"Çok söz hamal yüküdür." -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Gel zaman git zaman bencillik o ülkeye öyle yayılmış ki, komşular dahi birbirine misafirliğe gitmez; kimse kimsenin halini hatırını sormaz olmuş. İnsanlar evlerinde sakladıkları yüreklerini sandıklarında bırakmış ve hayatlarını yürekleri olmadan sürdürmeye başlamışlar. Ülkeye kara sandıklar hükmetmeye başlamış. Akan gözyaşları görülmez; atılan yardım çığlıkları duyulmaz; verilen hayırdualar anlatılmaz; paylaşılan dostluklar tadılmaz olmuş. Derken bir gün ülkeye simsiyah giysili bir yabancı gelmiş. Bu yabancının yüzü beyaz bir örtüyle kapalı; elleri beyaz eldivenlerle sarılı; göğsü beyaz bir tülle örülüymüş. Siyahların arasında beyazlar öyle ışık saçıyormuş ki; yabancı geçtiği her yolda dikkatleri üzerine çekmiş. Bu yabancıyı merak eden halk, birbiriyle hiçbir şeyini paylaşmadığı için merakını da paylaşamamış. Gece olmuş, yabancı geldiği yoldan geri dönerek gitmiş. Halk, yapayalnız evine çekilmiş. O gece uzun yıllardan sonra ilk defa herkes aynı düşüncenin içinde kıvranmış. İnsanlar evlerinde, odalarında bir aşağı bir yukarı dolaşıp yabancının kim olduğunu bulmaya çalışmışlar. Yabancıyı düşünürken teker teker yüreklerini sakladıkları kırk siyah sandığın olduğu odalarına gitmişler. Bir anda, unuttukları sandıklarla karşılaşınca duraklamışlar. Yüreklerini hatırlamak içlerini öyle acıtmış ki, hemen oradan çıkmışlar ve yabancıyı da, sandıklardaki yürekleri de o odada bırakmışlar. Yatıp uyumuşlar. Ertesi gün, yabancı yine gelmiş. Bu kez elinde bir beyaz sepet varmış. O yürüdükçe, halk da peşinden gitmiş. Herkes bencil ve tek başına yaşamaya o kadar alışmış ki, birbirine değil konuşmak, selam bile vermemiş; yabancının arkasından birer yabancı olarak yürüyüp gitmiş. Yabancı, sepeti, bir zamanlar gürül gürül akan ama şimdi kuraklıktan toprakları çatır çatır eden ülkenin en büyük kurumuş akarsuyunun yanına bırakmış ve ortadan kaybolmuş. Herkes kaybolan yabancının ardından şaşkınlıkla bakakalmış. Ardından sepette ne olduğunu merak etmeye başlamış ama kimse uzanıp sepeti açmaya cesaret edememiş. Gece olmuş; herkes çaresizlik içinde evine dönmüş. Yabancıyı ve sepeti düşünürken kendilerini yine yüreklerini sakladıkları odada, kırk siyah sandığın önünde bulmuşlar ve hışımla odalarına çekilip uyumuşlar. Yine gün doğmuş; halk erkenden uyanıp, anlaşmış gibi yollara dökülmüş. Akarsuyun yanına gidip yabancıyı beklemeye ve sepette ne olduğunu düşünmeye koyulmuş. Gözler artık birbirine bakmaya başlamış. Yabancı gelmiş; sepetin içine bir parça ıslatılmış ve ezilmiş ekmek bırakıp geri gitmiş. Halk artık, her gece evine gittiğinde siyah sandığındaki yüreğine bakmaya, ertesi günü yabancıyı görmek üzere kurumuş akarsuyun yanında toplanmaya ve meraklarını bakışları aracılığıyla birbirleriyle paylaşmaya başlamış. Yabancı, her gün ıslatılmış ekmek getirip sepete bırakmış ve gitmiş. Halk, her gün aynı saatlerde buluşup aynı merakla bekleşip durmuş. Aradan yedi gün geçmiş. Sekizinci gün herkes aynı saatte meraklı bakışlarla birbirini karşılarken yabancı gelmek bilmemiş. Herkes tarif edilemez bir telaşın içine girmiş. Dokuzuncu gün gelmiş; yabancı yine gelmemiş. Derken sepette bir ağlama sesi duyulmaya başlanmış. Halkın arasından bir ses yükselmeye başlamış: “Bu sepette ne olduğuna bakmalıyız.” Herkes sepete bakmak istiyormuş ama kimse buna cesaret edemiyormuş. Birden bir rüzgâr çıkmış ve sepeti ters çevirmiş. Sepet sallanmaya, ağlama sesi çoğalmaya başlamış. Halk merak duygusuna daha fazla dayanamayarak sepeti açmış; bir de ne görsün! Yüreği olmayan bir bebek! Göğsü delik olan, yüreği olmayan bu bebek acı çığlıklar atıyormuş. Gece olduğu için, her zamanki gibi eve gitme vakti gelmiş. Kimse gururundan vazgeçemediği, yardımseverlik yapamadığı ve cömertlik gösteremediği için bebeğe yardım etmemiş. Herkes evine gitmiş. İnsanlar evlerine gitmişler gitmesine de, kendilerini yüreklerini sakladıkları siyah sandıklarının başucunda bulmuşlar. Bebeğin ağlayan, gönülleri dağlayan, yüreksiz hali içlerine öyle dayanılmaz bir acı vermiş ki, hiç düşünmeden kırk siyah sandığı açıp yüreklerini oradan almışlar ve kurumuş akarsuyun yolunu tutmuşlar. Anlaşmış gibi bütün ülke halkı ellerinde yürekleriyle bebeğin yanında buluşmuşlar. Değil yüreklerini, ceplerindeki bir kuruşu dahi paylaşmayan; değil ölmek üzere olan bir hayvana; insana bile bakmayan bu halk, tek tek sandıklara sakladıkları en değerli varlıklarını, yani yüreklerini o bebeğe sunmuş. Bebek, yürekleri aldıkça sakinleşmeye, gülümsemeye, kendine gelmeye başlamış. Gecenin karanlığında her yürek toprağa bir ışık huzmesi vermiş. Bebeğin bulunduğu toprak ışık demetine dönüşmüş. Ardından bir şırıltı sesi duyulmaya başlanmış. Yıllarca kurak kalan akarsu yine gürül gürül akmaya başlamış. Ülkenin kurak, karanlık ve asık suratlı halkının yüzünde gülücükler açmış. Herkes mutluluktan birbirine sarılmış. İşte o anda, siyahlar içindeki yabancı siyahlarından arınmış, beyazlara bürünmüş halde çıkagelmiş. Bebeği almış, bebeğin tamamlanan yüreğine mutlulukla bakmış, halka dönmüş ve “Teşekkür ederim. Yardım etmeseydiniz bebeğim ölecekti.” demiş ve bebeği alıp gün ışığıyla birlikte oradan ayrılmış. Ayrılırken dilinden şu sözler dökülmüş: - İnsan cömertlik ve yardımla insan olur; bencillik insanı sadece kurutur. Yüreklerini veren insanlar, giden bebeğin ardından yüreklerinin de gittiğini samışlar ama yürekleri içlerine dolmuş, akarsu aktıkça içlerindeki yürekleri de büyümüş, çoğalmış. İnsanların yüreklerine insanlık taşımış. Evlerine gittiklerinde ne siyah sandıklar ne de sandıkları sakladıkları odalar canlarını yakmış. Herkes gün ağardıktan sonra yepyeni ve ışıl ışıl bir güne başlamış. Arkadaşlarını, tanıdıklarını, dostlarını özlediklerini hissetmiş ve büyük bir özlemle misafirliklerine yeniden başlamış. Ama bu sefer, misafirler güler yüzle karşılanmış, kırık bardaklar çöplere atılmış, en güzel bardaklarda şerbetler, tatlılar ikram edilmiş. Yardıma ihtiyacı olanlara yardım eli uzatılmış. Bir daha o ülkeye ne kuraklık ne de bencillik gelmiş.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Dervişe Güneyyeli Kutlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |