25\. Saat Filmi

Şehirler ve insanlar, ancak keder ve acı ile inşa olurlar; ama, fakat ve lakin önce tahrip olması gerekir tıpkı Anka kuşunun küllerinden doğabilmesi için önce yanması gerektiği gibi Keskin duruşların iyi kalite politik bir bakış açısının, insanlık hallerinin yuvarlak ve yumuşak hatlarıyla iç içe geçebildiği, başarılı bir film olan 25. Saati yıllar sonra tekrar seyredip kritiğini yapmak ancak bugüne nasip oldu

yazı resimYZ

Şehirler ve insanlar, ancak keder ve acı ile inşa olurlar; ama, fakat ve lakin önce tahrip olması gerekir tıpkı Anka kuşunun küllerinden doğabilmesi için önce yanması gerektiği gibi Keskin duruşların iyi kalite politik bir bakış açısının, insanlık hallerinin yuvarlak ve yumuşak hatlarıyla iç içe geçebildiği, başarılı bir film olan 25. Saati yıllar sonra tekrar seyredip kritiğini yapmak ancak bugüne nasip oldu

Her ne ise, gelin şimdi biraz da başka yaralara bakalım. Kafası iyi çalışan aktörler grubuna giren Edward Nortonun betimlemesiyle ahlaki pasiflik yaralarına şöyle bir gözatalım. Çoğu haksız edinimlerle sağlanmış yüksek standartların bedelini içten içe, devamlı ödeyenlerin yaralarıdır bunlar. 11 Eylül ile içi girmiş, altı çizilmiş New Yorkun öğretmeni, yuppiesi ve uyuşturucu satıcısının, derinleştikçe filizlenen üzüntüleri bu sefer yazılanlar

Monty Broganın 24 saati kalmış. Zaman hızla ilerlemekte; saatler ilk gün dövüleceği ve muhtemelen tecavüze uğrayacağı bir cezaevi gerçeğinin boğazından aşağı akmakta. Uyuşturucu satıcılığı sayesinde iyi bir yaşam süren Monty süre bittiğinde New Yorka veda edecek. Son anlarını mesleği yüzünden kendisine meşruiyet brifingleri veren ama açtığı bar için oğlundan borç para almayı da içine sindirmiş bulunan bir baba, kendisini polise ihbar etmiş olması ihtimali bulunan kız arkadaş Naturalle, ailesinin servetine sırt çevirmiş ve kolej öğretmeni olmayı seçmiş eski bir dost Jacob, parayla oynama konusunda çok iddialı ve hırslı olan öfkeli yuppie-dost Slaughtery ile konuşarak, eğlenerek geçirmeye çalışıyor zamanı Öte taraftan hiçbir şeyden de emin değil. Onlara, olanlara nasıl yabancılaştığını hatırlamıyor, onların kendisi hakkındaki gerçek düşüncelerini bilmekten ise çok aciz.

Spike Leenin bıraktım/yarın bırakıyorum kıvamında yaşayıp giden ama paçayı çok feci bir şekilde ele veren uyuşturucu satıcısıyla, göbeğine yediği zıpkından dünyası şaşan New Yorku aynı enlemde ele alması da hiç de öyle tesadüfi filan değil bana göre Senaryoya sonradan eklenen 11 Eylül gerçeği, filmin hiç de sempatik olmayan uyuşturucu satıcısı karakterine ve onun arkadaşlarının giderek sıkıntıya giren psikolojilerine öylesine güçlü bir uyumla eklemleniyor ki; Spike Leenin cümlesine bakıp gökyüzüne şöyle bir içten kahkaha atmak geliyor insanın içinden: New Yorku 11 Eylül hiç olmamış gibi gösteremezdik diyor Lee. O vakit sormak lazım, sayın Spike Leeye: Bu hikâye 11 Eylülsüz bu kadar anlamlı olur muydu acep? Şahsen ben emin değilim. Çünkü Montynin bir barın tuvalet aynasının karşısında Eminem şarkılarını andıran bir öfke salvosu var ki bu sahne gücünü büyük oranda 11 Eylül trajedisinden alıyor. New Yorka ve onu oluşturan etnik, ekonomik, kültürel ve sosyal olguların hepsine; yuppielere, brokerlara, Korelilere, Çinlilere, Hindulara, siyahlara, Usame bin Ladene, babasına ve arkadaşlarına küfür ettiği ve hepsine canınız cehenneme diye haykırdığı aynanın önünden gerçek muhatabını bularak ayrılıyor Monty: Hayır dostum, asıl senin canın cehenneme. Elinde bir fırsat vardı ama sen o fırsatı kullanamadın. Nortonun 25. Saatin neyi anlattığı sorusuna cevap mahiyetinde söylediği ahlaki pasiflik burada anlamlı bir yere oturuveriyor. Olay yaptığı işin iyi olmadığını bilen adamın, doğru kararın ne olduğunu bilen bir adamın bu kararı almada gösterdiği üşengeçlikten başka birşey değil aslında. Fonda, ikiz kulelerin enkazları arasından gökyüzüne uzanan hayalet vari ışıklar var. Bir başka açıdan, gençleri zehirleyen ve aslında kötü bir adam olmayan uyuşturucu satıcısının üşengeçliği ile üçüncü dünyada gereksiz faaliyetlerde bulunan ve buna karşı olması gerekirken hareketsiz kalan siyasi ve hukuki süreçlerin ahlaki üşengeçliği arasında bir benzerlik söz konusu. El hak pekâlâ bu da mümkün diyelim geçelim

25.Saatin Amerikalılık durumu ne John Woonun Rüzgarla Güreşenler -pardon- Rüzgarla Konuşanlarındaki kaba birlik, beraberlik vurgularıyla, ne de Scorsesenin Bringing Out the Deadte çizdiği naif New Yorkluluk tribinin çıldırtıcılığı ile doğru orantılı. Spike Lee Amerikan tarzı hayatın, daha spesifik olarak New Yorkta yaşamanın içinden samimi bir ses veriyor diyebiliriz. Bu şehir ve hayat tarzı onlarca düşmanlığa rağmen çok güzel şeyler de içeriyor. İlk sekanslarda bu son günün Montyye elveda deme günü olduğunu, çünkü onun sağ kalamayacağını, kalsa bile onunla artık kimsenin görüşmek istemeyeceğini soğukkanlılıkla dile getiren Wall Streetin harika çocuğu Slaughterynin giderek çözülüşü ise filmin omurgasını oluşturan etmenlerden yek diğeri. Hayat kalitesi üzerine yüzlerce diskur çekebilen bu adamın kabuğu kalkıverince hicranlanmış tuhaf bir yara çıkıyor meselenin altından. Bu hal bir yönüyle biraz trajik. Ama filmin genel haline sinmiş hava burada da esintileniyor: Şehirler ve insanlar, ancak üzüntü ve acı ile inşa olurlar; önce tahrip olması gerekir, anka kuşunun küllerinden doğabilmesi için önce yanması gerektiği gibi. Lakin bu iş o kadar da kolay değil! Leenin filmin finaline doğru, Montynin babasının ağzından anlattığı neredeyse folklorik sıfırdan başlama hikayesi için artık çok geç. Ne Amerika için ne de onun suçlu çocukları için kaçacak bir delik ve sığınılacak bir liman yoktur artık. Zaman yeni hikayeler dayatmakta; akleden için sorumluluk duygusunun başrol oynadığı, ahlaki pasiflikin bıraktığı izlenim gri alanların ise çürük yumurtalara boğulduğu bir metin konmalıdır sahneye.

Evet, 25. Saat için kısaca: Keskin duruşların, iyi kalite politik bir gözün insanlık hallerinin yuvarlak ve yumuşak hatlarıyla iç içe geçebildiği, başarılı bir film diyelim.

Sözü artık filmi seyredenlerin yorumlarına bırakalım

İyi seyirler diliyorum

Başa Dön