Müzik söylenemeyeni, ama sessiz de kalınamayanı anlatıyor. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Kar yağdı, her yer bembeyaz oldu. Kuşlar kararan siyah noktalara yöneldi. Hava ayaz, camlar buz tutmuş. Sobadaki odun sönünce odanın içi soğumuş, annem biz uyurken hayvanlara yem vermek için ahıra inmiş. Dışarıdaki çocuk sesleri yorganı üstümden atmama sebep oldu. Herkes elindeki kızaklarla karşı yamaca tırmanıyorlardı. Yüzlerce keçinin geçtiği kısımlar hep keçi izi olmuş, adeta doğal kayak pisti idi. Kuzu kümesinde özenle sakladığım kızağımı çıkarıp, üstündeki tozları bir bezle sildim. Kızağın önüne kalın bir ip bağladım. Çocukların gittiği yöne doğru hızlı adımlarla yürüdüm. Onlara yetişmem uzun sürmedi. Hepsi yarışmak için hevesli, kızaklarını övüyorlardı. Biri diyor; benimki iyi kayar altı meşe ağacından, diğeri şimşir ağacı benimki daha iyi kayar. Bu muhabbetle 1,5–2 km geçiveriyordu. İşte şimdi tepenin başındayız. Köy uzakta kalmış, ladin ağaçları karlardan çam ağaçlarına benzemişti. Oturuyoruz kızaklarımıza, bir sürat, bir kıvrılma, sevinç çığlıkları uzaktan gelen köpek seslerini bastırıyordu. Bu çığlıklar yeni uyanacak çocuklara bir uyarı niteliğinde olmuş olmalı ki gelenlerin sayısı gittikçe artıyordu. Kaç kere aşağı inip, kaç kere kaydığımızı hatırlamaz ancak öğle ezanı okununca eve gitmemiz gerektiğine inanırdık. Evimize varıncaya kadar kızaklarımıza binmek isterdik, ancak mahalledeki Zülfü Mustafa ve Canavar dayıdan çok korkardık. Çünkü onlar görürse yolları kaydırıp beni düşüreceksin diye çok kızarlardı. Bizde onlara kara basarak yolun kenarından gitmiyorlar da bize kızıyorlar diye kızardık. Kış bizler için tam bir oyun mevsimi idi. Kaymadığımız zamanlarda yine erken kalkmak lazımdı. Çünkü güneş gelmeden su birikintilerine veya dereye gitmek gerekirdi. Buzların üstünde topaçlar bir başka dönerdi. Topaç illa ki şimşir ağacından olmalı, ucunda kabara olmalıydı. Çok güzel bir topaç yaptırmıştım. Onu farklı kalemlerle boyadım ki dönerken güzel görünsün diye. Ancak ucunda kabarası yoktu. O kadar çok üzülmüştüm ki anlatılmaz. Ancak dedem benim üzülme sebebini öğrenince kolayca çözmüştü. Kabara denilen o raptiyeye benzer çivi olmasa buzda veya başka yerde güzel ve uzun süre dönemezdi. Topaç dönerken kalın bir buz üstüne denk gelir, ipten güzel bırakıldıysa değmeyin keyfine, dakikalarca dönerdi, adeta dönmez gibi görününce ; “oğundu, oğundu” sözleri ortalığı çınlatırdı. Buzun üstünde iyi dönebilen bir de katir denilen başka bir topaç benzeri oyuncağımız vardı. O topaçtan daha uzundu. Ucuna bir şey takılmaz kırbaca sarılarak atılırdı. Kırbaçtan fırlayan katiri başlarsın kırbaçlamaya, ne kadar çok kırbaç vurabilirsen o kadar güzel dönerdi. Her vuruşta şak, şak sesleri etrafta yankılanırdı. Yavaş yavaş etrafımız seyircilerle dolar heyecanlı gözlerle bizleri izlerlerdi. Kış günlerinde kar yağışı devam ediyorsa evlerden çıkamaz, evde oynanabilen oyunlar oynamaya özen gösterirdik. Bunlardan en yaygını köşeden köşeye kaçarak yerleştiğimiz bucak adlı oyundu. Birde ocak oyunu vardı, ceviz büyüklüğünde taşlarla oynanan. Küçük taşlar yığınına ocak deniyordu. Taşların paylaştırılması ile elinde çok taş kalan kaybederdi. Bir de tömbeki adlı oyuncağımız vardı, ağacın kızarmış demirle delinip, içine mil ve ıslak bez vasıtasıyla tıkaç şeklinde biraz şırıngaya benzeyen yapı kazandırılırdı. Ucuna ardıç ağacının tohumu konur, mil itilince tohum ileriye fırlar giderdi. Kimin ardıç tohumu uzağa giderse ya da hedefe kim isabet ettirirse başarılı sayılırdı. Bu oyunların yanında küçük bir odunu koltuğumuzun altına sıkıştırır mahalle imamlarına sureleri okumak için giderdik. Bu sureleri çabuk ezberleyenler yani “elemneşrahleke(İnşirah)” suresine gelen arkadaşlar “ferğab’a çıkmış olurdu. Bu çok büyük bir onur olduğu için gölle adı verilen mısır ve buğdaydan oluşan sulu bir yiyecek dağıtır, bizlerde kaşıkla sahandan yerdik. Daha sonra bunun yerini bisküvi ve lokum almıştı. Bilmiyorum hala buzlarda topaç döndüren, ocak oynayan çocuklar var mı? Bizler hem fiziksel hem de zihinsel oyunlar oynuyorduk. Belki çok yoksulduk ama ruhsal olarak zengindik. Şimdi çocuklarımıza bakınca bir monitör, klavye ve fare yetiyor. Hem gözlerine hem zihinlerine çok üzülüyorum. Bilmem bizim çocuklar hangi oyunlarını anlatacaklar.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © harun şeker, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |