Herkes cennete gitmek ister ama kimse ölmek istemez. -Joe Louis |
|
||||||||||
|
Macar Bilimler Akademisi iki ciltlik bir Osmanlı-Türk halk masal ve türküleri kitabı yayımladı. Başarılı müsteşrik ve Türk dili uzmanı Macar Hermann Vambéry, eserin önsözünde şöyle diyor: “Türk halk edebiyatının çok değerli hazineleri, sokağın tozu pisliği içindeki inciler, mücevherler ve değerli taşlar gibi orada burada duruyor ve hiç kimse bunları farkedip toplamıyor ve layık olduğu gibi değerlendirilemiyor.” Fakat Türk halk edebiyatının en ilginç ürünleri, şuh bir karaktere sahip masal dünyasında yetişmiştir. Geneli hakkında bir fikir vermek amacıyla, bu alandan bazılarına dikkat çekmek istiyoruz. Öncelikle şurada, “açıl sofram”, “altın ve gümüş savuran değirmen”, “vur tokmak” [Keloğlan, s. 155-165 ] gibi motifleriyle, benzer Alman halk masallarını anımsatan bir masal. Diğer tarafta 1001 Gece’deki iki kıskanç kızkardeşle sayısız ortak özellikler taşıyan iki masal daha, ve aynı şekilde 1001 Gece’deki Şehzade Mahmut masalında, hayat veren iksir yer almakta; bütün bunlar, Grimm Derlemeleri’ndeki iki Alman masalını çağrıştırmaktadır. – Şimdi Türk masalını kısaca gözden geçirelim: Üç kız fakir bir kulübede oturmakta ve biri şöyle konuşmaktadır: “Padişahın oğlu benimle evlense, ona öyle bir çadır dokurum ki, bütün ordusu bunun içine sığabilir”, ortanca kızın sesi duyulur: “Ben ona o kadar çok yemek pişiririm ki, halkının tümü bundan doyar ve hatta artar bile”; en küçük kız atılır: “ bu da bir şey mi, ben ona altın saçlı çocuklar doğururdum”. Padişahın oğlu bunları duyar ve hemen üçüyle de evlenir; büyük kız ona çadır dokur, ortancası yemeği pişirir, küçük kız da izleyen yıllarda bir üçüz dünyaya getirir, altın saçlı harika üç çocuk, öyle ki onların güzelliğinden gece aydınlanırmış. Fakat padişahın oğlu sefere çıkmak zorunda kalır ve kıskanç ablalar altın saçlı çocukları çalarlar ve yerlerine üç enik koyarlar. Padişahın oğlu evine dönünce çok kızar ve eşini beline kadar toprağa gömer; diğer taraftan, altın saçlı çocukları bir adam yolda bulur, eve götürür ve büyütür. Bu, bir çok maceradan sonra çocukların babalarını ve suçsuz annelerini bulana kadar sürer ve onlarla mutlu olurlar; kötü ablalar da cezalarını bulurlar. Türk masalının tipik bir figürü, hep karşımıza çıkan “kel” oğlandır; hep olağanüstü bir şeylere ulaşmak ister; ancak Herkül’ün başarabileceği işlerin üstesinden gelir, istediği herşeye sahip olur, mutlu yaşar, hatta sevinçten saçları bile çıkar [Macun, s. 121-126; Zümrüdüanka Kuşu, s. 127-140; Keloğlan, s. 155-165; Bahtiyar Beyin Masalı, s. 277-283 ]. Bir başka tipik varlık da sihirli at Kamertay (Ay atı) ve Aygır’dır [Kamertay, s.305-318; Yedi Başlı Ejderha, s. 289 vd.]. Eskiden beri at, tüm Türk boylarınca sevildiğinden, bunda şaşılacak birşey yoktur ve Türk masalındaki cadı bile zaman zaman güzel bir at kılığına girer. Türk halk edebiyatında bilmece içeren sorular büyük bir rol oynar: Bilmeceyi çözemeyen ölür. Yukarıda değinilen masalların birinde oduncu bir ağacı kestiğinde, ona bir derviş görünür ve şöyle der: “Ayın, yıldızın, gün ve gecenin ne olduğunu da bilir misin? Bunu üç gün içinde cevaplayamazsan, işin biter.” Oduncu çaresizdir, fakat kızı imdadına yetişir: “Derviş padişahın kendisi, ay kral, yıldız vezir, gün iyi insan, gece ise kötü insan” der. Başka bir masalda Sultanın üç kızını buluruz: Dünden evlenmeyi istemekte,ama bunu babalarına açıkça söyleyememektedirler. En küçükleri gelir ve babasına biri yamru-yumru, diğeri geçkin, üçüncüsü de tam olgun üç kabak sunar, ve padişahın hocası (bilge) bunun ne anlama geldiğini bilir; üç kabak üç kızın yaşını ifade etmektedir. Buna benzer bir şekilde, İran halk destanında Zâl (oğlu Rüstem)’a şu bilmece sorulur: “On iki ağaç var ki, her birinin otuz dalı mevcut, İran ülkesinde ne bir fazla ne bir eksik; iki yarışçı var ki, biri ak diğeri kara, durmadan biri öbürünü kovalar ve hiç biri diğerini yakalayamaz; bir bakarsın otuz süvari gidiyor, daha dikkatle bakarsan biri eksiktir, bir de sayarsın, yine otuz olur.” On iki ağaç on iki aydır, kıratlı gün, karaatlı ise gecedir, otuz süvari ayın otuz gecesidir, eksik olan da yeniay gecesi… Bilmecenin, kahramanın zekasını kanıtlayan doğru çözümünden, hal masalındaki olayın dönüm noktasına kadar az bir mesafe kalmıştır; burada kendisine atılmak istenen kementten, saçma sapan veya iki anlamlı cevaplar vermek, ancak böylelikle deli divane görünüp, canına kıymak isteyen kişiyi çaresiz bırakmak suretiyle kurtulur. Padişah Efrâsiyale (efsanevi Astyages), torunu Bey Hüsrev (Crus)’i mahvetmek ister ve şunu sorar: “Günleri ve geceleri nasıl bilirsin? Sürülerinle ne yaparsın? Keçilerini, koçlarını nasıl sayarsın?” Hüsrev cevap verir: “Av yok, benim de ne yayım ne kirişim ne de okum var.” Padişah soruya devam eder, ne öğrenmiştir ve kaderi şimdiye dek nasıl olmuştur, öğrenmek ister. Torun cevaplar: “Panter görününce, yiğidin korkudan ödü kopar.” Padişah, İran’ı, Geng şehrini ve babasını anasını sorar; şu cevabı alır: “Dalaşçı köpek vahşi aslanı yenemez.” Soru devam eder: “İran’a yiğitlerin şahına mı gitmek istersin?” Hüsrev cevap verir: “Bir atlı önceki günün gecesinde dağda ve bozkırda önümden geçti.” Padişah bir kez daha sorar: “Yazı yazmayı öğrenmek istemez misin? Düşmanlardan öç almayı arzulamaz mısın?” Ve torunu şu karşılığı verir: “Sütün üstünde kaymak yok, bütün çobanları kırdan kovmak isterdim.” Artık padişah meseleden emindir, güler ve bu delikanlının bir uçuk olduğunu söyler. Bey Hüsrev ise daha sonraları, Allah’ın onun dilini bağladığını, kafasının iyice karıştığını, böylece padişahın onu kalpsiz ve kafasız biri sandığını ve oracıkta canına kıymadığını söyleyecektir. Devam edelim. Padişah tunçtan bir kaleyi hileyle fethetmek ister. 160 sandığa yiğitlerinden bir çoğunu saklar, diğer adamları satıcılar gibi giyinirler ve sandıkları omuzlarında kaleye taşırlar, meraklı birine de sırtlarındaki bu sandıklarda zor bela akıllarını taşıdıklarını söylerler – burada 1001 Gece’deki Ali Baba ve kırk haramileri hatırlayalım. Şüphesiz halk masalı daha çocuksu ele alır konusunu. Bir zamanlar, bir delikanlı ile bir cadının kızı biribirine aşık olurlar; cadının evde olmadığı bir anı bekleyip kaçarlar. Fakat yolda kız bir geri bakar ki, annesi onları takip etmektedir, korkar. Ama boşuna palmiyeler altında dolaşmamış, boşuna bir cadının kızı olmamıştır; o da büyücülük öğrenmiştir ve önce sevdiğine, sonra da kendine bir dokunur; o an sevdiğini bir bahçe, kendini de bahçıvan yapar. Cadı gelir, bahçıvana oradan bir delikanlıyla kızın geçip geçmediğini sorar; bahçıvan cevap verir: “Pırasam henüz büyümedi, daha çok küçük.” Cadı, “pırasanı değil, bir delikanlıyla kızın geçip geçmediğini soruyorum”, der; fakat sahte bahçıvan ona şu bilgiyi verir: “Yeşillik desen henüz hiç ekmedim, iki ay sonra belki hazır olur, o zaman gelirsin.” Cadı bahçıvanın sadece saçmaladığını farkeder ve geri döner; kızsa kendini ve sevdiğini tekrar eski haline döndürür. Bu esnada cadı geri bakar, kaçakları görünce, cadı kazanına biner ve kırbacını yılana çevirir ve kaçanların ardına düşer. Kız hemen yine döner, yeni tehlikeyi savuşturmak için iki yeni dokunuşla delikanlıyı fırın, kendini de fırıncı haline getirir. Yıldırım gibi gelen cadı; “Fırıncı usta, buralarda bir delikanlıyla kız gördün mü?” diye sorunca, fırıncı “ekmeklerim henüz pişmedi, iki saat sonra yine gelip bakabilirsin”, der. Cadı, dişlerini gıcrdatarak, “kuzum ekmeğini istemiyorum, bir kızla delikanlıyı öğrenmek istiyorum”, der. Akıllı fırıncı ise şöyle konuşur: “Ben de acıktım, bırak iyice pişireyim de, sonra yeriz.” Cadı yine aldanır, böyle aptal biriyle uğraşmanın faydasız olduğunu görür ve geri uçar gider. Bir sihirli dokunuşla fırın ve fırıncı tekrar delikanlıyla kız oluverir. Maalesef cadı yine geri bakar, kaçakları farkedince, o zaman iki kez nasıl aldatıldığını anlar; büyük bir öfkeyle peşlerinden fırlar.Delikanlı, cadının kızı ne yapacağını bilmektedir; sevdiğini göle çevirir, kendisi de altın bir ördek olup gölde yüzmeye durur. Cadı ördeği yakalamak için gölün sağında ve solunda koşar, ama nafile. En sonunda hiddetten köpürerek evine döner; kızı da onu bir daha görmez. Şimdi başka bir masalı alalım. Bir oduncunun, hep istediğinin tersini yapan kötü bir karısı vardır. Günün birinde oduna gider, karısı da peşinde aceleyle yürürken derin bir kuyuya düşer. Oduncu, nihayet karımdır, diyerek ona acır ve kuyudan aşağı bir ip salar; fakat ipi yukarı çektiğinde, ucunda şeytanın sallandığını görür; şeytan, o kötü kadının yanından kurtulduğu için çok sevinmektedir. Oduncuya, mükafat olarak bir padişahın kızının içine gireceğini ve sadece onun emriyle oradan çıkacağını söyler. Bunu da yapar. Sonra her tarafa, padişah kızının ağır hasta olduğuna, kim onu iyileştirirse kızı kendine eş olarak alabileceğine dair haber salınır. Oduncu gelir, kızı iyileştirir. Sadece kızı eş almakla kalmaz, çeyiz olarak padişahın ülkesinin yarısına sahip olur. Ondan sonra komşu ülkenin padişahı da ricada bulunur; onun da kızının içinde şeytan vardır, onu kurtarmasını ister. Oduncu gider, şeytana sadece, karısının kuyudan kurtulduğunu ve buraya gelmekte olduğunu söyler; şeytan korkar, padişahın kızını derhal terkedip, pencereden uçar gider, bir daha da görünmez. Oduncu bu kızı da kendine eş alır [Kuyu İfriti, s. 397-404 ]. Daha başka Arap motifleri de, din ve inanç unsurlarıyla birlikte Türk halk edebiyatına girmiştir. Örneğin Anka kuşu, bir bakarsın kuşların, bir bakarsın perilerin kraliçesi olur; kanatları zümrüt tüylerle kaplıdır. İsmini herkes bilir, ama kendisini gören olmamıştır. Sıkıntının en fazla arttığı bir anda, Anka’dan elde edilen bir tüy yakılırsa, bu sihirli kuş görünür ve yardım getirir (başka bir masalda bir güvercinin mücevher tüyü aynı işlevi görür) [Zümrüdüanka Kuşu, s. 127-140 ]. Anka, eski İran mitolojisinde Baraghna veya Bârenyana’ya tekabül eder; kuyruğunu kırbaç gibi kullanır. Söz konusu olan bir başka kuş da, İran kahramanlık efsanesindeki Simurg’dur, Çaênô Mwegô denilen bu hayvan bir kartaldır, arada bir aydınlığın erlerine de düşmanlık yapmakla birlikte, daha çok kendi çocuklarıyla büyüttüğü Zal’ın ailesinin yanında yer alır. Görüldüğü gibi, 1001 Gece’deki Sinbad’ın gezilerindeki Leylek kuşu ile belli bir aile benzerliği vardır. Masalda kuş dili de önemlidir [Kandehar Padişahının Kızı, s. 415-427; Rüzgâr Dev, s. 189-205 ]. Kuşlar sadece insanların dilini konuşmazlar (örn 1001 Gece’deki Bubbul-hazâr adındaki bin türlü ses çıkaran ardıç bülbülü ve Bubbul-el-siyâk adındaki dertli bülbül), aynı zamanda özel, yalnızca bu sırra vakıf kişilerce anlaşılan bir dile de sahiptirler. Aynı şekilde Arap halk inancındaki ve halk masalındaki Cin de Türk halk edebiyatına girmiştir. Cinler yerde gezer, havada uçar, mezarlıklarda toplanırlar veya ocak başlarında çöreklenirler; ateşten doğar, ateşle, yıldızla yok olurlar. Fanileri havadan uzak ülkelere kaçırırlar, sonra yine geri getirirler, sevdiklerini her türlü tehlikeye karşı korurlar, çeşitli kılıklara girebilir, hatta canavar olarak görünebilirler, kötüleri korkutur ve cezalandırır, iyileri ise ödüllendirirler. Türk halk masallarında Araplar kara, çirkin ve kötüdür: korkunç kocaman ağızlarıyla Arap kızları, alt dudağı yerleri, üst dudağı gökleri süpüren Arap cinleri vardır. Emirubrigas denilen masal kâhini kadın ve Mercan (kırmızı inci) kadın Arap kökenlidir. İran yaratılış efsanelerinin ve halk masalının etkisi her yerde görülebilir. Türk halk masalları da, kendi ülkelerinde, kendi padişahları yönetiminde yaşayan perilere yer vermektedir [bkz örn. Turunç Perileri, s. 73-86; Üç Peri Kızı, s. 93-114 ]. İnsan kılığına girmişlerse, yeşil kıyafet taşırlar ve kalın peçeler takarlar. Geziye çıkmışlarsa güvercin olurlar. İnsan onları “üçler”, “yediler” ve “kırklar” halinde görür, insan sevgisi yüreklerine yabancı kaldığı sürece peri olarak kalırlar. İnsanları kaçırırlar, onların kral ve kraliçeleri olur, periliği öğretirler. Vay onların bir tavuk sırtındaki saraylarına yaklaşmaya cüret eden faninin haline. Perilikten bıkarlarsa, o zaman seçtikleri birinin rüyasına girer, onun kalbine aşk ateşi düşürürler; bu durumda büyülenen kişi, bulana kadar sevgili perisini arar. Dev, kötü bir cin olup, İran kökenlidir. Kâh insan kılığında, kâh boynuzlu ve mahmuzlu hayvan kılığında görünürler. Bazılarının, ateşten oldukları için yanına yaklaşılmaz, bazıları ise rüzgârdan oldukları için görünmez; ancak hepsinin bir tılsımı vardır, ve bir insan bunu bilirse, güç ve iktidarlarını kaybederler. Mağaralarda ve saraylarda, kuyuların dibinde yaşarlar, ve insan etiyle, özellikle de genç kızların etiyle beslenirler. Çoğunlukla dev gibi heybetlidirler, ancak Muhammed Şah, Kızıl Şah veya Şehzade Süleyman gibi bir kahramanın adını duyunca titremeye başlarlar. Bir çoğu, perilerin hizmetinde bulunur, onların bahçelerini beklerler. Kendilerine düşmanca yaklaşanların düşmanı, dostça yaklaşanların dostu olurlar. Anaları ise şeytanların büyük ustası, büyülenmişlerin koruyucusu olan Dev Anası’dır [bkz. örn. Sümbüllü Köşk, s. 15-23; Sihirli Gül, s. 65-72; Devoğlu, s. 115-120; Ejderha Kuyusu, s. 171-180; Sihirli Ayna, s. 379-386 ]. Şayet maceraya atılan yiğidin yoluna çıkar da, o da anacığım demezse, işi bitiktir. Ona dostça yaklaşan kişiyi çocuğu gibi gözetir, yaptığı her işte yardımcı olur ve hatta kendi yavrularını bile feda eder. En tehlikeli dev, Rüzgâr Devi’dir [Rüzgâr Dev, s. 189-205 ]; her türlü silaha karşı dayanıklıdır, kimseye görünmez ve rüzgârdan hızlıdır. Bir boz dev, bir tırnaksız dev, bir de hamamın kubbesi kadar büyük zincirli dev vardır; bu sonuncusunun boynuzları çam ağacı boyundadır [devler için ayrıca bkz. örn. Atın Oğlu, s. 223-241; Kara Dev ile Kızıl Dev, s. 329-339; Üç Peri Kızı, s. 93-114). Aynı şekilde, insana daha çok rüyada görünen, iyi öğütler veren, kahramana, kötüye karşı giriştiği savaşta yardım eden ve her türlü sihir sanatında usta olan aksakallı Pir de İran kökenlidir [Kandehar Padişahının Kızı, s. 415-427 ]. Öğrencileri çoğunlukla uzak ülkelerden güvercin kılığında ona uçan, ondan büyü yapmayı öğrenen ve Pirin adını ve yerini bilen sevdiklerine ellerini uzatan sultan kızlarıdır. Derviş de insana rüyasında görünür (İran masallarında, müslüman masallarında olduğu gibi dilenci baba kılığında değil de, fakir ve muhtaç biri olarak karşımıza çıkar); o prens ve prensesleri biribirine aşık eder, tehlikede iseler, hemen yanlarındadır ve onlara sihirli değneğiyle ve iğneleriyle, kötü cinleri yenmeleri için yardım eder. Kısır kraliçe, derviş ona sihirli bir elma vermişse doğurur; fakir bir delikanlıya başından birkaç saç teli verir ve ona, tehlike anında bunları yakarsa yardım edeceğine söz verir; kendi adını verdiği çocuğu da ömrü boyunca korur. İran tanrı efsanelerinden daha başka varlıklar da Türk halk masalına geçmiştir. Örneğin insanlarla ve diğer cinlerle ebediyen mücadele eden ve genç kızları avlayan ejderha [bkz örn. Ejderha Kuyusu, s. 171-180; Yedi Başlı Ejderha, s. 285-297 ] ve yalan dolan peşindeki büyücü karısı. Burada bir tahmin yapmamıza müsade edilsin. Eski İran çivi yazılarında Drauga yalanı “durudz yalanı”, Yeni Farsçada “Durugh yalanı” demektir, fakat eski Farsçada [= altbaktrisch: Antik dönemde, Perslerin hakimiyetinde olan Amu-Derya bölgesi dili; Ç.N.] Drutza, sadece kötü ve yalancı karılar, büyücüler anlamındadır. Alman tanrı efsanesindeki Drude veya Trude aynı isimden çıkmış olamaz mı? ---------------------------------------- *) Milli Folklor, Sayı: 26, Ankara, s. 77-80'de basılmıştır. Bu tanıtma, Federal Almanya’nın Freiburg kentinde çıkan 1 Ağustos 1890 tarihli bir gazetede “G. W.” imzasıyla yayımlanmıştır; “Osmanische Volksdichtungen” başlığıyla, 100 yıldan fazla bir zaman öncesinde Almanca yayımlanan ve okuyucunun ilgisini çekeceğini düşündüğümüz bu yazı, Ignacs Kunos’un, o tarihlerde yeni yayımlanan “Oszmán-Török Népmesék És Népdalok” [Osmanlı-Türk Halk Masal ve Türküleri] (1889) üzerinedir ve sadece masalları dikkate alınmıştır; Kunos’un bu eserinden 44 masal, 1987 yılında, Arslan Kaynardağ’ın önsözüyle (s. 5-8) yayımlandı (bkz. Ignacz Kunos, Türk Masalları. Türkçeleştiren Gani Yener. Sosyal Yayınlar, Dünya Klasikleri Çocuk ve Gençlik Dizisi: 19, İstanbul 1987, 430 s. Resimli); Yener, Kunos’un derlediği masalları Türkçesinden ve İngilizce çevirisinden yararlanarak, kendine göre Türkçeleştirmiş ve yeniden düzenlemiştir. Dolayısıyla dil yönüyle masallar, asıllarından uzaklaşmıştır. Ancak biz yine de tanıtmayı hem güncelleştirmek hem de okuyucunun işini kolaylaştırmak amacıyla, metinde belirtilen hususların kontrolü için, Gani Yener’in bu yayımındaki ilgili sayfalara göndermede bulunduk. Köşeli parantez içinde verilen sayfa numaraları ve masal başlıkları bu nüshaya göredir. Ç.N.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mualla Öztürk, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |