Yaşam hoştur, ölüm rahat ve huzurludur. Zor olan geçiştir. -Asimov |
|
||||||||||
|
Küçük kasabalarda yaşayan insanlar dönüp dolaşıp sürekli aynı mekânlara takılırlar. Bu mekânlarla oranın müdavimleri, zamanla ortak bir kimlik kazanır. Tabelası olmasa bile zaman içinde aynı mekânlarda ortak bir anlayış, ortak bir düşünce etrafında öbekleşmiş alt kimlikler oluştururlar. Dernek gibi algılanan mekân-grup kimliği ile davranır ve birbirlerine sahip çıkarlar. Büyük kentlere gelip orada bir araya toplaşan “Tıngır ve Yöresi Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” tarzında sosyal oluşumlar yaratırlar. Küçük yerlerde, özellikle erkeklerin her gün kurulmuş saat gibi alışkanlık haline gelmiş ve neredeyse değişmeyen bir rota izleyerek gerçekleştirdiği çarşı turları vardır. Örneğin ben, evden çıkınca önce sokağın başındaki Cengiz’in bakkalına takılırım. Bana otomatik olarak tabureyi uzatır ve kasanın arkasındaki rafların önüne otururum. Mevsim kışsa ve havalar soğumuşsa, masanın altında sürekli yanan bir elektrik sobası vardır. Bir yandan ayaklarımızı ısıtırken, bir yandan da mahallede olup biteni konuşuruz. Bu ziyareti olan bitenden haberdar olmak, günlük mahalli haberlere ulaşmak açısından vazgeçilmez bulurum. İkinci durak Mesut’un fırınıdır. Mesut simit, açma, poğaça da pişirdiği için her sabah bana birlikte kahvaltı etmeyi teklif eder. Her sabah değil ama haftada bir-iki kez ona hayır diyemem. Tahta kürekle su dolu çaydanlığı kızgın fırının içine gönderir. Çaydanlık fokurdayınca içine bir tutam çay atar. Ekmek mayalarını sakladığı dolaptan poğaçaların yanına peynir, zeytin, hatta reçel bile çıkarır. Bir yandan ekonomi, siyaset, vatan, millet, Sakarya konuşur, bir yandan kahvaltımızı yaparız. Mesut hep mühim konuları sever. Onunla ucuz mahalle dedikoduları ve karı-kız muhabbeti konuşmayız. Berber Reşat’a uğramadan geçersem bana darılır. Her uğradığımda da kahveci çırağı gibi bana uzun bir içecek listesi sayar. Mutlaka bir şey içmem için de ısrar eder. Eğer fırında kahvaltı etmişsem kahve, etmemişsem Reşat’ın çayını içerim. Çay keyfi yaparken de beni kesinlikle rahat bırakmaz. Yanağımdaki veya kulağımdaki tüyleri alır. Hatta eline tarağı makası alır, ensemi toparlamaya çalışır. Berber dükkânlarının çoğu gibi onun dükkânının adı da Kırık Tarak’tır. Berber dükkânı Bekir’in Kahvesi’ne varmadan önce takıldığım son duraktır. Berber, fırıncı, bakkal ve arada sırada uğradığım yorgancı ile aynı sokakta birlikte büyüdük, aynı okula gittik ve çocukluğumuzdan beri iyi arkadaşız. Bazen kahvede dört-beş parti batak oynadıktan sonra Abdullah Reis’in balık tezgâhına da uğrarım. Akşam üzeri denizden dönen alamanalar tezgâha çeşit çeşit taze balık gönderir. Tersane ve balık tezgâhları ana baba günü olur. Bir yandan balıklar tartılırken bir yandan da isteyenin balığı temizlenip dilimlenir. Reis’in tezgâhı akşam üzeri bayram yerine döner. Seyrine doyum olmaz. O telaşı ve canlılığı solumak, akşamı içime çekmek için gün biterken Abdullah Reis’in yanına uğramadan edemem. Bekir’in Kahvesi gün içinde en çok zaman harcadığımız, önemli bir mekândır. Sıradan bir mahalle kahvesidir. Kocaman paslanmaz çelik bir kazan, üzerinde boy boy dizilmiş üç çaydanlık, yuvarlak siyah demirden ortaları kadife döşemeli sandalyeler, gürgen kaplama sunta masalar, kocaman bir Atatürk posteri, gazetelerin ek olarak verdiği dergi ve kitapların konduğu, hiç kimsenin elini bile sürmediği sözde kitaplık, şelâleli ve karlı dağ manzaralı kocaman bir duvar fotoğrafı, bir-iki yakın esnaf arkadaşının bastırıp dağıttığı, oraya buraya rasgele çivilenmiş birkaç takvim, rengi sigara dumanından iyice sararmış perdeler ve renkli mozaik taban, kahvenin tam ortasında kovalı kocaman bir soba ve teneke kaplanmış altlığı... Tam bir mahalle kahvesi işte, ne olsun? Beş yıldızlı otel lobisi gibi olacak değil ya... Bütün anlattıklarım içinde kahrımızı en çok Mavra Şenol’un Meyhanesi çeker. Mavra Meyhanesi sahilde, iskelenin karşısındadır. Meyhanenin önünde birkaç ağaç akasya ve belediyenin kırmızı tuğlalar döşediği sahil yolu vardır. Yazın müşteriler kapı önüne, akasyaların arasına ve yan taraftaki küçük bahçeye taşar. Bazı geceler dalgalar iskeleyi aşar, sahildeki iri çakılları yollara atar, sular neredeyse meydana ulaşmaya çalışır. Kış gelince dalgaların muhteşem görüntüsü ve yerleri tırmalayan korkunç çığlıkları arasında demleniriz. Yazın tatilciler, eş dost, akraba ziyaretine gelenlerle, yolu sahile düşenlerle meyhanedeki yüzler değişir ve masalar kalabalıklaşır. Ağustos sonunda yağmurlar başlayınca yavaş yavaş bütün yabancılar gider. Ekim sonuna doğru, her sonbahar ve her kış yine biz bize kalırız. Mavra Meyhanesi, mutfak ve müşterilerin oturduğu orta boy bir salonla iki bölümden oluşur. Mekân masa, sandalye ve meyhanenin ortasındaki kovalı soba ile Bekir’in kahvesine benzer. Duvarda kahvede olduğu gibi yine karlı dağlar, köpük köpük akan dere, taşların üzerinde su içmeye gelen kekliklerin görüldüğü kocaman bir fotoğraf vardır. Bir de o çok ünlü peşin satan, veresiye satan resmi. Tavandan sarkan ağların üzerine konmuş yengeçler, deniz yıldızları, kurumuş birkaç deniz atı, içi doldurulmuş mersin balığı ile balıkçı meyhanesi gibi görünür. Mavra Meyhanesi’nin dekoru, mezeleri ve yemek listesi, fiyatları bizim umurumuzda bile değildir. Orası yıllardır bizim mekânımızdır. Akşamları bir araya gelir, en güzel sohbetleri orada yaparız. Gecenin ilerleyen saatlerinde alkol dozumuz artınca birlikte en güzel şarkıları orada söyleriz. Orası birbirimize takılmaların, şakaların, yerlere yatacak kadar kahkahalarla gülmelerin, içtikçe dertlenip ağlamaların yeridir. Konuşulan her şeyin, en mahrem sırların, kavgaların ve kırgınlıkların bile kapısından asla dışarı çıkamadığı, özel bir mekândır. Buradaki müdavimleri tek tek saymak, yaşam öykülerini ve en belirgin özelliklerini sizlere anlatmak yüzlerce sayfa sürer. Hepsi kendi halinde, işinde gücünde insanlardır. Akşam olunca Mavra ekibinin en az on beş-yirmisi bir araya gelir, ufaktan ufaktan demlenmeye başlarız. Demlenmek dediğime sakın aldanmayın. Beş dakika bile gürültüsüz, patırtısız durulduğu hiç görülmemiştir. Mavra müdavimleri öteki masalara laf atmadan, birbirine takılmadan duramazlar. Ağız dalaşları hiç bitmese de, kavgaları tükenmese de birbirlerini severler. Bir gece önce meyhanede birbirine giren iki arkadaş ertesi gün kol kola gezer. Küçük bir kasabada zaten har vurup harman savuracak kadar çok arkadaş ve dost bulamazsınız. Birkaç hafta önce İzmir’den Murat geldi. Yılda birkaç defa kaçıp kasabaya kafa dinlemeye gelir. Yirmi yıl kadar önce İzmir’e gidip orada kendisine ev-ocak kurdu, evlenip çoluk-çocuğa karıştı. Söylediğine bakılırsa Murat’ın orada makine parçaları döktüğü, fabrika ile atölye arası orta ölçekli bir işletmesi varmış. Kasabaya düşünce gelip eliyle koymuş gibi bizi Mavra’da bulur. Bana sürekli “İzmir’e dönünce Mavra Meyhanesi’ni ve sizin sohbetlerinizi özlüyorum,” deyip dururdu. Dayanamadım. “O kadar çok özlüyorsan konuştuklarımızı kaydet, gidince dinlersin,” dedim. Söylerken onun bu önerimi ciddiye alacağını, sesleri kaydedeceğini aklımın ucundan bile geçirmemiştim. Laf olsun diye söylemiştim. Söylediğimi ciddiye almış. Gerçekten de küçük bir ses kayıt cihazını cebine koyup Mavra’nın bir gecelik gürültüsünü, patırtısını kaydetmiş. “Ver bakalım, neler konuşmuşuz,” deyip cihazı elinden aldım, düğmesine bastım. Şakası yok radyo tiyatrosu gibiyiz. Ses kaydı Yalak Hüsnü’nün mekâna gelişiyle başlamış: - Yarasın Osman Abi. Şerbet, şeker olsun. - Eyvallah yeğenim. - Nasıl gidiyor abi? Keyfin nasıl? - İyidir yeğenim. - Sana biraz bozuğum be, Osman Abi. Duyacaksan benden duy. - Yapma be yeğenim. Ben sana ne ettim ki? - Beni lüfere götürcektin hani? Kaşıkları aldım, zokaları, kurşunları bağladım. Bütün takımları hazır ettim. Seni bekliyorum. Senden hiç ses çıkmadı. Hani söz demiştin be abi. - Sözüm söz be yeğenim. Gel yarın gidelim. - İyi de canım abim. Lüfer mi kaldı? Lüfer bitti, palamut bitti, istavrit, tirsi bile bitti. Bir iki hafta sonra hamsi bile kalmaz. - Darılma be yeğenim. Kısmetse seneye gideriz. Osman Abi’nin canı da, kayığı da sana helâl olsun. Yeter ki darılma. - Eyvallah be Osman Abi, dediğin gibi olsun. Önemli olan gönüller hoş olsun. Ben sobanın arkasındaki masaya doğru geçiyom. Hadi sana yarasın, güzel abim... O gece arkamızdaki masada Kuyumcu Ali ile Maliye’den Necati içiyorlardı. Öteki masadan Fırıncı Mesut Ali’ye sesleniyor: - Ulan, yedin bitirdin kasabayı be. Tek bir Bizans sikkesi bırakmadın. Yine İstanbul maceralarını mı anlatıyon? Palavra sıkmayı bırak da şu gariban fırıncı kardeşine bir ışıklı meyve söyle. Kuyumcu Ali Şenol’un çırağı İsmail’e seslendi: - İsmail, koş oğlum. Fırıncıya ışıklı meyve yap. Meyvesi bol ışığı az olsun. Kaç paraysa hesabıma yaz. Yeter ki çenesini kapasın. Çenesine vurdu iyice artık onun. Yaşlanıyor mu ne? Kaynanamı geçti. Buraya kocakarı dırdırı dinlemeye gelmedik. Ver şunun meyvesini de çenesi kapansın. Fırıncı Mesut; - İyi ki bir meyve ısmarladın haaa. Bir anama sövmediğin kaldı. Hadi yine adamlık bende kalsın. Teşekkür ederim. Kesene bereket... Işıklı meyve hikayesine gelirsek, tam bir senelik makara. Kuyumcu Ali sık sık İstanbul’a gider gelir. Kapalıçarşı’da bunun alışveriş yaptığı kuyumcunun biri buna kıyak yapıp bir gece pavyona götürmüş. Dansöz, içki, konsomatris derken tam bir ay her gece bıkmadan usanmadan bunun pavyon macerasını dinledik. Bir gece yine biz gaz verdikçe havaya girip anlatmaya başladı. O anlatıyor biz dalgamızı geçiyoruz Yüz kez dinledik zaten. “Masayı öyle bir donattılar ki, ışıklı meyve bile getirdiler,” deyince bizde bütün makaralar boşaldı. Gülmekten yerlere yatıyoruz. Yalak Hüsnü arada bir “Ali abi, meyvenin üzerine gaz mı dökmüşler? Elektrik mi bağlamışlar? Nasıl yanıyor? Meyve yeniyor mu? Yoksa seyirlik mi? Yerken ağzınız yanmadı mı?” türünden sorularla Ali’yi coşturdukça coşturdu. Ali saatler sonra biz ayarı iyice kaçırınca onunla kafa yaptığımızı anladı. Anlatmayı kesti. “Ulan sizin hepinizin gelmişini geçmişini... Gidin ananızla eğlenin siz,” deyip hesabı bile vermeden çıkıp gitti. O geceden beri bu ışıklı meyve hikâyesi her gece birkaç kere meyhanede esip geçer. Neyse ki Kuyumcu Ali ışıklı meyve şakasına artık aldırmıyor. Hüseyin’e “Bir ışıklı meyve de bizim masaya yap. Kimin kızından aşağıyız oğlum biz,” deyince, çocuk mutfağa gidip elma, armut, ayva soyar, portakal, mandalina ve muz dilimler, sonra da kayık bir tabakla masamıza getirip bırakır. “Hani lan bunun ışığı,” diye takılanlara da “Burası İstanbul pavyonu değil. Alt tarafı kasaba meyhanesi. Bizde elektrikler kesik, görmüyor musunuz?” der, mutfağa dönerdi. Kasetteki ses kaydı ışıklı meyve muhabbetinden sonra gürültü konuşmalar ve Orhan Gencebay’dan “Mevsim Bahar Olunca” şarkısıyla devam ederken, şarkının ortalarına doğru meyhaneden içeri Tırşik Emin giriyor: - İyi akşamlar Mavra’cılar. - Ooo Tırşik, gel hele. Buyur, bir sandalye çek. Hüseyin, Emin Ağa’ya bir bardak şarap ver. Başka masadan biri: - Zıııttttttt. Tırşik: - Zzıttt diyenin yedi sülalesini. Orospu kasığında yatmış deyyus. - Emin Ağa, otursana allasen. Ne diye celalleniyon. Bırak şu kendini bilmezleri. Şarabını iç. Başka bir masadan: - Zııtttt. - Yedi sülaleni, susamdan irisini... - Ayıptır, yazıktır, susun, yapmayın, ayıp oluyor. Tırşik Emin her gece meyhane meyhane gezer, parasız pulsuz ve çulsuz olduğu için ona her meyhanede birileri mutlaka birkaç bardak şarap ısmarlar, geceyi çoğu kez kaldırımlarda yuvarlanarak ve ayakta duramayacak kadar sarhoş olarak bitirirdi. İki şeye çok hassastır. Birincisi kesinlikle “zııtttt” demeyeceksin. İkincisi ondan kesinlikle sigara istenmez. Sigara istersen “Tütün çıktı pakete, bi cigara bir...” diye kalayı hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan basardı. Her kasabanın mutlaka bir delisi vardır. Bu da bizim kasabanın gece delisidir. Tırşik Emin askerliğini Adıyaman’da yapmış. Orada domatesten yapılan tırşik diye yemek varmış. Deli Emin askerden gelince her Allah’ın günü kahramanlık hikayelerinden ve tırşik yemeğinin kerametlerinden onlarca baskı yapınca adı da Tırşik Emin olmuş. Onun “zııttttt” denmesine neden bu kadar gıcık kaptığını aslında kimse bilmiyordu. “Zıııt” kelimesi zamanla çok gıdıklanan insanlara elinizi uzattığınızda “ananıınn” dedikleri gibi Tırşik’te de şartlı bir tepkiye dönüşmüş diye düşünüyorum. Ses kayıt cihazından gelen Tırşik Emin’in küfürleri ve “zııııııttt” seslerinden, Emin’in küfürler yağdırarak şarap bardağını tepesine dikip Mavra’dan çıkıp gittiği, kahkahalar ve “yuhh” seslerinin o gittikten sonra da sürdüğü anlaşılıyordu. Emin gittikten sonra Mavra’da sular biraz duruluyor, kahkahalar ve gürültü iyice azalıyordu. Yeniden teybin sesi duyulmaya başlıyor, Bergen’in sesinden “Acıların Kadınıyım” şarkısı meyhaneye yayılıyordu. Meyhanenin içine yayılan şarkı ara sıra Piç Ömer’in konuşmalarıyla anlaşılmaz hale gelip bulanıklaşıyordu. Piç Ömer mutfağa yakın masaların birinden kasabadaki en taze, son baskı gündemi Nataşa olaylarını akşam ajansı ciddiyetinde naklen aktarıyordu. Hem de sıcağı sıcağına: - Nataşa deyip geçmeyeceksin. Allah özene bezene yaratmış. Bir gören arkasına dönüp beş defa daha bakıyor. Nataşa deyince burun kıvıran ağabeyler var ya, en çok da onlar bakıyor. Manifaturacı Nüsret bile tam on gün gezmiş bu kızların peşinde diyorlar. Tövbe billah, ben gözümle görmedim. Gezse bile hakkı var. Neden mi? Kızların hepsi bir içim su valla. Mısır püskülü gibi sapsarı saçları var. Dokunmaya kıyamazsın. Elini uzatsan tuz–buz olacak sanırsın. Süt gibi bembeyaz. Kar gibi şerefsizim... Manifaturacı Nüsret: - Ulan yalancı piç, kim görmüş ulan beni? Nataşaların peşinde gezmişim. En kıralı elli dolar bunun. İstesem kırkını birden satın alırım. Tamam, Rus kızları benim dükkâna geldiler. Edebimizle, adabımızla esnaflığımızı yaptık. Gömlek, çamaşır falan, birkaç gıldır gıcık alıp gittiler. Kızlarla bir işim olsa birine takılırım. Üçünü birden ne yapayım oğlum? Seni dinleyen de beni pezevenk sancak. Piç Ömer: - Ben kimseye pezevenk demedim. Haşa... Kızların rüzgârına kapılmış dedim. Kitapçı Ramis’e git bakalım ne diyor? Kızlar senin dükkândan çıkmıyormuş. Ne bir keresi be abi? Gözümüz yok, varsın gelsinler. Sen niye gıcık kapıyon. Ben onu anlamadım. Manifaturacı Nüsret: - Bu dedikodular zaten hep o kitapsız Kitapçı Ramis’ten çıkıyor. Bilmiyor muyum? Sözde komşuyuz. İnsan konuşacağı lafı bilir. Öğürmesini bilmeyen acemi köpek sürüye kurt getirir. Kendisi takmış kafayı bu karılara. Yüz dolara da anlaşmışlar. Bu kızların bir pezevengi varmış. Adam kızları dükkâna getirmiş. Hem de gündüz gözüyle. Bunlar utanmayı sıkılmayı bırakmışlar. İşi iyice edepsizliğe dökmüşler. Kızlarla oturmuşlar sote bir yere. Dört sandalye bir sehpa çekmişler. Açmışlar biraları. Karısı gelmiş bu salağın tabii. Neredeyse iş üstünde yakalanacak salaklar. Hevesi kursağında kalmış. Kitap okuyorduk diyormuş. Nah... Karısı inandı mı sanki? Karılarla yakalanmış ya kitapçı tayyare şimdi sümsük sümsük geziyo. Bir şey olmamış gibi. Piç Ömer araya giriyor: - Aynen fan fin fon tabii... Kalafatın Hasan: - Nüsret, karılar güzel mi ulan hakikatten. Bizim dükkâna da getirin oğlum. Çaydanlık, çanak, porselen tabak falan bakarsınız birlikte. Nüsret: - Ulan piç. Bak gördünüz mü? Ağzından çıkanı kulağın duymazsa böyle olur işte. Adımız sayende pezevenge çıktı. Müşteri bile bulduk. Aha bak da gör. Porselenmiş, tabakmış... Bana ne kardeşim? Bana ne elin Rus’undan, gavurundan? Piç Ömer: - Nüsret! Sus biraz ya... Önce ben olan biteni anlatayım, yalanım varsa sen düzeltirsin. Nüsret: - Anlat, ama adam gibi anlat. Kimseye de iftira atma. Piç Ömer: - Benim Kitapçı Ramis’ten haberim yok. Ben Rus karılarını Hacı Faik’in dükkânına götürmüşler diye duydum. Hükümetin karşısındaki, beyaz eşya sattıkları dükkâna... Biraları açmışlar. Sözde muhabbet bağlayacaklar. Konuşacak muhabbet olsa ne âlâ. Kızlar tek kelime bile Türkçe bilmiyor. Bizimkiler söylüyor. Onlar sadece gülüyormuş. Kim ne söylüyor, neye gülüyor belli de değil. Akşam olacak da dükkânı kapatacaklar, çıkıp birlikte bir yerlere gidecekler. Daha akşama yıl var. Dükkâna müşteri geliyormuş, bakan, eden yok. Müşteriyi kim takar. Neredeyse Rus karıların ağzının içine düşecekler. Faik’e kalsa dükkanı öğlen vakti kapatacak ama hem hacı torunu, hem de bütün esnaf zaten bunları dikize yatmış... Çarşının diline çerez olup esnafa kırk günlük eğlence olacaklar. Topal Hasan’la Ocakçı Mehmet hemen kurmuşlar kumpanyayı. İkide bir kepçe kulaklı çırağı dükkâna gönderiyorlarmış. “Abi bir şey iççeniz mi? Bir isteğiniz var mı? Boşları almaya geldim,” bahanesiyle çocuk olan biteni dikiz ediyormuş. Meyhanecinin çırağı Hüseyin durur mu? Atıldı: - Bilmez miyiz? Çarşının kırkayakları. Sopalık adamlar, tam sopalık... Piç Ömer: - Öf be Hüseyin be... Sazan gibi atlamasan olmaz. İkide bir böyle yırtık dondan çıkar gibi çıkarsanız anlatmam valla. Mevzunun içine etmeden dinlemeyi öğrenemediniz gitti. Piç Ömer darılır gibi yapınca bir kahkaha daha koptu: - Sen ona uyma Ömer, bırak şu boşboğazı. Anlatmaya devam et. Ömer yeniden başladı: - Çaycının çırağından kurtulamadan Ercüment çıkıp gelmiş. Berber dükkânına koşup “Faik’in dükkâna Nataşalar geldi,” diye kuşu uçurmuşlar tabii. Faik’le Ercüment ta çocukluktan sıkı arkadaş. Yedikleri lokma, içtikleri su ayrı gitmez. Neyse, Ercüment de oturmuş, bir-iki bira içmiş bunlarla. Kalkıp gitsin diye bekliyorlar. Ne gezer. Gitmek bir yana, tam tersine yengelere müsaade edin de biraz da bizim dükkânda otursunlar diye tutturmuş. İzzet ikramda bulunayım, bizim mekânımız da biraz şenlensin. Erkek berberinde güpe gündüz üç tane Nataşa nasıl oturacaksa? Resmen bütün kasabaya reklam olacaklar. Bit kadar akılları da yok. Faik, olmaz, ayıp falan deyince Ercüment delirmiş. Yicem mi lan sizin misafirlerinizi, diyormuş. Kızılca kıyamet kopmuş. Sonrasını bilen, eden yok. İtiş kakış iki arkadaş dükkândan dışarıya çıkmışlar. Başlamışlar sokakta dövüşmeye. Kızlar bir korkmuş ki sormayın. Ne olup bittiğini de zaten anlamamış yavrucaklar. Neyse, komşu esnaf yetişip Faik’le Ercüment birbirlerini iyice paralamadan ayırmış. Komşular yetişip ayırıncaya kadar da bu iki salak birbirinin ağzını burnunu epey kırmış. Ulan gavurun kızı için niye kavga ediyorsunuz? Sanki nikahlı karıları. Cahillik işte. Görmemişlik. Eee bir de azgınlık, kudurmuşluk var... Nüsret: - Ben de bu meseleyi aynen Ömer’in anlattığı gibi duydum. Ama kavgayı gözümle görmedim. Ömer yine her zamanki gibi piçlik yapıp çamuru illa benim üzerime sıçratmaya çalıştığı için kızıyorum. Benim Nataşalarla ne işim olur. Piç Ömer kendisine piç dendiği için hiç kızmazdı. Zaten kavgacı biri de değildir. Bizim mekânın kırk yıllık meddahıdır. Bize yaranmak elbette kolay değildir. Adam hikâyeler anlatır, “Çok kafa ütüledin bu akşam yine,” diye kızarız. Susar, “Dut yemiş bülbül oldun,” diye takılırız, rahat vermeyiz. Sağdan soldan laf atıp onu konuşmaya zorlarız. Piçtir miçtir ama kahrımızı da çeker. Ömer’in piçliği de ayrı bir hikayedir. Çocukken çok yaramazmış. Bütün sokağın canına okur, kimseye amanlık vermezmiş. Babası rahmetli Bakırcı Rüstem “Çocuk değil, illet, hatta nalet bu. Ben dövmekten usandım. O dayaktan uslanmadı. Köpek gönü bunun derisi. Dayak falan işlemiyor. İki saat dövüyorum. Sanki canı yanan o değil. Geçip karşıma bir şey olmamış gibi sırıtıyor,” dermiş. Ömer çocukken hakikatten sokağın başına belaymış. Havaya taş atıp altında duranlardan işte... Bahçelerde taşlanmamış ağaç, kuyruğuna teneke bağlanmamış kedi-köpek bırakmazmış. Ömer ile ilgili anlatılanlar beş-on dakikada bitecek gibi değil. Anasının kıyafetlerini giyip komşulardaki kadın mevlitlerine gitmeler, kına gecelerine girip kızları çimdiklemeler, daha neler neler. Ömer’in adının önüne Piç unvanının kazınması ise bambaşka bir olaydır. 1979 senesinde sağ ve sol olaylarının iyice azdığı, kahvelerin, dükkânların tarandığı, bombalandığı zamanlarda Ömer’in cami yanındaki İhtiyarlar Kahvesi’ni bombalaması hâlâ konuşulur. Ömer bahçeden aldığı çamuru yuvarlayıp çimento kağıtlarına sarmış. Çimento kağıdına sarılı çamurların üzerine de dinamit lokumu gibi görünsün diye kınnaplar bağlamış. Bakkaldan aldığı çatapatların fitillerini söküp dinamite benzettiği çamur rulosunun kıyısından içeri sokmuş. Fitilleri tutuşturup kahvenin kapısından içeriye fırlatmış. Yaşlı amcalar kendilerini kahveden dışarı atabilmek için birbirini ezmişler. Kapıları, pencereleri kırmışlar. Tabi fitiller yanıp bitmiş ama patlama falan olmamış. Olayın şaka olduğu anlaşılıncaya kadar adamcağızların bir kısmı neredeyse kalp krizinden telef olacakmış. Altına kaçıranlar bile olmuş. İşte bu olaydan sonra Ömer’in adı Piç Ömer’e çıkmış. Ses kaydında Piç Ömer’in kasaba magazini olarak anlattığı olaylar zaman zaman kadeh, çatal, kaşık, bıçak sesleriyle, Bekir’in çırağı Hüseyin’e verilen siparişlerle kesintiye uğrasa da anlaşılıyordu. Nataşa kavgasından sonra sohbet hiçbir masada belli bir konuya odaklanmadan, Mavra Meyhanesi’nin alışılmış sesleri olarak sürüyordu. - Hüseyin! Oğlum, bize bir büyük daha aç. Bir de tarator getir. - Boş tabakları al, biraz turşu getir. Arnavut ciğer kaldı mı? - Bize güzel bir palamut yap. Ortaya da kocaman bir salata... - Hadi arkadaşlar şerefinize. İçelim güzelleşelim icabında... - Avrupa Birliği’ne bizi almazlar abi. Alsalar da biz girmeyelim anasını satayım. Gelip onlar yalvarsın kapımızda. Bizi de Türk Birliği’ne alın diye gelip ayaklarımıza kapansınlar. - Helal, Adanalı Celal... Niye yalvarcak oğlum bize... Niye yalvaracak yani. Mokumuzda boncuk mu var. Kırk yıldır her türlü cambazlığı yapan biz değil miyiz? Almanya’ya kapağı bir atsam rüyalarını Hollandalı gençler mi görüyor? - Osman Abim doğru söylüyor. Gül gibi gençlerimiz üstüne para verip Almanların yaşlı karılarıyla evleniyor. Niye? Almanya’da kalayım. Çalışma izni, oturma izni alayım. Yaa... - Doğru diyon ama gücüme gidiyor be abi. Avrupa Birliği geyikleri sürerken meyhaneye Baretta Tayfun geldi. Darbukanın “güüüm, güümm tek teek güümm,” sesleri meyhaneyi kaplıyor, herkes Baretta’yı kendi masasına çağırıyordu. Kadehler çınlıyor, Mavra sakinlerinin alkol seviyelerinin artık sesi yalpalatan, dili dolaştıran bir düzeye eriştiği konuşmalardan net olarak anlaşılıyordu. “Dönülmez akşamın ufkundayım” ile başlayan meyhane korosu Güz Gülleri şarkısıyla sürüyor, şarkılar çoğaldıkça koronun repertuarı zevk bakımından Makber’e kadar yükselip “Neremi neremi” bayağılığına kadar iniyordu. Ses kaydedici o gece gerçekten tam bir Mavra Meyhanesi atmosferini yakalamayı başarmış gibi görünüyordu. Uzakta olsam bu meyhaneyi özler miyim? Burada biraz da mecburiyetin yarattığı bu akşamları arar mıyım? Bilmiyorum. Küçük kasabalarda yaşayan insanların sürekli takıldıkları mekânlar, sıkıntılarını, sevinçlerini paylaşmaya hazır dostları vardı. Bu dar kavis zaman zaman bizi boğsa bile, içimizde başka yerlere kaçma isteği uyandırsa bile, kolay vazgeçilebilir değildir. Böyle çevrelerde yoksulluğun da, zenginliğin de, dostluğun da, düşmanlığın da kendine özgü birer anlamı vardır. Suç ortağı gibi her olayda birbirimizi korur, sahip çıkarız. Sıradan olayların zamanla doldurulduğu kocaman bir anılar sandığını birlikte taşır, birbirimize sarılırız. Aralık 2004 Seyfullah
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |