Yalnızca sevgiyi öğret, çünkü sen osun. -Anonim |
|
||||||||||
|
Gözünü açtı, gökyüzüne baktı. Gökyüzü, simsiyah saçlarını gümüş bir ay tarağıyla tarayan gizemli bir kadın gibiydi; sırtı dönüktü; saçları toprakla bir olmuştu. Bu görüntüye kapılmamak, gecelik kadının peşinden gitmemek için kendini zor tuttu. Ellerini yumruk yumruk sıktı. İçine yüklediği ne kadar çığlık varsa hepsini yıldız yıldız haykırdı. Her yan haykırışla yıkandı. Az sonra kapısı çaldı; yıkıp giden sesinin küllerini toplamak isteyenler vardı. “Bırakın beni. Yalnız kalmak istiyorum.” dedi. Sesi gayet katıydı. Bu kararlılık yerini sessizliğe bıraktı. Geriye döndü. Güneş yoksunu odasını iki tane mumla alevlendirdi. Bir süre mumlara baktı. Parmak uçları alevlerin üzerinde dolaştı. Sonra mumlardan birini parmaklarıyla söndürdü. İçi alev alevdi. Alevlerin arasında uçuşan duman is bulutu gibi göz nurunu kapladı. Adam, saçakları karmakarış olmuş bir ağaç gibi duvara abandı. Saçaklar nasıl duvarla içli dışlı olursa ve nasıl kemirirse her duvar kırıntısını, o da öyle kemirdi hayat duvarını; sonra aşkını. Evet, terinin tuzunu tenine bandığı alevlerden çok daha ötedeydi hissettiği şey… Ama aşk kavuşulmaması gereken bir muamma olmalıydı. Gitti, hem de hiçbir haber bırakmadan. Çantasını sırtına aldığı gibi tozu dumana kata kata, yüreğini yaka yaka gitti. Fuzuli gibiydi; Nedim’si yanını bir kenara itip kavuşulmazlığa giyindi. “Ah ne büyük aptallık” diye geçirdi içinden. Kalıp savaşması gerekirken ve buna gücü yeterken neden Fuzuli’nin yolunu seçmişti. “El çek ilacımdan tabîb.” diye haykırdı. Yaralarına terinin tuzu yetmedi, Tuz Gölü’ne gitti; kendini tuza bandı. Tüm vücudu yarıklarla dolu bir kanlı gibi yandı. Dişlerini sıkmaktan dişlerinin kırıldığını hissetti. Bu acı bile az geldi ona. Daha fazla acı çekmeliydi. İçindeki acı bu kadarcık değildi! * Gözlerini açtı. Yine gökyüzüne baktı. Karar verdi. Giyindi, dışarıya çıktı. Evdekiler görünmezlik elbiselerini giyinmişlerdi; birisi gözüne ilişse görünürlük elbisesini parçalayıp atabilirdi. Herkes bunun farkındaydı. Sokağa çıktı. Gecenin saçına bir tutunsa, çekse, çekse; tüm yıldızları yerin yüzüne indirse; düşürse; sonra tek tek her yıldızın her köşesini yüreğine batırsa… Yok! O da yetmezdi. Çok daha derinlerdeydi. Teni yetmezdi, yüreği bile az gelirdi. Ne haykırış, ne yakarış, ne yanış… Hiçbiri çare olmuyordu. Biliyordu çareyi… Adım adım Fuzuli’nin kararına saygı duyarak yürüdü. Onu terk ettikten ve terk edildikten sonra yaşaması gereken bir buluşma vardı. Arabayla ya da motosikletle ya da bisikletle değil. Ayaklarıyla, bin yıllık bir hasretin peşinden sürüklenmiş gibi adım adım gitti. Ve tan ağarmadan ulaştı oraya. Heyhat! Hep de bunu isterdi. Güneş doğmasın! Gün ak ve dalgalı saçlarını savurmasın. Bu buluşmaya yakışmazdı! Yanına oturdu. Dokundu. Elleri yumuşacık oldu. Bu yumuşaklık içinde sakladığı bütün yağmurları firara çıkardı. Satamadığı, içinde tuttuğu, biriktirdiği, sakladığı ne kadar tuz buz yaş varsa hepsini üstüne akıttı. Üzerine yumuldu. Eski bir kitap gibiydi. Sayfa sayfa açıldıkça toz duman kalkıyordu. Haykıran gözyaşlarıyla sesi birbirine geçti. Acısını, acısını hiçbir şey dindiremezdi. Derken bir ışık, koskocaman bir aydınlık onu içine aldı. Gözleri zaten toprak toprak olmuştu; zaten körleşmişti. O ışık seli, bir o kadar daha körleştirdi. - Bak, geldim işte. - Yo, yalan söylüyorsun! Hayalsin sen! - Hayal olsam ne çıkar, şu an buradayım ya. - Yetmiyor! Hayır yetmiyorsun acımı dindirmeye. - Yüzüme bak! İyice, iyice bak! Ben iyiyim. - Yalan söylüyorsun! - Hayır! Yalan söylemiyorum. Bak bana. Körleşmiş bakışlarının tatlı su akıntılarına ihtiyacı vardı. Kadın yanına yanaştı. Geniş omuzlarından tuttu, onu diz üstü kaldırdı. Toprak toprak olmuş gözlerine ellerini sürdü. Genç adam, ne olduğunu anlamadı. Gözlerinde alev sonrası sönen küllerden ziyade bir ferahlık sezdi. - Artık bakabilirsin. Gözlerini kırparak açtı. Işıkların arasında yüzünü gördü. Hayal meyal, belki duman dumandı; ama olsun. İşte karşısındaydı. Omuzlarına dokunuyordu. Ellerini ellerine uzattı. Dokundu. Evet hissediyordu. - Buradasın. - Sana geldiğimi söylemiştim. - Ama! Ama! Bu topraklar altında yatan? - O da benim. - Nasıl yani? - O benim bedenim. Dokunduğun ise benim aslım. Benim özüm. İçindeki aşk öyle büyük ki, bana ulaşmak için benim bedenime ihtiyacın yok. Ama benim özümün, bizim de aşkımızın kanıtı seni bekliyor. Ondan sevgini esirgeme artık. Yoksa sevgisizlikle büyür ve büyüdükçe yoksullaşır. Varlığı yoksullaşmış biri olmamalı benden kalan. Gerçekler acıdır. Ama bu gerçek, acı ötesiydi. - Beni ne zaman görmek istersen ona bak; onda ben varım. - … - Ne olur susma böyle. Bana inan. Bana olan aşkın, sana güç versin; zorluk değil. En büyük engebeler insanın yüreğindedir. Ve en büyük cehennemleri gizler insanın zihni. Algılar istedi mi etrafta ne kadar acı varsa onu toplar, geriye bir zerre umut bırakmaz. Ama sen bu değilsin! Ben sende varsam, umudun en yoğun soluklarını da içinde barındırıyorsun demektir. Ve sana bıraktığım bu hediyeyi beslemelisin. - Haklısın. Ama benim yüzümden oldu bütün bunlar. Kendimi affetmiyorum. - Hayır, sen beşeri korkularının abanışıyla körleştin bir süreliğine. Sana hiç kızmadım. Çünkü seni tanıyordum. Neyi, neden yaptığını biliyordum. Gidişinle olmadı bu son. Gerçeklerin önüne geçemezdin. Ben de değiştiremezdim. - Ama yanında olsaydım, birlikte aşabilirdik. - Hayır. Gecikmişliğin önüne geçemeyecek bir raddedeydik. Kanser ulaşabileceği her yere demir atmıştı. Haklıydı kadın. Bazı şeyleri değiştirebilirdi; ama değiştiremeyeceği şeyler de vardı. Ve şimdi değiştiremeyeceği gerçeğin peşine kapılıp gitmeyi bırakmanın; değiştirebileceği gerçeğin elini tutmaya gitmenin tam zamanıydı. Ayağa kalktı. Işık şelalesinin arasında tek başına yürüyüp kayboldu. Gittiği yer neresiyse; aşkından kalan hangi armağansa onu buldu. Korudu, kolladı, özenle baktı. Son nefes anı geldiğinde aşkı yeniden yanına geldi. - Bak, yıllar geçip gitti. İşte buluşmanın ötesindeki kavuşma anındayız. Son nefesine kadar sakındığı o eşsiz öz’ü kadının ellerine üfledi ve sonsuz hayatın ilk adımını vuslatla kutlamak üzere, ait olduğu yere bıraktı. O anda yeryüzünde bir ağlayış duyuldu. Kadın, damla damla akan ve rahme düşen bir mucizenin içine o özü yerleştirdi. Bu öz, başka bir kadının içinde büyüdü, olgunlaştı ve zamanı gelince kızıl bir dereye kapılarak hayata uzandı. Hayata uzandı ve yeniden hayata uyandı. Bilinmeli ki, o öz hiçbir zaman kaybolmadı, azalmadı ve insanoğlunun son nefes anına kadar süregitti…
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Dervişe Güneyyeli Kutlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |