Bir vakitler insan olmak diye bir şey vardı, hatırlıyor musun? Komşunun kapısını çalıp “Biraz tuz, ekmek var mı?” dediğimiz, yolda tanımadığımız birine selam verdiğimiz, yüreğimizde bir sıcaklık hissettiğimiz günler… Şimdi o günler bir masal gibi, anlatırken bile insanın gözleri doluyor. Günümüz Türkiye’sinde insanlık, kendi elleriyle kazdığı bir çukurun içinde ha bire debeleniyor. Büyümek isterken küçüldük, bir şey olmak isterken hiçbir şey olduk. Vallahi çürüdük! Ama neden? Nasıl oldu da bu hale geldik?
Çürümenin tohumları ister inanın ister inanmayın ama bana göre teknolojiyle atıldı, evet. Sosyal medya denen o dipsiz kuyu, hepimizi birer “beğeni” avcısına çevirdi. İstanbul’un göbeğinde bir genç, sırf daha fazla takipçi toplamak için sokakta bir evsize hakaret ediyor, bunu da utanmadan hikayesine yüklüyor. İzmir’de bir başkası, kiralık bir lüks arabanın önünde poz verip “Başardım!” diye yazıyor, ama o araba onun değil, kiralık çıkıyor. Gerçeklikten koptuk, sahteliğe sığındık. Herkes “görünmek” istiyor, ama kimse “olmak” istemiyor. Oysa insan olmak, görünmek değil, hissetmek değil miydi?
Bu sahtelik, yalnızca sokaklarda değil, en özel alanlarımızda da kendini gösteriyor: Kadın-erkek ilişkilerinde. Sevmek mi? Onu da unuttuk. İlişkiler bir sevgi bağı olmaktan çıktı, bir çıkar pazarına dönüştü. Ankara’da bir adam, sevgilisini yalnızca “güzel bir aksesuar” olarak görüyor; sosyal medyada paylaşmak için fotoğraf çektiriyor, ama kızın gözlerindeki hüznü fark etmiyor bile. İstanbul’da bir kadın, sevgilisini sırf maddi durumu iyi diye terk etmiyor, ama içten içe “Daha iyisini bulursam giderim” diye abiyi yedekte tutuyor. Bencillik ve narsisizm, sevginin yerini almış. Kimse fedakârlık yapmıyor, kimse karşısındakini gerçekten görmüyor. Birbirimize dokunmayı unuttuk; sadece kendi yansımamızı sevmeyi biliyoruz.
Eğitim sistemimiz, bu çürümenin en büyük suç ortaklarından bir diğeri… Üniversite sınavına hazırlanan gençler, hayallerini değil, “puanlarının yettiği” bölümleri seçiyor. Ankara’da bir öğrenci, ailesi “saygın meslek” dedi diye tıp fakültesine giriyor, ama her gece yastığına sarılıp ağlıyor. Çünkü o, bir ressam olmak istiyor; elinde fırçayla tuval başında geçirdiği her an, ruhunun özgürleştiği tek zaman. Yeteneklerini, tutkularını hiçe sayan bir sistem, bireyleri ruhsuz birer makineye dönüştürüyor.
Sonuç mu?
Mutsuz doktorlar, ilgisiz öğretmenler, sevgisiz avukatlar, sevimsiz sevgililer… Toplumun her hücresi, bu mutsuzlukla zehirleniyor. Oysa bir gencin gözleri parladığında, hayallerinin peşinden koştuğunda, dünya daha güzel olmaz mıydı?
Ekonomik eşitsizlik ve tüketim çılgınlığı, çürümenin bir başka yüzü. İstanbul’un gökdelenlerle dolu semtlerinde birileri ultra lüks restoranlarda yemek yerken, aynı şehirde bir başkası çöpten ekmek topluyor. Adana’da bir tekstil işçisi, asgari ücretle 12 saat çalışıp evine ekmek götürmeye çabalarken, bir influencer tek bir reklamla onun bir yıllık maaşını kazanıyor. Bu adaletsizlik, insanları hırsa sürüklüyor; hırs ise vicdanı öldürüyor. Herkes “zengin” olmak istiyor, ama kimse “insan” kalmak istemiyor. Oysa bir parça ekmeği paylaşmak, bir sıcak gülümsemeyi esirgememek, zenginlikten daha büyük bir şey değil mi?
Siyasi ve toplumsal kutuplaşma da bu çürümenin en görünür hali. Komşular, akrabalar, hatta kardeşler bile birbiriyle konuşamaz oldu. Sosyal medyada bir kullanıcı, sırf farklı bir görüşe sahip diye diğerine “vatan haini” damgası vuruyor. İzmir’deki bir kahvehanede, biri hükümeti eleştirince diğeri yumruğunu masaya vurup “Sen kimsin!” diye bağırıyor. Bu öfke, bu kin, bu nefret… Hepsi, insanlığımızı kemiren birer aç kurt gibi… Birbirimizi dinlemeyi unuttuk, anlamayı unuttuk. Sadece bağırmayı biliyoruz.
İyi de bu nefretle nereye varacağız abi?
Gerçekten ne yapacağız yahu? Sanıyorum bu işin çözümü, unuttuklarımızı hatırlamakta saklı. Vicdanımızı, ahlakımızı, sevgimizi geri kazanmamız gerekiyor. Birbirimize “insan” olduğumuzu hatırlatmalıyız. Teknolojiyi bir araç olarak kullanmakta, sahteliğe kapılmamalıyız. Eğitimde insanların yeteneklerini ön plana çıkaran uygulamalara acilen geçişler yapmalıyız. Adaletsizliğe karşı ses çıkarmak, kutuplaşmayı değil, bir arada var olmayı ve vaktimiz gelene kadar da yaşamaya çalışmalıyız. Bir gencin hayallerine destek olmak, bir komşuya selam vermek, bir sevgiliye gerçekten sarılmak daha insani değil mi?
En önemlisi de kendimize dönüp: “Ben kimim? İnsan mıyım?” diye soru sormalıyız. Eğer bu soruyu sorar ve cevabını da ararsak, bu çukurdan bir şekilde hep birlikte çıkabiliriz.
Aksi halde bu kokuşmuş toplumun birer ferdi olarak yaşamak dersek adına yaşamaya çalışacağız. Ben ümitsizliği sevmem. Ve bu milletten hiç bir zaman da ümidimi kesmem. Unuttuğumuz değerlere, yani kendi özümüze dönersek, insan olmayı hatırlarsak, bu karanlıktan el birliğiyle kurtulabiliriz. Yoksa İhsan Oktay Anar’ın dediği gibi, “bir bok olmak” isteyen tipler olmaya devam etmek zorunda değiliz. Haydi, birbirimize sarılalım, birbirimizi duyalım. Bir gülümsemeyle başlayalım, bir selamla devam edelim. Belki o zaman, yeniden insan oluruz. Tercih bizim.
Kalın sağlıcakla…