"Herkesin kendi 'sinekli bakkalı' vardır, kimisi sinek avlar, kimisi bakkalı." - Sait Faik Abasıyanık"

Yazının Çilesi, Şiirin İzi ve Yeni Yazar Adayları

Yazmak sürecinin sancılı ama dönüştürücü gücünü anlatan bu metin, yazarın iç dünyasında kopan fırtınaları samimiyetle aktarıyor. Virginia Woolf'un eserlerine ve yazım sürecine göndermeler yaparak, kelimelerin şiirsel doğasını ve yazma eyleminin insanı nasıl parçalayıp yeniden inşa ettiğini düşündürüyor. Yazmak, sadece kâğıda değil, zihne dokunan kalemle başlayan içsel bir yolculuk olarak resmediliyor.

yazı resim

Yazmak…
İnsanın kendini darmadağın eden ve yeniden kuran o sancılı eylemdir benim için… Kalem, kâğıda değdiğinde değil; kalem zihne dokunduğunda başlıyor asıl süreç. İçimizde birikenlerin kelimeye dönüşürken çıkardığı gürültüyü, patırtıyı, oyukluğu, yangını, soğukluğu ancak yazarının bildiği… İşte o gürültü, bazen insanın öz iç sesini bile bastırır. Virginia Woolf’un güncelerinde defalarca yakaladığımız o tereddüt, o iç hesaplaşma, işte tam da bu yüzden tanıdık geldi bana.

Woolf’un “şiire yaklaşan roman” arayışı, bana her defasında şunu düşündürür: Acaba yazmak dediğimiz şey, eninde sonunda şiire mi yöneliyor? Yani kelimeler, ne kadar düz bir yol çizse de, sonunda şiirin kıvrımına mı düşüyor? Woolf, Dalgalar’ı yazarken edebiyatın mimarisini altüst etmeye kalktı. Bugün dönüp baktığımızda, o romanın hâlâ dalga dalga çarptığını görüyoruz kıyılarımıza… Ama o büyük çabanın bedeli, o ruhun çatlaklarında saklı olduğunu biliyorum. Yazmak, kolayca ödenmeyen bir bedeldir çünkü..

Bizim edebiyatımızda da şiir uzun süre ölçüydü. Bir hikâyenin, bir makalenin, hatta bir köşe yazısının bile şiirle akrabalığı aranırdı. Şimdi ise okur, şiiri neredeyse yük gibi görüyor. Şiir, sayfayı ağırlaştırıyor sanki. Ben ise her zaman düzyazının nefes alabilmesi için şiire eğilmesi gerektiğine inanıyorum. Şiirsiz yazı, kupkuru bir odun gibi yanar da ısıtmaz yürekleri.

Cevdet Kudret’in Halikarnas Balıkçısı’nı, Sait Faik’i özensiz bulması bana daima düşündürücü gelmiştir. Çünkü “özen” denen şey, sadece cümlenin düzgünlüğü değil, onun ardındaki emeğin saydamlığı değil midir sizce de? Bugün çoğu okur, bu emeğe bakmıyor bile. Onca uğraşla kurulmuş bir cümleyi sıkıcı buluyor, aceleyle yazılmış bir paragrafı ise akıcı sanıyor. Demek ki günümüz okurlarının en büyük yanılgısı, hızla karıştırdığıyla derinliği aynı kefeye koyup ona göre değer biçmesidir diyebilirim.

Geçenlerde elime Ümran Nazif Yiğiter’in unutulmuş bir kitabı geçti. Tozlu raflardan çıkan, kimsenin artık adını bile hatırlamadığı bir kitap. Sayfalarını çevirdikçe, sanki bugünün dünyasıyla konuşuyormuş gibi hissettim. Yazının gerçek gücü budur! Yani zamanı, zamanını aşabilmesi. Ve bunu yapabilenler, çoğu kez hak ettikleri ilgiyi görmeden kaybolur giderler bu fani dünyadan..

Şimdi yine soruyorum kendime: Yazmak sıkıntısı gerçekten okuru ilgilendiriyor mu? Çoğu için hayır desem realist bir tespitte bulunmuş olurum. Okur, sıkıntının içinden doğmuş bir cümlenin ağırlığını bence hiç mi hiç bilmek istemiyor. Onun derdi “sürükleyici” olması. İyi de sürükleyici olan her şey değerli midir ki?! Bir tren de sürükler insanı, bir sel de. Oysa bir kuşun kanadındaki zarif titreme, evet insanı belki bir yerlere sürüklemez ama hayatı hatırlatır diye düşünüyorum.

Benim derdim bu yüzden hiçbir zaman sürüklemek olmadı. Benim derdim, okuru kendi içine baktırabilmek, kendiyle yüzleşmesini sağlamakla ilgili oldu hep. Bir satırda takılıp kalmasını, o satırla gün boyu yaşamasını sağlamaya çalışmaktan alacağı hazzı tarif edemem. Belki de yazının gerçek zaferi okurun zihnine değil, kalbine kök salmayı sağlayabilmektir. Belki…

Bugünlerde yazının çilesine gülen çok. “Zorlama, kolay yaz gitsin” diyen de çok. Ama kolay yazının sonu da kolay unutulmak değil mi? Emek, her zaman meyve vermeyebilir; ama emeksiz yazının çürüğü ortaya hemen çıkar bence.

Şiir bana işte bunu öğretti: Güzel bir şey yaratmak neredeyse her zaman “muazzam bir güçlük” içerir. Woolf’un dediği gibi. Ve belki de asıl mesele: Güçlüğün kendisi güzelliğin ta kendisidir.

Ben bu yüzden yazının sıkıntısına sarılıyorum hala… Çünkü biliyorum ki bir satır için harcanan geceler, bir sözcük için çekilen sancılar, er geç bir yerden ışık sızdıracak er ya da geç… Okur baksa da bakmasa da, edebiyatın asıl hatırası da tam da orada kalacaktır.

Ve belki de en büyük tesellim de şu: Yazının sıkıntısı, aslında insanın yaşadığını hissetmesinin en keskin yollarından biridir.

Bugünlerde öyle birini tanıdım. İyi yazıyor. Yürekli yazıyor. İsmi cismi yok. Ama sözleri, kelamı insanın içine bir taş gibi oturuyor. Düzensiz yazmayı, özensiz yazmayı sıkılmış ruhuna iyi geldiği için tercih ediyor. Süslü cümleler kurmuyor olsa da her sözü yüreğinde yoğurup da öyle dışarıya taşıyor.

Ben de bu hanımefendiyi yeni takip edenlerdenim. Yazısında nedenini bilmediğim garip bir okuma zevki veriyor bana çok tanıdık geliyor. Belki de yaralarımız birbirine benzer düzeyde olduğu içindir bu tanıdıklık, kim bilir… Ayrıca ünlü de değil, kendince iç yaralarını, sıkıntılarını cesurca dile getiriyor. . Bakalım bu kaostan ne çıkacak…
Bu arada kendine “pamuk şeker” (sephatme) ismini uygun gören, ancak biosunda hiç de pamuk şekeriyle alakası olmayan “Polye’den Çürükler” diye karstik ovanın çürükleriyle karşı karşıya kaldığım bu genç hanımefendinin adresini buraya iliştiriyorum.

Polye’den Çürükler

Takipte kalın,
Sağlıcakla kalın…

Yorumlar

Başa Dön