Şiir, tarihten daha felsefidir ve daha yüksekte durur. -Aristoteles |
|
||||||||||
|
_Umay, neden beni tablonda bir Türk gibi değil de, Filistinli gibi öldürdün? _Erhan, bilirsin ki Filistinliler savaşırken bile kendi kimliklerine göre savaşmazlar. Ya bir marksist gibi ya da bir çocuk gibi savaşırlar. Oysa bir savaş ne kadar kişilikli ise, elde edilen zafer de o kadar onurlu olur. Sen de tıpkı bir Filistinli gibisin. Savaşın bile sana ait değil. Sen bir Türk gibi nasıl öleceksin ki? _Bunlar çok ağır ithamlar. Beni çok mu iyi tanıyorsun? Neden hakkımda böyle kararlar veriyorsun? _ Sen Nahit'in bir Yahudi olduğunu biliyor musun? Sen onun eliyle sanat dünyasında yer buluyorsun. Onun elleri her zaman iki yakanda olacak bunu da bilmelisin. _Sanatın milliyeti olduğunu bilirim. Nahit'in bir Yahudi olması beni korkutmuyor açıkçası. Benim ırkçılık davam olmadı hiç. Bu konuda da Nahit ile bir savaş vereceğimi bekleme benden. _Sen ne ile var olursan, yok oluşunda da onunla olacaktır. Senin insanlarla kavgalı olmanı istemem tabi. Fakat, iyi ile kötüyü her büyüklüğün içinden çıkarmak lazım ki, büyük, daha da büyük olsun. Yahudiler büyük bir millettir; ama içlerinde kötü de yok değildir. _Umay, ben milletimi severim. Bütün milletleri sevdiğim gibi. Milletimi de sevmeyeni de sevmem doğal olarak. _Kendini inkar edenler, başka milletlerin kölesi olurlar. Türkiye'nin en büyük sorunu köleliktir. Kölelerin ne vatanı olur ne de dini olur. Türkiye'deki insanlar eğreti bir gelindir, kendi vatanlarında. Damatlar ise, bu milletin ırzına geçmek isteyenlerdir. Demek istediğim; Türkiye'deki tarikatların başlarında bile Yahudiler vardır. İşin daha vahim boyutu İsrail, İsrail'de değil, Türkiye'de daha güçlüdür. _Ama ben Yahudiler ile işbirliği yapmasam eserlerim dünyaya nasıl pazarlanır. Hiçbir zaman ünlü bir ressam olamam. _Erhan, şunu unutma! Sen sadece vicdanına ve milletine karşı sorumlusun. Yahudiler, seni milletinin içinde rezil edebilir ya da seni yok edebilirler. Şunu da unutma! Yahudiler Tanrı, değildir. Senin kaderin Yahudilerin eline düşse de, Tanrı eli bütün ellerden büyüktür. _Peki bu ülkede tek sorun Yahudiler midir? _Türkiye'de en büyük sorun bilginin, dinin, paranın, makam ve mevkinin bir başkasına üstünlük kurma aracı olarak kullanılmasıdır ne yazık ki. Devlet, vatandaşını vatandaşına ezdirmektedir. Ayrıca Türk insanı açgözlülükten kurtulamamaktadır. Bu da büyük bir tehlikedir. Zira, bu ülkede bir kemiğe koca vatanı satabilecek insanların sayısı çoğunluktadır. _Umay, bana o kadar geniş bir dünya yaşatıyorsun ki; yanındayken güneş miyim, ay mıyım, yıldız mıyım karar veremiyorum. Tek karar verdiğim şey, senin yanında ışık olduğum için dünyaya daha aydınlık baktığımdır. _Teşekkür ederim Erhan. Gördün mü bir tablo bize neler düşündürdü? İstersen şimdi gel balkonda bir kahve içelim. _Çok iyi olur inan. Balkona ben önceden çıktım. Dikkatimi çeken şey, balkon güneş alan bir yerdi. Balkonun tek manzarası ise sadece karşıdaki apartmandı. Apartman tam anlamıyla gettoları hatırlatıyordu. Bu ülkede insanlar ya getto gibi evlerde yaşatılarak göçmen konumuna getirildi ya da mağara gibi evlerde yaşatılarak ilkelleştirildi. Bu düşünceler içindeyken Umay elindeki kahve tepsisiyle yanıma geldi. Karşılıklı oturarak kahvelerimizi içmeye başladık. Güneşin sıcak ışıkları yüzümüzde, gözümüzde bir aydınlık oluşturken ve kahvelerimizi yudumlarken Umay benden hayat dersi vermemi istedi. _Erhan nedir hayat hakkındaki görüşlerin. Bunu çok merak ediyordum. Benimle tek tek paylaşır mısın? _Tek tek anlatayım o zaman. _"Çok zeki olduğumdan değil, sorunlarla uğraşmaktan vazgeçmediğimden başarıyorum." _Yani başarıda en etkin eylemin irade ve sabır olduğunu anlatmak istiyorsun. _Tabi ki... İrade yoksa başarı da olamaz. Yaprağın savrulması, rüzgarın bir başarısıdır, yaprağın değil. _Çok hoş tespit. Bakış açın çok geniş. Önce dünyayı bir top iplik haline getiriyorsun. Ardından da tüm dünyayı iğnenin deliğinden geçiriyorsun. Sonra da kilim gibi dünyayı tasarlıyorsun. Tebrik ediyorum seni. _Tevecühünüz Umay. _Erhan, tevazüyü da bırakmıyorsun. _Beni mahcup ediyorsun Umay. İstersen yine devam edeyim. _Buyurun. Seni dinliyorum. _"Belirlediğiniz yolun sonuna ulaşacak kadar sabırlı mısınız? Posta pullarının gideceği yere varasıya kadar mektuba yapışıp kalmasından ötürü çok değerli olduğu söylenir. Posta pulu gibi olun ve başladığınız işi bitirin." _Erhan, pulu hiç bu anlamda düşünmemiştim. Demek ki, önemsiz ve küçük gördüğüm şeyler hayatımız için çok önemli olabilir. Birisini ve herhangi bir şeyi küçük görmeden önce iyi düşünmek lazım. _Bence de... _"İki atı aynı anda süremezsiniz. Bir şeyler yapabilirsiniz ama her şeyi yapamazsınız. Şimdiye odaklanın ve bütün enerjinizi şu anda yaptığınız işe verin." _Erhan, insan bir enerjidir ve tek bir işe veya kişiye tutkuyla yanalım diyorsun. Bir kalpte iki sevgili olmaz düşüncesine ben de katılıyorum. Bu konuda son derece haklısın. _Sen de her görüşümü onaylıyorsun. Sürekli onaylandığım yerde, yanılmaktan korkarım. _Erhan, bir gülün rengi soldu diye gül olmaktan çıkmaz. Sen yanılmaktan korkma, senin gül gibi olduğunu kim inkar edebilir ki, ben inkar edeyim. Üstelik rengin hiç solup, sararmıyor da. Her düşüncen rengini tutturuyorsa, benim gibi resimle ilgilenen birinin de seni onaylamaktan başka çaresi kalmıyor. _Umay, öyle güzel yorumlar yapıyorsun ki. Bana söyleyecek söz bırakmıyorsun. _Erhan, lütfen devam edin. _Peki... _" Başarılı olmaya değil, değerli olmaya çalışın." _Bu sözün gerçekleşmesi için insana değer verilmesi gerek miyor mu? Türkiye'de insana değer verilmediği için insanlar değer peşinde değil de, başarı peşinde koşmuyor mu sence? Herkes sonuca odaklanmış. Kimse sürece bakmıyor. Başar da nasıl başarırsan zihniyeti Türk halkının dünya görüşü haline gelmiyor mu, ne dersin? _Bu tespitten sonra ne diyebilirim ki. Yerden göğe kadar haklısın. _Neyse, devam edelim. _Olur. _"Zekanın gerçek göstergesi hayal gücüdür, bilgi değil. Bu yüzden hayal gücünüzün hantallaşmasına izin vermeyin." _Erhan burada dur işte. Bu söz çok hoşuma gitti. Hayalleri şans oyunlarına endekslenmiş bir milletin, zekası da parayla satın olunmuş olmuyor mu? Böyle bir milletin, her ay başı bankamatiğe koşan profesör takımından ne farkı vardır ki? _Türkiye'deki profesörler başlarını paranın türbanlarıyla örtmüşlerdir. Asıl yobazlar aklını kumbaraya çevirenlerdir? Aklı, vicdanı, fikri, hür olmayanlar, nasıl nesnel düşünebilir ki. Bilimsel düşünceyi Türkiye'ye yayabilirler ki. Umay, yaralarımı deşiyorsun ah ah. _Niyetim senin içini acıtmak değil. Sadece yaralarına bakmak istiyorum ki sana yardım edebileyim. _Umay, Türkiye'de elli veya daha fazla yazar Amerika Birleşik Devleti'nden maaş almaktadır, bunu biliyor musun? Böyle bir ülkede aydınlar, çok ışıktan kaynaklanan körlüğe sebep olurlar. Türkiye'de o kadar satılmış kalem var ki, mürekkeplerinden hep kan damlar. Satılmış kalemlerin uçları her zaman milletin yüreğindedir, sakın unutma! _Türk milletinin duygularıyla en çok bunlar oynuyorlar diyorsun yani. _Aynen öyle, Umay... _Lütfen devam edin. _Devam ediyorum o zaman. _"Ben geleceği hiç düşünmem, ne de olsa gelecektir." _Erhan, Türkiye'de bir gelecek görüyor musun peki? _Türkiye'nin geleceği vardır. Nasıl aslanların geleceği otoburlara bağlıysa, Türkiye'nin geleceği de bu doğal akış içinde etoburlara bağlı olarak var olacaktır. Türkiye otobur olmaya devam ettiği sürece, gelecekte de kan kaybetmeye devam edecektir. _Hım. Haklısın. Peki başka sözün var mı? _Buyrun bir söz daha. "Kuralları öğrenin, daha iyi oynayın." _Erhan öyle sözler söyledin ki; bir ressamın sadece resim yeteğiniyle bir değer kazanamayacağını anladım. Demek ki, bilmek, tecrübe etmek, anlamak, hissetmek asıl değeri getiren ögelerdir. _Aynen Umay. Bu arada kahve çok leziz olmuş. Eline sağlık. _Afiyet olsun. Bu akşam herkes gülüyordu. Fincan, kahve, kulp dudaklarımızla birlikte gülüyordu. Ben mi herkesi güldürüyordum, yoksa onlar mı bana gülüyordu, bilmiyordum. Umay'ın evindeydik. Üstümüzden kara bir tren gibi gece geçiyordu. Kolumdaki saate baktım. Umay ise yakın bir tarihte öleceğimi tahmin etmişçesine bana çok içli baktı. Aklıma bir şey gelmiş gibi ayaklandım. Sandalye arkalığından ceketimi aldım. Siyah ceketimin yakası kepek içindeydi. Elimin tersiyle kepekleri sildim. Kapıya kadar sessizce yürüdüm. Umay yanımda şimdiden bensizdi. Evin kapısını açarak yüzüme baktı. Hiç yüzüne bakmadan ayağımı eşikten dışarı attım. Kapının dışına çıktığımda ise göz göze geldik. “Hoşça kalın,” dedim. Çok güzel bir gece geçirdiğimi söyleyerek teşekkür etti. Kapı çelik bir perde gibi ağır ağır kapandı. Apartman çıkışında derin bir nefes aldım. İskeleye doğru yürümeye başladım. Ortalık bir tenhalaşıyor, bir kalabalıklaşıyordu. Bir büfenin yanındaki seyyardan simit alıp tezgâhtaki gazetelerden bir tane aldım. Gazetede kendini öldüren bir kızın haberi vardı. Gazeteyi buruşturup çöpe attım. İskeleye geldiğimde son vapurun kalkışına beş altı dakika vardı. Gişeden bir bilet alarak vapura bindim. Güvertede durup denizi seyretmeye başladım. Denizin karanlık sularına bakarak Umay'ı düşündüm ve ona içimden, bu akşam gökyüzüne bak karanlığın içinde seninle yaşadığım aydınlık günlerin saklı ışıltısını bulacaksın ve bir de karanlık sulara vuran vapurun yakamozlarını göreceksin, seni çok seviyorum, bunu sakın unutma dedim.Sevgi diliyle söylediğim bu cümleleri, denizin siyah bir mürekkebe benzeyen sularıyla, sanki bembeyaz bir kağıttan yapılmış vapurun duvarlarına bağırarak yazmak istedim. Bu isteğim de boğazımda düğümlenmiş bir zincirin kopup karanlık sulara gömülmesi gibi kaybolup gitti. Bir an başımın döndüğünü hissettim. Midem kasıldıkça kasıldı ve kendimi tutamayarak kustum. Kendimi geri atarak bir koltuğa oturdum. İstanbul'un ellerine sığınan bir güvercin gibiydim; ama İstanbul'un avuçlarından kaymakta olduğumu başım iki elimin arasında, düşündüm. Tanrı kadar kimsesizdim. Ne annem vardı, ne de babam... Kimsesizliğim beni Tanrı'ya yakın kılması gerekirken, onunla saklambaç oynamayı tercih ettim. O beni hep söbelerken, ben onu hiçbir yerde göremedim. Bu oyundan canım öyle acıdı ki; ağladım gözyaşlarım düştü önüme. Buğulanan gözlerimle önümü göremedim. Kendimi toparlayarak ayağa kalktım. Bir vapurdaydım ve nereye kaçabilirdim. Ayaklarım ne işe yarardı, vapur beni sürüklerken. İskeleye vapur yanaşınca, bir an önce yerle temas etmek için çıkışa doğru gittim. Vapurun kapağı açılır açılmaz da kendimi iskeleye attım. Yanımda insanlar var mıydı yok muydu bu duygu kalabalığında kestiremedim. Yürümeye yeltenip başımı kaldırıp baktığımda İstanbul bir kartpostal gibi bana gözüktü. Bir kartpostal gibi İstanbul ha yıkalacak ha ben yıkılacağım korkusuyla yürürken rüzgarın hışmından korktum. Sokaklar bir yılan sırtı kadar soğuktu. Nefes aldıkça sokaklar bir fare gibi kendimi hissettim. Hangi deliğe kaçarsam kaçayım, İstanbul sokakları beni bulacaktı. Bir an önce evime gitmek için hızlandım. Her adım atışımda yüreğimin sızısını duyar gibiydim tenimde. Terlemekteydim. Gözlerim şehrin yılansı sokaklarında zehir zemberek bir yalnızlık şarkısı söylüyordu ağlamaklı. Bana bunu reva görüyordu bu şehir. Yağmurlarla ıslanan kupkuru dallarla dolu ağaçlar gibiydim. Terden sırılsıklamdım. Kurumuş dallardan toprağa düşen anılarım ayak altımda ezilmekteydi. Bir sokak lambasıydı anılarım, bütün karanlıkları bana bırakan. Hayalimden tüm insanlar bir gölge gibi geçip gidiyordu. Yetmiyordu aydınlatmaya karanlıklarımı arkadaşlarım ve dostlarım. Fukara bir sokak satıcısının bakışları kadar ezikti bakışlarım. Ağlamaklıydım. Örselenmiş, ayak altında ezilmiş bir kaldırımın izi sıra evime ulaştım. Bir karanlık bir kuytuydu apartmandaki evim. Tekrar girdim o kuytunun giriş kapısından. Giriş kapısını kapar kapamaz merdivenlerden yukarı çıkmaya başladım. Nasıl oldu anlamadım? Apartman ahşaptan bir binaya dönüşmüştü. Ahşap bir yalnızlığın gıcırdayan basamaklarından çıkarken evime, bir testereyle kesiliyordum. Can havliyle kapıyı açarak kendimi içeri attım. Korkuyordum. Ya her yer alevlerle dolarsa diye titriyordum. Apartman içimin yangınıyla tutuşur diye gülüşümü astım vestiyere. Ağlayışlarımı daha bir çoğalttım. Gözyaşlarım düştükçe yere, evimin ahşap tedirginliğini yatıştırdım. Umay'la geçirdiğim onca güzel dakikalardan sonra yaşadığım kadın kokusu yokluğuydu belki de. Annemi hiç hatırlamıyordum. Onun kokusunu da bilmiyordum. Sadece hatırladığım babamın uyurken gıcırdattığı dişleriydi. Babamın o gicirdayan dişleri bana hem sokak köğeği yalnızlığı hem de kadın kokusu ıraklığı yaşatıyordu. Umay'dan sonra yaşadıklarım aslında babamın belleğimde bıraktığı kirli ve yağlı anılarından başka bir şey değildi. İşin ilginç yani hala o belleğin beynimdeki aydınlığında yaşıyordum. Beynimdeki son ışık söndüğünde son uykuyama dalacağım da kesindi. İçimdeki o bilge ve aydınlık kişi daha ölmediğine göre, benim de ölmediğim aşikardı. Göz kapaklarımın iyice ağırlaştığı bir anda, evimin ahşap duvarlarından beyaz lekelerin hareket ettiğini yarı rüyamsı bir durumdayken fark ettim.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © osman demircan, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |