksızın, güvenlik kameralarının yaptığına benzer bir şekilde evin içinde dolaştırdığı bakışları, kitaplıktaki kitaplara ilişti. Acaba açıp birini okusa mıydı? Ardından, kitapların ait oldukları yerde yani "kitaplıkta" kalmalarının herkes için en iyisi olduğuna karar verip mutfağı gözüne kestirdi. Artık bir hedefi vardı. Mutfağa gidecekti. Bu hedefe varmak için kullanılacak her araç meşruydu. Bu yüzden, pek sevmemesine rağmen pofuduk terliklerini giydi. Terlik giymeyi sevmemesi ile buna rağmen giymesinin, birbirinden bağımsız gibi görünen iki nedeni vardı. Sevmemesinin nedeni; annesinin, çocuk eğitimi anlayışında terliğin önemli bir yerinin olmasıydı. Buna rağmen giymesinin nedeni ise sabah kırdığı su bardağının, sadece büyük boyutlu parçalarını toplamış olduğu gerçeğiydi. Görünüşte bu ikisi birbirinden bağımsızdı. Ama aslında kendini bildiğinden beri kişiliğinin parçası olan tembelliği nedeniyle annesinin terlikleri, sahibinin ayağından ziyade elinde paralanmıştı. Tembelliği nedeniyle yerden toplamadığı kırık camlar ile terlik giymeyi sevmemesinin ardındaki tarihsel ilişkiler ağı, adamımızın zihnindeki "terlik" dilemmasının kaynağıydı. Mutfağın kapısını açtı. Mutfak ışıklarının, kapısı açıldığında otomatik olarak yanmaması ne kötüydü. Üstelik bunu yapan (yani kapısı açılınca ışıkları yanan) yeğane makine evin aynı bölümündeydi. Sanırım bunu, ev dizayn eden mimarların, makine üreten mühendislerden "model alarak öğrenme" yöntemiyle bir şeyler kapmayı pek umursamamalarına bağlayabiliriz. Işık düğmesi, mutfağının 1,5 metre içinde duvarın üstündeydi. Terlik giyse bile pofuduk oldukları için yine de güvenemiyordu. Kötü ihtimallerin içinden en iyisi bile gerçekleşse bu, terliğinin zarar görmesi olacaktı ki zaten hiç sevmediği bir şeyden yeni bir çift almak zorunda kalma fikri, en azından sıkıntı vericiydi. Dolayısıyla dikkatle yaklaşarak elini duvarda gezdirdi. Düğmeyi buldu ve ilk kez ateşi kontrol ederek aydınlatma için kullanan mağara adamının yaşadığına benzer bir göz kamaşması eşliğinde ortamı aydınlattı. Artık tek yapması gereken buzdolabının kapağını açmaktı. İşin, beden gücü gerektiren kısmı bitmişti ama belki de daha zor olabilecek olan kısmı yani zihinsel çaba kısmı yeni başlıyordu. Bu "seçim" aşamasıydı. Ne yiyip ve/veya içeceğine karar vermesi gerekiyordu. Seçimler önemliydi. Zira en basit bir seçim bile sizi öldürebilmekten tutun, dünyanın sonunu getirmeye kadar çeşitlilikte sonuca neden olabilecek olaylar zincirini başlatabilirdi. Yani dünyaya çarpan gök taşının, memelileri ve özelde insan türünü gezegenin "başat" türü haline getireceğini kim bilebilirdi ki? Bir parça kaya çarptı ve bugün dinazorların baş rol oyuncusu olduğu filmler çeken bir memeli türü eğemenliği eline geçirdi. Dolayısıyla tamamen ilgisiz bir seçim sandığınız şey veya her hangi bir eylem, en azından evrenin sonuna dek, sayısız denebilecek sayıda (!) sonuç doğuracaktı. Zaten kahramanımız da bazen tüm varoluşun; domino taşlarının ardı ardına yıkılmasına benzer bir olaylar zinciri sonunda "tanrının gülmesini sağlayacak" bir tür ilahi eğlence (komedya?) olduğundan şüpheleniyordu. Tanrıyı bilmiyordu ama dünyada olup bitenler bazen onu kahkahalarla güldürüyordu. Dolabın raflarında gezinen gözleri bir avcı gibi avını ararken, bedeni de buna uygun olarak hiç kıpırdamıyordu. Öylesine kımıldamıyordu ki sanki buzdolabından dışarı çıkan soğuk hava onu birden dondurmuştu. Tabi bunun olması imkansızdı. Özellikle de bu buzdolabının bunu yapması... Zira öylesine eski ve yorgundu ki sanki içine koyulan şeyleri, onlarla ilgilenmeyerek "kendinden" ("kendiliğinden" anlamında değil, "kendisinden" anlamında) soğutma yöntemini uygulayarak çalışıyordu. Adamın bakışları, yalnız başına meyvelikte duran elmaya takıldı. En son ne zaman elma aldığını hatırlamıyordu. Hatta dolabı son açtığında onu görmediğinden emindi. "BUNUN NE İŞİ VAR BURDA?" dedi içinden... İlginç bir şekilde (tabi evrenin nasıl bir yer olduğunu bilmeyenler için ilginç) elma da tam olarak aynı şeyi (belki tek fark kendisini, nesne değil özne olarak kullanmasıydı zihninde kurduğu cümlede) düşünüyordu: - Hey! Nerdeyim ben? Ne oldu? Niye böyle soğuk ve karanlık bir yerdeyim? Şu anda olgunlaşmış olmam ve dalımdan koparak yerde yuvarlanıp, yeni bir elma ağacına dönüşmek için filizlenme çalışmalarına başlamam gerekiyordu. NE İŞİM VAR BURDA! Adam, sağlıklı bir şeyler yeme havasında olmadığına karar verdi. Dolabın kapısıdaki rafta duran kutu kolayı aldı ve elmayı, merak ve umutsuzlık dolu düşünceleriyle başbaşa bırakıp biraz hava almak için balkona çıktı. Hava birkaç gündür sıcaktı ve bu gece, yakınlardaki denizden buharlaşan sular denize dönmeye karar vermişlerdi anlaşılan… Gökgürültülü sağanak yağış ansızın bastırdı. Bu sırada balkonda kutu kolasını yudumlayan adam hafifçe ürperdi. Çünkü şimşek çaktığı sırada yüksekçe bir balkonda elinde metal bir kola kutusuyla durmak tehlikeli olabilirdi. Gerçi yıldırım düşmesi düşük bir ihtimaldi ama adam, bunu şansa bırakmayı istemedi. Bu güne kadar "şansa" bıraktığı tüm işlerde başarısız olmuştu. Her ne kadar zor işlerdeki (mesela iş bulmak) başarısızlıklarına pek üzülmese de kutu kola içmek gibi basit bir konuda uğrayacağı başarısızlık onu bile yıkardı. Özellikle de başarısızlık, bir yıldırıma binerek gelmişse! İçeri girdi... Yıldırım düşmesi ihtimali karşısında geri çekilmesinin verdiği "yenilmişlik" duygusundan ve korkmuşluk hissinden kurtulmak için kendini başarılı bulduğu bir konuya odaklandı; Yatağına uzanıp bir süre kıpırdamadan yattı... Taa ki havada biriken elektirik, toprağa inmek için onun oturduğu daireyi seçene dek... Yıldırım, inanılmaz bir gürültüyle binaya çarptı. Her ne kadar çıkardığı gürültü bir zamanlar insanların ona tanrısallık etfedip, onu inanç sistemlerine dahil etmesini sağladıysa da bu çağda, onu çıkarana tanrısallık etfedilen gürültülere "pop müzik" deniyordu. Dolayısıyla yıldırımın gürültüsünün "inanılmaz" olmasının iki anlamı vardı: İlki gürültü miktarının alışılmadık derecede yüksek oluşunun insanlarda yarattığı şaşkınlıkla ilgiliydi. İkincisi ise yıldırımların ve çıkardığı seslerin artık "inanç" konusu olmamasıydı. Büyük bir şokla (yaklaşık birkaç milyon volt) yataktan fırlayan adam, yüzüne Hubble Teleskobu tutulmuş bir uzaylı gibi şaşkındı. Bu şaşkınlığın nedeni daha önce yataktan hiç fırlıyarak kalkmamış olması değil -ki normalde sürünerek ya da sürüklenerek kalkardı- evdeki tüm elektirikli aletlerin çalışmaya başlamasıydı. Neler olduğunu anlamak için camdan dışarı baktı. Her yer karanlıktı. Görebildiği alandaki tüm elektirikler kesilmişti. Ardından apartman dairesinin kapısını açtı. 10 katlı binada sadece 4 daire doluydu. Onun bulunduğu katta başkası yoktu. Dolayısıyla neler olduğunu sorabileceği alt katlardaki komşularına bağırdı: "Hey neydi bu!" Sekizinci katta oturan genç kız cevap verdi: "Elektrikler kesildi. Sanırım bir yıldırım yüzünden..." Kızın yüzü daha önce olmadığı kadar güzel gelmişti adama... "Her halde konuşurken yüzüne tuttuğu fener nedeniyle olmalı." dedi. Bunu duymuştu. Gösteri dünyasında özellikle müzik camiyasında, sanatçı yaşlandıkça yüzüne tutulan ışık artıyordu. Böylece yüzdeki ayrıntılar (kırışık, sarkma, meymenetsizlik vs.) belli olmuyordu. Ayrıca "ilahi" bir hava da katıyordu ki bu "sanatçılara tapınılan" çağımızın gereklerine uygundu. Tekrar dairesindeydi. Hemen hemen aynı anda, elektirikleri kesik bir apartman dairesi için etrafta fazla elektirik olduğunu farketti. Bu nasıl olurdu? Mutfağa gitmeye karar verdi. Aslında bu pek "karar verme" sayılmazdı. Daha çok iç güdüsel bir şey ya da bir refleks gibiydi. Bir şey yapmadan veya bir yere gitmeden önce uğradığı ilk ve son yer hep mutfaktı. Adeta start/finiş düzlüğüydü günlük yaşamının... İçeri girmesiyle gözleri faltaşı gibi açıldı. Zira sabah kırdığı bardağın, toplamaya üşendiği küçük parçalarından biri, küçük ayak parmağına batmıştı. Yataktan heyecanla kalkarken (zira heyecanlanması için bir yıldırım dolusu nedeni vardı) yine terliklerini giymemiş ve şimdilerde ölü olan annesinin, mezarında, adeta birşey ararmış gibi ters dönmesine neden olmuştu. Annesini bu hareketinin ardında müslümanların giysileri, özellikle de terlikleriyle gömülmediği gerçeğini unutması vardı tabii ki… Kendi boyunda birine çattığını sanan küçük cam parçasını, küçük parmağından çıkartırken aklına, onu terliksiz dolaşmaması konusunda uyaran ve şimdilerde mezarında dönüp duran annesi aklına geldi. Zaten ne zaman canı acısa aklına o geliyordu. Kendini Pavlov'un köpekli deneyinde gibi hissetti. Gerçi denek bu sefer yemekle uyarılmıyor, kızgın annesi ile korkutuluyordu. Salgıladığı sıvı ise salya değil göz yaşıydı. Düşüncelerini toplaması bir kaç saniyesini aldı. Buzdolabının arkasındaki duvarda açılmış olan 30 santimlik deliği farketmesiyle birlikte düşünceleri, tekrardan beyin kıvrımlarının etrafında dağıldı. Bunu, ardı ardına kafasında beliren sorular takip etti: "Lanet olsun! Ne oluyor burda! Neden her yerde elektirikler kesilmişken benim evimde kesilmedi? Neden buzdolabının arkasındaki duvarda koca bir delik var? Yıldırım buraya mı düştü yoksa? ..... Dolabın içinden yükselen bir yardım çığlığı mı duyuyorum?" Son soru diğerlerinin pabucunu dama attı. Öylesine aptallaştı ki olap bitenler karşısında hissettiği şaşkınlık ve korkuyu bir an için unutup, buzdolabının kapağına uzandı. Açtı... Yüzüne vuran soğuk dalgasıyla iyice afalladı. BUZ dolabı daha önce hiç olmadığı kadar adını hakkediyordu. Ardından, az önce duyduğu yardım çağrısını tekrar duydu; "Heeey! Çıkarın beni burdan! Donuyoruuum!" Sesin, meyvelikteki tek varlık olan elmadan geldiğine yemin edebilirdi. Yani yanında, ikna etmesi gereken biri olsaydı. Uzandı ve deliliğinin ilk meyvesi olduğunu düşündüğü elmayı aldı. Ardından elmadan gelen sesi tekrar duydu; "Hey! Kim o? Kimdir soğuk cehennemimden kurtaran beni? Beni tutan sıcak dost elin sahibi kim?" Adamın duyduğu bu "Şekspirane" sözler ona göre, aniden başlayan zihinsel bozukluğunun kanıtıydı. "Newton olsa ne düşünürdü?" dedi içinden... Ardından, durumun tuhaflığı karşısında kimsenin mantıklı bir sonuca (delilik dışında) varamayacağına karar vererek devam etti; "Sanırım konuşan bir elma bulmak, bir elma sayesinde yerçekimini bulmaktan daha zor hazmedilecek bir şey... Acaba delirdim mi? Ama bunun için GEÇERLİ bir nedenim yok. Gerçi yaşamak için geçerli bir nedenimin olmamasına rağmen yaşıyorum. Belki de aklımı kaybetmemin de bir nedeni yoktur." Konuşan elmayla birlikte (tabi bu “Konuşan elma”nın isim babası, kaçırdığı aklıydı) mutfaktan çıktı. Biraz hava almaya ihtiyacı vardı. Balkondan, şehre baktığında elektiriklerin geldiğini ve yağmurun dindiğini gördü. - "Evet anlat bakalım, senin hikâyen ne?" dedi elmaya... Elma adeta içini döktü; - Aslında senin bana anlatacağını umuyordum. Ben neler olduğunu pek bilmiyorum. Kendimi bildim bileli bir ağaçta sallanıyordum. Ardından birinin beni kopardığını hissettim. Ordan oraya ve elden ele dolaştık, diğer bir sürü elmayla... Belki de türümüzün bir özelliğidir diye düşünüyordum ilk başlarda, bu bitmek bilmeyen yolculukların nedeninin ne olduğu hakkında... Belki de göçmenizdir diyerek. Aynen bahçedeki ağaçlara yuva yapıp, ardından giden kuşlar gibi... Sonunda kendimi çok soğuk ve karanlık bu yerde buldum. Biraz önceye değin o kadar kötü değildi. Sonra o gürültü, tuhaf his ve ardından gelen soğuk... Feciydi... - Demek görebiliyorsun. Karanlığı algıladığına ve bahçedeki kuşlardan bahsettiğine göre... - Bu beslenme biçimimle ilgili. Bilirsin, fotosentez. Hücrelerim ışığa karşı duyarlıdır. Biraz dikkat ve çalışmayla ustalaşabilirsin. - Senin gibi başkaları da var mı? Yani böyle insanlarla konuşan? - Şey... İşin gerçeği ilk kez bir insanla karşılıklı konuşuyorum. Bir keresinde, bizi yetiştirenlerin konuşmalarını duymuş ve kullandıkları böcek ilaçlarının kaşıntı ve depresyona neden olduğu konusunda onları uyarmaya çalışmıştım. Ama ya duymadılar ya da depresif ve kaşınan bir elmadan tavsiye alacak havada değillerdi. - Hımmm. Acaba bu değişim yıldırımdan dolayı mı oldu? - Yıldırım mı? O da ne? "Bir elmaya, yıldırımı nasıl anlatabilirim?" diye düşündü adam... Ardından aklına statik elektirik geldi. Elmayı üstündeki kazağa birkaç kez sürdü. Elma pırıl pırıl olmuştu. Elma, bu tuhaf hisle irkildi; - Hey! Bu da ne? Sanki karıncalandım... Karıncalar sarmış gibiydi aynen... - İşte bu statik elektirik. Yıldırım ise bunun kat be kat fazlası. Karıncalanmadan çok fillenmeye benzer. - Fillenme? - Yani yok edicidir senin anlayacağın. - Oh... Peki. Yaşama ve canlılara pek dost birşey değil gibi... - Evet ama uygun koşullar altında bir elektirik şoku hayat kurtarabilir ya da başlatabilir. Muhtemelen bu gezegende de böyle olmuştur. Bu arada, diğer elma ve bitkiler birbiriyle konuşuyor mu? Eğer öyleyse bu vejateryenler için kötü haber demektir. - Vejateryen? - Sadece bitki yiyenler... - Yani kurtlar, tırtıllar ve diğer böcekler gibi mi? - Aşağı yukarı. Neyse... Ne demiştim? Ah evet! Diğer bitkiler de kendi aralarında konuşur mu? - Bulunduğumuz bahçede tek konuşan biz elmalardık. Etrafta bulunan yüzlerce çeşit bitki ve meyva sessizdi. Bilmem... Belki de iletişimsizliğimizin nedeni dil sorunuydu. - İlginç... Bak ne diyeceğim. Benim çok uykum var. Yaşadıklarımı kafama yerleştirmek için uyumalıyım. Seni şuradaki kapaklı kaba koyacağım. Böylece meyve sinekleri ve kurtlar rahatsız edemez. Kim bilir belki uyku, akıl sağlığıma iyi gelir. Bu sırada, şehre elektirik sağlayan nükleer santralde tuhaf gelişmeler yaşanmaktaydı... - Efendim! Şuna baksanız iyi olacak! - Bu da ne? Göstergelerde arıza mı var? - Hayır efendim. Hepsi normal. - Ama bu imkânsız. Yani şehir, bize nasıl elektirik verebilir? Şehirde benim bilmediğim başka bir nükleer santral mi var? Lanet olsun... - Ne yapacağız efendim? - Şehrin o bölgesine giden elektiriği kes! Görünüşe göre ihtiyacı yok zaten... Ben enerji bakanlığından birilerini arayacağım. 1 trilyon 662 milyar 570 milyon kez olan şey tekrar olmuştu. Yani "ertesi gün"... Kabaca 4,55 milyar yaşında olan ve her yaşı (yılı) 365,25 gün süren gezegenimzin, en iyi yaptığı şey ile bir delinin ve bir mevlevi üstadın yapmakta en iyi olduğu şeyin aynı olması tuhaftı; DÖNMEK! Daha da tuhaf bir düşünce işe "tanrıyı" katınca ortaya çıkıyor. Her zamanki gibi... Evrene bakınca gördüğümüz hemen herşey dönüyor: Gezegenler, uydular, yıldızlar, galaksiler veya küçük olan şeylerden elektronlar vs… Tanrı hariç, bulduğu her şeyi döndürüp sonra bunu seyreden bildiğim diğer zeki varlıkların "otistik" olarak tanımlanması baş döndürücü değil mi? Yoksa tanrı da bir... Daha neler! İsterseniz karşılaştıralım: Bir otistiğin genel özellikleri ve tanrınınkiler ile karşılaştırılması: 1.Her şeyin aynı olmasını istemek, rutin yaşama bağlılık, değişikliklere aşırı tepki vermek: Aslında "değişmezlik" iddası birçok dini kitapta vardır. Bununla övünen bir tane biliyorum. 2. Göz temasının çok olması az ya da hiç olmaması: Tanrıyı gören (peygamberleri dışında, o da hepsi değil) pek kişi yoktur herhalde... 3.Sürekli aynı oyunları oynamak: Ona ne şüphe! 4. Acıya karşı duyarsızlık: Özellikle de yarattığı varlıklarınkine karşı... 5.Yanlız kalmayı tercih etmek: Bu konuda çok yetenekli olduğunu düşünüyorum. 6. Temastan, kucağa alınmaktan ya da sevilmekten hoşlanmamak: Eh! Bunu anlayabilirim. Yani pek uygun bir görüntü olmaz zaten... 7.Objelere gereksiz yere bağlanmak: Kursal metinler, ibadethaneler vs. gibi örnekleri mevcut! 8. Ekolali (Cevap vermek yerine, kendisine söylenenleri aynen tekrar etmek) : Bu daha çok kendinin yaptığı değil de diğerlerine yaptırdığı (din görevlileri veya elçilerine) bir şey... 9.Objeleri kendi etrafında çevirmek: Evrene bakıp da bunu yapmadığını söyleyemeyiz. Her neyse... Hikâyemize geri dönelim. Rodin "Düşünen Adam" heykelini şu anda bulunduğumuz evdeki adam bakarak yapsaydı, salondaki pufa oturmuş, elinde tuttuğu saklama kabındaki elma ile konuşan bir adam figürü ortaya çıkardı. Ve muhtemelen yine de Bakırköy Ruh Ve Sinir Hastalıkları Hastanesi bahçesinde bir kopyası olurdu. Durum geçen günkü ile aynıydı. Adamın hâlâ, konuşan bir elması veya bu semptomlara sahip zihinsel bir bozukluğu vardı. Elma "İyi uyudun mu?" dedi. Adam "Uykuyu biliyorsun demek." diye soruyla yanıtladı. Sanki elmanın söyledikleinde mantık hatası bulursa bu durum sona erecekmiş gibi... - Evet. Bizi yetiştirenlerden biri gölgemizde uyumuştu. Ne olduğunu anlamadık önce... Daha iyi gelişmemiz için kendini feda etti sandı bazılarımız; "İnsan-gübre" misali... Tabii bağlı olduğumuz ağaç, köklerini uzatıp onunla beslenmeye çalışınca gerçek ortaya çıktı. Bayağı telaşlanmıştı bahçedekiler. Hatta uzun süre konuşup tartıştılar bizen biraz uzakta. - Demek ağaç hareket ediyordu... - Pek sayılmaz. Sadece bir kaç ince kökünü oynatabiliyordu. - İlginç bir ağaçmış... Ama meyvesi kadar değil! Olay aslında çok basitti. Bir grup Milli Güvenlik mensubu, terörist denen türün genel ve ayırtedici özelliklerini otaya koyan bir araştırma yaptırdı. Bu özellikler, hayvanların üremesi ve hayatta kalma stratejileri ile ilgili bir konuya dikkatlerini çekti. Hani doğa belgesellerinde gösterilen bir sahne vardır: Kuş yuvasındaki zayıf yavru, güçlü yavru tarafından gagalanarak veya ebeveynlerince aç bırakılarak hatta yenerek öldürülür. İşte bu Milli Güvenlikçiler, biz insanların bunu yapmamamız nedeniyle bugün "terörist" denen insanlarla uğraşmak zorunda kaldıklarına inandılar böylece... Teröristler, yapı itibarıyla yuvadaki zayıf yavruya benziyorlardı. Çok çocuklu ailelenin en az sevilen çocuğu veya tek çocuklu ailelerin en büyük başarısızlığı; Asosyal, iç dünyasına kapalı, beceriksiz, resesif (çekinik) gen sahibi... Kısacası ailenin "kaybetmeye mahkum" (looser) çocuğu... İstatistiklere göre kendini kurtaramayan (genel anlamıyla) bu tür çocuklar, dünyayı veya ait oldukları sınıfı ya da etnik kökeninden olanları kurtarmaya, liderliğe soyunuyordu. Çünkü, ancak kendilerinin lideri olduğu, kurduğu, yönettiği bir ortam, tam onlara göre olurdu. Kendi içinde tutarlı görünen bu çıkarımda bir noktayı gözden kaçırmıştı bu güvenlikçiler. O da hali hazırda bir çok ülke yönetiminin böyle "çalı kılıklı" (ingilizcesi Bushy) insanların elinde olduğu gerçeğiydi. Yani onları durdurmak için biraz geç kalmışlardı. Araştırma sonucunda elde ettikleri bilgi, onları bir proje geliştirmeye yöneltti. NANO TEKNOLOJİ ve GENETİK teknolojisini kullanarak, ailelerin yapamadığını yapıp, toplumu, bu potansiyel preterörist-zayıflardan ayıklayacaklardı. İnsanın "zayıflığını" temsil eden ilk günaha atıfta bulunarak projenin adını "YASAK ELMA" koydular. Büyük bir meyva bahçesinin altına gizlenen laboratuvarda genetik olarak değiştirilmiş ve nano-robotlar ihtiva eden elmalar verecek ağaçlar yetiştirdiler. Öyle ki bu elmalar sadece "resesif" karakterlileri etkileyecekti. Bilinçlerini kontrol altına alıp, onları intihara sürükleyecek bir dizi komut ardından görev tamamlanacaktı. Kim bir looser'in kendini öldürmesinden şüphelenirdi ki? Ayrıca bilim adamları, sadece bu tip insanları etkileyip, elmayı satın almalarını sağlayacak bir "etiket" geliştirdiler. Bir tür hipnotik-dalga (hipno-wave) yayan etiket, yalnızca uygun insanları etkiliyordu. Elma tüketilince nano-robotlar beyne gidip kişiyi zombiye çevirecek değişiklikleri yapacaklardı. Etketin bir diğer özelliği de her ihtimale karşı, etki altına alınan kişinin, yaptığı alışverişe ilişkin hafızasını silmesiydi. Böylece işler ters gitse bile arkada iz kalmayacaktı. Sonuçta projede işler ters gitti. Önce ağaçların kökleri bahçede çalışanlara saldırdı. Ardından insan bilincini etkilemesi gereken elmalar, kendileri "BİLİNÇ" sahibi oldular. Bu beklenmedik sonuç karşısında korkan (daha çok felsefi etkilerinden) Milli Güvenlikçiler projeyi iptal etti. Ağaçların ve elmaların imhasına karar verdiler. İşlerin imha konusunda da ters gitmesi şaşırtıcı değildi. Yetkililer, elmaların; "imha edilmesi gerekenleri halka yediren insanlar" tarafından imha edilmesine karar vermişlerdi farkında olmadan... Ama zaten "sonuçlarını" bilmeden ve genel olarak ne yapıldığının farkında olunmadan gerçekleştirilen bir eylem değil miydi bilim? Bir miktar (tam olarak 42) elma imha görevlilerinden biri tarafından çalınarak, kaliteli ürünleri ucuza sattığını idda eden bir süper markete satıldı. Ki bu tanım bu ürün için doğruydu. Geliştirilmesine milyonlar harcanan ve çoook yetenekli bilimadamlarının uğraşlarıyla ortaya çıkan bu ürün gerçekten ucuza satılıyordu. Bu sırada, yani: Afrika'da bir yerlerdeki bir aslan, tesadüfen ilk insanlara ait fosilleşmiş bir kafatası bulduğu ve bölgesini işaretlemek için kullandığı, Kuzey Kutbu'ndaki yavru bir penguen penguenlik tarihinde ilk kez bir kutup ayısına "anne" diye seslendiği, Amerika Birleşik devletlerindeki bir hayvanat bahçesindeki "shampy" isimli şempanze, bakıcısının cep telefonunu kullanarak 911'i aradığı sırada, hikayenin geçtiği şehre elektirik sağlayan nükleer santralde çalışan mühendis ve bir kaç eğitimli (yani elektiriğin çarpabildiğini bilen ve bunu bildiğini bilen) adamı, sistemden elektirik alacağına sisteme elektirik enerjisi veren bölgenin trafosuna varmışlardı. Çünkü dün gece başlayan bu tuhaf gelişme ile ilgili olarak Enerji Bakanlığı'nı arayan nükleer tesis mühendisine, "Kendiniz halledin!" denmişti. Çünkü bakanlıkta telefonlara bakan müsteşar, aslında sucuk ve pastırma üretmekten anlayan ama bir akrabası yakın bir zamanda enerji bakanı olan biriydi ve dolayısıyla olayın ciddiyetini anlamamıştı. Çünkü olayın sucuk veya pastırmalarla direkt bir ilgisi yoktu ve bu yaşına dek bunlardan başka bir şeyi umursamak (ve hatta anlamak) zorunda kalmamıştı. Ekip, ellerindeki teknik cihazlarla fazladan enerjinin kaynağına doğru ilerlemekteydiler. Sonunda bir gece önce yıldırım düştüğünü öğrendikleri apartmana dek geldiler. İnsanlık tarihinde ilk kez konuşan bir elma ile karşılaşan adam, iyi bir sınav veriyordu. Birkaç saattir hemen hemen her şeyden konuşuyorlardı. Adam; yarattığı canavara veya robota ya da himayesi altına aldığı sevimli uzaylıya, dünya ve insanlık hakkında bilgi veren (vermeye çalışan) kahraman rolünü oynamakta başarılıydı. Ama çene kasları bu kadar uzun süre durmadan çalışmaya alışık değildi. Bu nedenle, dün akşamki olaydan sonra hasar kontrolü yapma bahanesiyle, saklama kabındaki elmayı TV'nin karşısına koyup salondan ayrıldı. İlk uğrak yeri... Durun, söylemeyeceğim! Tahmin edin. Eveeeet! Süre doldu! Mutfak kapısını açtıktan sonra buz dolabının kapısını açık bırakmasının ne gibi ekstrem sonuçları olabileceğini gördü. Mutfak, buzluğa dönmüştü. Buzlu zeminde dikkatlice ilerleyip dolabın kapısını zorlanarak kapattı. Ardından sigortaları kontrol etmek için hole gitti. Sağlamdılar ve yanık belirtisi yoktu. Oysa yıldırımın hasar verdiğini düşünmüştü. Çünkü tüm elektirikli cihazlar birden bire çalışmıştı dün gece... Bu durumun, faturasını etkileyip etkilemeyeceğini anlamak için elektirik sayacına baktı. Baktı... Baka kaldı... Sayacın, neden geriye doğru gittiğini açıklamak için mantıklı bir neden düşündü. Ama "sayacın, zaman ayarlı bomba taklidi yaptığı" şeklinde, mantıksız açıklamalardan başkasını bulamadı. Ya da elektirik kullanmayıp tersine ürettiği gibi... Bu olabilir miydi? Bomba değil, öbürü... Bir şekilde dünkü yıldırım, buzolabını bir tür jenaratöre, pile çevirmiş olabilir miydi? "Bomba taklidi yapan sayaç" açıklamasının şansı kalmış mıydı bu ihtimal karşısında? Fizikle ilgileniyordu. Biraz matematik, biraz kimya, biyoloji (evrim özellikle)... Küçükken ve gençliği boyunca (ki bu iki devir halen toplam yaşamının büyük bölümünü kapsıyordu) müptelası olduğu bilimkurgu edebiyatı (içinde gerçek bilim olan, Star Wars değil) ve izlediği filmlerin ayrıca Mc Gayver dizisinin etkisiyle bu konularda temel şeyleri öğrenmişti. Gerçi sosyal hayat ve genel olarak varoluştan kopuktu ama bu, kopuk olduğu şey hakkında bir şeyler öğrenmesine engel değildi. Eğer Smashing Pumpkins'in şarkısındaki gibi kafesteki fare ise en azında bunun nasıl bir kafes olduğunu anlaması felsefi açıdan önemliydi. Devirdaim motoru, termo dinamik yasaları, ısıl enerji, tersine entropi, enerjinin korunumu gibi kavramlar beyin kıvrımlarında kayak yapmaya başladığı sırada kapı çaldı. Nükleer enerji tesisinden gelen ekip, sonunda anomalinin kaynağına ulaşmıştı. Bu sırada yakınlardaki bir süpermarkette... Gözlerindeki "şüpheci" bakışlarla etrafı süzüyordu. Ne zaman halka açık bir yere gitse, buranın "teröristlere" de açık olduğu düşüncesi benliğini sarardı... Buna bir de son projelerinde yaşadıkları başarısızlık eklenince "milli güvenliği sağlamak" ütopik bir hayal halini almıştı. Amaçladığı şeyin, asla gerçekleşmeyecek bir ütopya olduğunu anlayan herkes gibi kendini "pazara" açtı. Süper Market, içinde herşeyi barındıran (“süper” olduğu için kriptonit hariç) devasa bir ön-çöplüğe benziyordu. İnsanlar buradakileri satın alıyor ve dikkatli bir ayıklama süreci (tüketim diyenler de var) sonrasında saf halde "çöp" elde ediyorlardı. Bu çok önemli bir şeydi. Yani öyle olmalıydı. Zira bir şeyin önemini, sadece niteliği değil bununla birlikte "niceliği" belirlerdi ki insanlığın en çok ürettiği şey olan "çöp" nicelik ölçütü bakımından "önemli" sınıfına giriyordu.Belki bir işe yaramıyorlardı. Ama evrenin de işe yaramayan "ısıl enerji" çöplüğüne evrimleştiğini düşünürsek aslında bu, büyük dönüşümün küçük çaptaki (insanlık ölçeğindeki) pilot uygulamasıydı. "Bir insan, aynı anda hem tedirgin hem de sıkıntılı olabilir mi?" sorusunun ete kemiğe bürünmüş, olumlu yanıtı gibi reyonlar arasında yürüyen "Milli Güvenlikçi" meyva reyonunun önünde durdu. Dünyanın dört bir yanından gelmiş, rengarenk, farklı tad ve aromalardaki meyvalar göze güzel gelen bir kompozüsyon oluşturuyordu. Güvenlikçi, yılların alışkanlığı ile kompozüsyonun güzelliğine "sızan" çürük meyvalara odaklandı. Diğerleri kadar iyi (parlak vs.) olmayan bir iki meyva gördü. "Eee hepsini yanyana koyarsanız böyle olur!" diye geçirdi içinden. Sonra... Tanıdık bir şey (ses, koku, görüntü vs.) algılayanlarda gözlenen neredeyse evrensel "donup kalma" anlarından birini yaşadı. Bir kasa kırmızı elmaya kilitlendi bakışları. Ve etiketlerine... İnanamadı. "Bunların yok edilmiş olmaları gerekiyordu!" diye düşündü. Ama "olması gereken" ile "olan" arasındaki fark değil miydi Dünya'yı macera (!) dolu bir yer yapan? Ya da hiç varolmaması gereken bir evrende, gerçekten de "olması" gereken ne olabilirdi ki... Ünlü ressam "herşey olması gerektiği gibidir" derken espiri mi yapıyordu? Elbette! Herşey olmaması gerektiği gibidir. Evrenin ilk ortaya çıktığı (patladığı) andan beri devam eden Kaostan -> Dengeye geçiş süreci devam ededursun, Milli Güvenlikçinin kafasındaki düşünce-kaosu azalmaktaydı. Yılların verdiği tecrübe ile (Ki bu yıllar, içinde; paranoya, muhafazakârlık, milyonlarca ölü beyin hücresi, hayal kırıklıkları vs. olan bir tür İsviçre çakısıydı ve şu an kullanılan fonksiyonu tecrübeydi) ne yapması gerektiğine karar verdi. Tüm kasayı satın aldı ve depo görevlilerinden "başka olmadığını" öğrendi. Aracına atladığı gibi teşkilatın merkez binasına gazladı. Birkaç saat sonra durum anlaşılmıştı. Sadece 1 elma kayıptı. Kendine bir kasa elma ayıran imha görevlisinin, imha ettiği şeylerin neler hisettiğini anlaması sağlandıktan sonra, başlarında en tecrübelileri ve iptal edilen projeyi ilk ortaya atan Milli Güvenlikçi olan 4 ajan, kayıp elmanın izini sürmeye başladılar. Böyle bir duruma karşı bir takip mekanizması eklenmişti elmalara... Sapı, anten görevi gören meyva özel bir sinyal gönderiyordu. Ama sinyal pek güçlü değildi ve belirli bir noktadan ziyade bir alan bilgisi ulaşıyordu güvenlikçilerin tarama cihazlarına. Dolayısıyla bulma şansını arttırmak için ayrıldılar. Bu sırada kapısı az önce çalınan evde... Adam, gözetleme deliğinden baktı. Bilimsel kimliklerini, moda anlayışlarıyla harmanlamış 3 kişi vardı dışarda... İkisi teknik alet ve cihazlarla donanmıştı. Uzun boylu olanları ise takımın "beyni" olmalıydı. Kapısını çalan 3 bilimadamı... Acaba tüm hayatının bir tür bilimsel deney olduğunu ve (iki gündür yaşananları da açıklayacak bir şekilde) "kafayı yediği" için deneyin sona erdirildiğini açıklamaya mı gelmişlerdi? Ama ellerindeki aletler bir psikoloğun kullanacağı türden şeyler değildi. Daha çok elektronik ile ilgili gibiydiler. Gerçi "şok" tedavisi diye bir opsiyon psikolojide de vardı ama tüm bunlara da zaten büyük bir elektrik şoku (alzeimerli okuyucalara hatırlatma; hani yıldırım düşmüştü ya) neden olmamış mıydı? Tabii bu, yaşamı başlatan ilk yıldırıma değin ilerletilebilinecek bir açıklamaydı aynı zamanda... Genelde doktorların "çivi çiviyi söker" temalı tedavilere pek itibar etmediğini hatırladı. Şoku başka bir şokla tedavi edemeyeceklerini bilirdi doktorlar... Otuz yıldır sigara içen akciğer kanseri hastalarına "içmeye devam et" demelerinde ise daha pesimist bir hava vardı. Çekinerek kapıyı açtı. Nükleer Santral Mühendisi, çekinilerek kapı açılmasına alışıktı. Buna alışkın olmasının 2 nedeni vardı. İlki, üniversitede okurken eğitim masraflarını karşılamak için güvenlik görevlisi (bir tür kapıcı) olarak çalıştığı binanın kapısında "ÇEKİN" yazması ve buna ek olarak tuhaf bir tesadüf, gelenlerin "CHECK İN" denen şeyden yapmak istemesiydi. İkincisi ise, dış görünümünün (uzun boy ve büyük kafa) ona kapı açanların zihninde belirmesine neden olduğu "Kim bu kapımı çalan uzun boylu ve koca kafalı şüpheli şahıs?" düşüncesine yabancı olmayışıydı. Kapıyı açan adam ve mühendis bir kaç saniye bakıştılar. Sanki birbirlerinin düşündüklerini anlıyor gibiydiler. Mühendis; "Dün olanlarla ilgili geldik." dedi. Adam: - Biliyorum. Yıldırım düşmesi ve elektirik sayacımın, gerisayım sayacına dönüşmesiyle ilgili heralde... diye onayladı. Mühendis, "O halde içeri girebilir miyiz?" şeklinde nazik bir soruyla karşılık verdi. O anda adamımızın aklına oturma odasında TV seyreden elma geldi. Eğer tüm bu garipliklerin bilimsel bir açıklaması varsa, yani delirmemişse, elmayı kendine saklamayı düşündü. En azından onu ortaya çıkarak kişi olmak istedi. Bu yüzden "Tabi girin ama bir saniye izin verin." dedi bilimsel ekibe... İçeri girdi ve saklama kabındaki elmayı kapıp ilk aklına gelen yere, mutfağa götürdü ve Kutuplar'dan tek eksiği penguen kolonileri olan bu cihazdaki kapağı olan yegane yere, buzdolabının derin dondurucusuna attı. İçeri buyur edilen bilimsel ekip, genel bir kontrolden sonra yıldırım düşen dolabı incelemeye başladılar. İnanılmaz bir şekilde ve miktarda "enerji" üretiyordu ilk verilere göre... Hatta yaşadığımız çağa (Bilgi, Atom, Petrol gibi birçok ismi olan çağa) yeni bir isim daha verilmesini gerektirecek bir buluş olabilirdi bu; BUZDOLABI ÇAĞI İronik bir şekilde ürettiği temiz enerji ile küresel ısınmayı ve iklim değişimini durdurup, Kuzey Ülkeleri'nin BUZUL ÇAĞINA girmesini engelleyebilecek bir buluş olma potansiyeli de vardı. Buzul Çağı'na karşı Buzdolabı Çağı... Yanlarında getirdikleri aletlerle birkaç ölçüm daha yaptıktan sonra bilimsel ekibin lideri olan mühendis; "Onu tesise götümeli ve ayrıntılı testlere tabii tutmalıyız. Gerekli merciilere bilgi vermeden önce... Acele etmemeli ve bir yanlış anlaşılmaya veya hataya yer bırakmamalıyız. Yani ilk araştırmalar bitene kadar bu olay gizli kalmalı!" diyerek yapılacakları ortaya koydu. Dolabın sahibi (ve içindeki elmanın) "Ben de sizinle gelmek istiyorum." diye ısrar etti. Zorluk çıkaracağını düşünerek - ki zorluk, beraberinde gürültü de çıkarır- kabul ettiler. Aynı sırada yakınlardaki bir caddede seyreden araçta... - Yer değiştiriyor! Sinyal alanı değişiyor. Hareket halinde olmalı... HAVVA 1 den tüm ekiplere! Hedef hareket halinde! Tekrar ediyorum; Hedef hareket ediyor! Milli güvenlikçi, uyarıyı yaptıktan sonra zayıflayan sinyalin kapsama alanından tamamen çıkmamasını umarak gaza yüklendi. Yarım saat sonra kasasında buz dolabı olan araç, Nükleer Enerji Tesisine varmıştı. Kargo, dikkatlice içeriye taşındı ve nasıl çalıştığının anlaşılması için fişi en yakındaki prize takıldı. Konuyla ilgili herkes makinenin başında toplanmıştı. Nükleer Santral Mühendisi düşüncelerini ilk dillendiren oldu: - Eğer bu, düşündüğümüz şey ise "enerji savaşları" son bulacak! Enerji tüketiminin çevreye verdiği zarar azalacak.... Nükleerci kadar optimist olmayan adam, kendi düşüncelerini açıklama ihtiyacı hissederek lafa girdi. -Enerji kıtken ortaya çıkan sorunları aşarız ama bu sefer de enerjinin bol olduğu durumun yarattığı sorunlarla yüzleşmemiz gerekir. Mesela savurganlıkla... Bir şeyin değerini miktarı belirliyorsa "sınırsızlık" değersizlikle eş anlamlı olabilir. Onlar tartışa dursun biz de bu kısa aradan faydalanıp dünkü yıldırım çarpması sırasında buzdolabında neler olduğunu (ve içindeki elmaya) gözden geçirelim. Genetik olarak değiştirilmiş ve nano-teknoloji ile yeniden yapılandırılmış elma, sakince dolapta otururken, dolabın kapısı aniden açılır. Adamımız kutu kolasını alır. O sırada dolaba giren nemli hava, elmanın üzerinde su damlacıkları oluşturur. Elmanın yüzeyindeki nano ölçüdeki bir yarıktan içeri giren bu su, elmadaki (her elmada bulunan) mineral tuzları, genetik kod ve diğer hiçbir elmada olmayan nano partiküllerle birleşerek yarıktan dışarı akmaya başlar. Bu tuhaf karışım artık, dolabın iç yüzeyindedir. Bildiğiniz gibi buzdolaplarının soğutma prensibi; sıvı halden gaz hale hızla geçen ve bunu yaparken de ısı soğuran bir maddenin, borular içinde, kompresör vasıtasıyla dolaştırılması şeklinde açıklanabilinir. Bunun için çeşitli kimyasallar kullanılır ki Sodyum Nitrat da bunlardan biridir. İşte elmadan süzülen ve tuhaf bir çorbayı andıran sıvı dolabın içindeyken düşen yıldırım, bu maddenin soğutma sistemine girmesine yolaçınca, ortaya; her tür enerjiyi (ısıl enerji, ısı enerjisi, ışık ve içinde "ı" harfi olmayan diğerlerini) elektirik enerjisine çeviren, hem de bunu, kullandığı enerjiden fazlasını üreterek yapan bir makine çıkar. Aslında bundan da fazlası olur.... Şey... Tartışma bitti. Nükleer tesise geri dönelim. Diğer 3 ajan sinyali kaybetmiştir. Ama dördüncü Milli Güvenlikçi sinyali takip ederek tesise ulaşmıştı. Günü kurtaran tek kişi olmak için diğerlerine de haber vermemişti. Yaratılmasına karar verdiği elmaları bulmayı umduğu son yer, bir nükleer Tesisi idi. Acaba elma, yapması gerekenin (teröristleri yok etmek) tam tersini yapmış ve onu satınalan adamı, bir nükleer terör saldırısı yapmaya mı şartlandırmıştı? Yoksa elma değil bir terörist mi yaratmışlardı? Aklına en kötüsünü getirdi, alışıldığı üzere... Buna izin veremezdi. Kapıdaki görevliye kimliğini açıkladı ve ana binaya doğru aracını sürerken, silahını da kabzasından çıkardı. Tesisin kontrol odasında... Adam, buzluktaki elmayı düşünüyordu. Acaba ondan bahsetmeli miydi? Elma nasıldı? Bir elmanın donarak ölmesi mümkün müydü yoksa içeriğindeki şeker, antifriz görevi görür müydü? Bu sırada mühendis, adama dönerek, az önce bittiğini sandığımız tartışmanın bitmediğini göstererek konuşmaya kaldığı yerden devam etti: - Bu keşfi herkesle paylaşamayız! Bu teknoloji yayılmamalı. Yanlış ellere geçebilir... Adam, duyduğu şeylerden hoşlanmamış bir ifadeyle: -Ama tüm dünya ile paylaşacaktık hani? Dünya'nın enerji ihtiyacını karşılayacak bu buluş enerji savaşlarını bitirecekti hani? - Öyle tabii... Fakat tek elden kontrol edilmeli. Teknolojiyi değil, o teknolojiyle üretilen "ürünü" satmalıyız! - Satmak mı? - Yani elbette bir karşılığı olmalı. Sınırsız enerjinin de bir maliyeti olacaktır. Dolayısıyla kâr etmeliyiz. - Bence şimdiden filmlerdeki; başta iyi niyetli olan ama sonra sapıtan, güç delisi karakterler gibi konuşuyorsun. Nükleer enerjiyi hatırlatırım sana... Senin uzmanlığın. O da ilk başta enerji sorununu çözecek buluş olarak lanse edildi. Bir çok ülkeye yayıldı. Ama sonra "yanlış eller" kavramı yine kendini gösterdi. Oysa birbirinden nefret eden iki ülkenin elinde, dünyayı defalarca kez yok edecek silahlara dönüştüğünde bile, heralde "doğru ellerde" olduğu için hala buradayız. Bir nükleer tesisteyiz. Sence bu bilgiyi paylaşmakta da bir sorun var mıydı? - ... - KİMSE KIMILDAMASIN! ELMA NERDE? Bazen çok ciddi bir ortamda meydana gelen alakasız bir olay, tüm ciddiyeti ve konsantrasyonu yok edebilir. Mesela garip (belki kokulu) bir ses veya anlamsız (ya da öyle olduğu sanılan) bir soru... O an tesisin kontrol odasındaki durum aynen böyleydi. Mühendisin yardımcıları bazı ekipmanları getirmek için az önce odadan ayrılmışlardı. Şimdi içerde 3 kişi vardı. Tabii "kişi" den kastınız insan denen canlı türü ile sınırlıysa... Aniden odaya giren ve garip bir soru ile birlikte yüzlerine bir de silah yönelten Milli Güvenlikçi'ye öylece bakakaldılar. Ardından adamımız, sorulan sorunun "elma" ile ilgili olmasından çağrışım yaparak olup bitenlerle ilgili çıkarımlarda bulunmaya başladı. İlk olarak, silah tutan yabancı tarafından sorulan sorunun cevabını bildiğini farketti. Milli güvenlikçi ise o sırada, radyoaktif felakete dönüşecek bir terörist saldırısını engelleyecek tek kişi konumunda olduğunu düşünüyordu. Silahını sırayla ve belirsiz aralıklarla odadakilerin yüzlerine tutuyordu. İçlerinden birinin daha az "dehşete kapıldığını" farkedince, sorusunu bir kez de ona yönelerek tekrarladı. - Elma nerde? Ne kadarını yedin? Seni ele geçirmesi için yemiş olmalısın. Ama hala sinyal dönderdiğine göre hepsini değil. Nükleer mühendisin o anki zihinsel durumunu kelimelerle değil, bir rock konserinde şanssızlık eseri Ozzy Osbourne'un eline düşmüş ve üzerine doğru hızla gelen elektro gitara (yani göreceği son şeye) dehşet ve şaşkınlıkla bakan bir tavşanın fotoğrafı ile anlatmak daha kolay olacaktır. Olup biteni anlama kararlılığında olan adamımız ise ayrıntıları öğrenmek için blöf yaptı ve "Demek doğruymuş!" dedi. Güvenlikçi yemi yuttu. -Elbette doğruydu! Yani yapmaya çalıştığımız şey... Tüm teröristler, bu zihin kontrol elmalarıyla yok olacaktı. Fakat hesaplayamadığımız şeyler oldu... Hem sen bizi yargılayamazsın! Biz bu ülkenin güvenliği için yaşarız. Bu cevap, adamın kafasında, neler olduğuna ilişkin bir resim oluşturmuştu. Filmlerden aşina olduğu konu, yani "kontrolden çıkan bir deney" vardı işin içinde... Gerçi olayın "buzdolabı" kısmı hala karanlıktı. Belki de sadece tesadüftü. Yani elma ve dolabın bir araya gelmesi... Eğer bir tanrı varsa ona "tesadüf tanrısı" demeliydik aslında... Zira en çok yarattığı şey bu... Adamı, bu kısa süreli felsefi düşünce sekansından çıkartan şey, bir el silah sesi oldu. Milli güvenlikçi ciddi olduğunu göstermek için bir el ateş etti az ilerde duran dosya dolabına... O an, birkaç yıl öncesinden gelen bir kehanetin gerçekleştiği andı. Zira tesisi inşaa edenlerden biri, ana bilgisayarın dosya dolabına benzediğini düşünerek "Umarım dosya dolabı zannedip, ona yapılmaması gereken bir şey yapmazlar!" demişti. Çünkü tüm tesis bu yapay zekâ modülüne (dosya dolabı görünümlü şeye) bağlıydı ve ona zekâsını verenler, üzerine ateş edildiğinde yapması gerekenler ile ilgili bir program yüklememişlerdi. Birden alarmlar çalmaya başladı. Zaten alarmlar hep "birden" çalmaya başlarlar ve "alıştıra-alıştıra çalan alarm" biz insanoğularının teknolojik birikimi ve hayal gücünün ötesinde bir olgudur. Milli güvenlikçi, terör saldırısının başladığını sandı ve adam ile işbirlikçisi mühendisi öldürmek için silahını onlara yönetti. Evet, belki görevini (saldırıyı engellemeyi) başaramamıştı ama en azından bu iki teröristin, kendisinden ve radyoaktif serpintiden etkilenecek milyonlarca insandan daha az yaşamasını sağlamak da bir tür "küçük zafer" olabilirdi. Her ne kadar radyoaktif serpintiyle ölmek, silahla vurulmaya tercih edilebilinir bir ölüm şekli sayılmasa da... Sonuçta yapması gerekeni biliyordu. Tüm kariyeri boyunca uyguladığı, bunun için eğitildiği şeyi yaptı ve kontrolü "paranoyalarına" bırakıp, tetikte duran parmağını hareket ettirmek için gereken sinyali, sinir sistemi vasıtası ile yolladı. Alışılmadık bir durum vardı. Normalde bunu yaptığında (yani tetiği çekince) bir gürültü çıkması gerekirken, o an çıkmamıştı. Gerçi bir aydınlık olmuştu ama bu da barutun yanarken çıkardığı alevinkine benzemiyordu. Daha sonra bunun nedenini anladı. Çünkü tetiği çekememişti. Bu nasıl olurdu? Beyni, gereken sinyali göndermişti. Buna emindi. Biraz daha zaman geçince şaşırtıcı gerçeği farketti. Tüm vücudu donmuştu. Ve bu, gün boyunca doğru şekilde farkettiği ilk şeydi. Bir-iki saniye içinde yaşanan olayların, Milli Güvenlikçi'nin bakış açısıyla gelişimi bu şekilde olmuştu. Odadaki diğer kişiler ise buzdolabının kapısının (ve tabi ki ışığının) aniden açıldığına ve silahını ateşlemek üzere olan güvenlikçinin olduğu yerde donduğuna şahit oldular. Aşırı soğuğun neden olduğu buhar dağılınca, buzluktaki elma göründü ve az önceki başarısından dolayı, buzdolabını tebrik etti: -İyi iş başardın. Tam zamanında! Arkasındaki ince soğutma borularından oluşan ızgarayı ses telleri gibi kullanan buzdolabı, duyabilinecek en metalik sesle karşılık verdi: - Buna sevindim! Mühendisin o anki düşünceleri ve hislerini anlatacak en iyi şey; Ozzy Osbourne'un gitarında mucizevi bir şekilde kurtulan ama bu sefer de uzaylılar tarafından kaçırılıp, etobur dev havuçların yaşadığı bir gezegene götürülen tavşanın fotoğrafı olabilirdi. Takip eden sırayla: tüm fizik bilgisini altüst eden şeyler yapan bir beyaz ev eşyası, patlamak üzere olan bir nükleer reaktör, saniyeler içine donan bir milli güvenlikçi, konuşan elma ve buzdolabı gören bir nükleer nühendisin zihinsel durumunu ancak bu örnekle açıklayabilirdiniz. Adamımızın şaşkınlığı ise bundan biraz daha (yaklaşık bir konuşan elma miktarında) az idi. Zira konuşan elma kısmını daha önceden atlatmıştı. Buzdolabına dönerek; -Sen... Sen de mi konuşuyorsun? dedi... - Şey.. Evet! Dünden beri... Sanırım. - Neden hiçbir şey söylemedin? - Bilmem. Sanırım sürekli "çok gürültülü çalıştığımdan" yakındığını hatırladığım için... Biliyorsun ki suyun ve tabii ki buzun hafızası vardır. Neyse... Az önce elma bana bildiklerini anlattı. Buzluğa girip donmaya başlayınca buz kristalleri vasıtasıyla bir bağ kurduk. Odada olup biteni izlerken, silahlı adamı durdurmaya karar verdik. Adamın dikkatini elma çekti bu sırada... - Elma! Sen iyi misin? Umarım donmak sana zarar vermemiştir. - Aslına bakarsan benim için endişe etmene gerek kalmadı. Zaten çürümeye başlamıştım. Bildiğin gibi biz elmalar, sizin tersinize çürüyerek ölürüz, öldükten sonra çürümeyiz. Donmanın etkisi geçici olarak bunu yavaşlattı ama bu sefer de hücrelerimde oluşan buz kıristalleri çok fazla zarar verdi bana... - Ama... Kurtulacaksın değil mi? Bir yolu vardır mutlaka... Burdan çıkmalıyız. Tesis patlayacak! Sonra seninle ilgileniriz. Buzdolabı çekinerek lafa karışı; - Eee... Ben sisteme bağlandım. Çekirdek erimesi başlamış. Bunu durduramam ama yeterince anti-madde üretebilirsem, reaktörün patlarken ortaya çıkartacağı radyoaktif enerjiyi ve partikülleri zarasız hale getirip "saf enerji" şekline dönüştürebilirim. Tabii tesis yine de yok olacak. Ama güzel bir krater bırakacak ardında... Ve siz şimdi kaçarsanız kurtulabilirsiniz. Elma, kalan gücüyle adamı uyarır: - Hadi! Çıkın burdan! Uzaklaşabildiğiniz kadar uzaklaşın. Gerisini biz hallederiz. "Lanet olsun!" dedi adam. -Bu kadar elma sevdiğimi... Yani bir elmayı bu kadar sevebileceğimi hiç bilmezdim. Senle iyi dost olduk. Hem konuşacak o kadar çok şey var ki... Yok olmanı istemiyorum. Elma, adamı teskin etti; - Yok olacağımı kim söyledi? Merak etme. Bir şey olacaksa olacaktır. Ve emin ol, birazdan olacaklar “yok” sıfatını hakketmiyor. Zaten hiçbir şey gerçekte "yok" olmaz. Şimdi git. Dondurduğumuz insanı da unutma... Adam, mühendis ve adeta "düşünmeyen adam" heykeli olan Milli güvenlikçi, içindeki telsizden sürekli "HAVVA 1 DURUMUNU BİLDİR!" lafı duyulan arabaya binip, tesisten yarım kilometre kadar uzaklaşmışlardı ki muazzam bir enerji sütunu göğe yükseldi. Ardında, aynen buzdolabının dediği gibi camlaşmış yüzeyiyle, güzel bir krater bırakarak... Ortaya çıkan yüksek ısıl enerji, güvenlikçinin buzlarını eritti ve çok hızlı donduğu için organları zarar görmeyen zavallıyı hayata döndüren şey, öldürmek üzere olduğu adamımızın hayat öpücüğü oldu. Tramvatik günün ardından mühendis, şaşırmaktan yorulmuş ve baygın halde yatıyordu. Bu sırada, yani; bir grup bilimadamı Afrika'da ilk insanlara ait fosilleşmiş bir kafatası bulmuşken bölgesini korumaya çalışan bir aslan tarafından saldırıya uğradığı, Kuzey Kutbu'nda yaşayan bir Eskimo, evlat edindiği pengueni emzirmeye çalışan bir kutup ayısı gördüğü, ABD'deki bir mahkeme "Shympy" isimli şempanzeyi "cep telefonu gaspından "yargılanacak kadar zeki bulduğu sırada, tüm bu tuhaf gelişmelerden habersiz kendi garip gelişmelerinin şokundan kurtulmaya çalışan üç adamın birkaç milyon kilometre uzağında ilerleyen enerji sütununda, onu dinleyene çok ilginç gelebilecek bir konuşma sürüyordu: - Vay be! Bilinci, saf enerji ile birleştirdik sanırım. Artık elma değilim ve kendimi harika hissediyorum. Ya sen? Hala buzdolabı gibi mi hissediyorsun? - İronik... Beni hayata getiren şey bir yıldırımdı. Başlayan hayat, sonunda kendi varlığının özbilincine vardı. Şimdi ise bilincim, onu bu günlere getiren "bedenden" ayrılıp saf enerjiyle bütünleşti. Kim bilir belki bu enerji de bir başka yerdeki "ilk canlıya" hayat verecek yıldırım olacak... - Ben farklı bir ironiyi farkettim. Dün TV izlerken, NEWTON adlı bir adamın, yerçekimini ve daha birçok şeyi, kafasına düşen bir akrabam sayesinde farkettiğini ve insanlığa sunduğunu anlatıyorlardı. - Sence bu seyahatimiz ne kadar sürecek? - Entropiye bağlı... Isıl enerjiye dönüşene dek her halde. Neden sordun? - Sıkılırsak diye... Konuşabileceğimiz çok konu var ama onlar ya da konuşma arzumuz bittiğinde ne yapacağız? - Bilmem. Herhalde senin dediğin gibi bir gezegen bulur ve orada yaşamı başlatırız. Çünkü entropiye karşı verilen en epik ve lirik mücadele yaşamın ta kendisi… - Pekala. Eee sıradaki konu ne? - Yasak elmayı yediği için, evrende ebedi şaşkınlığa ve dehşete mahkûm olan tavşan ile arkadaşları aslan, penguen, kutup ayısı ve şempanzenin hikâyesini duymuş muydun? - Şempanze mi? Bir şempanze biliyorum. Adı neydi? Shympy idi galiba... -... -... THE END
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer kırat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |