İstanbulun fethi, Batı âlemi, hatta bütün insanlık için pek çok şeyin başlangıcıdır; bunlardan birisi de hümanizmdir. İstanbul fethedilince bazı Bizanslı bilginlerin İtalyaya sığınmalarından sonra, bu ülkede doğan hümanizm fikri bütün Avrupaya yayıldı. İlk temsilcisi Floransalı Marsilio Ficinio, en ünlülerinden biri de Hollandalı Erasmustur.
Aynı dini paylaşmalarına rağmen ayrı millet ve ayrı mezhepten olduklarından Bizanslı bilginler İtalyada horlanıyorlar, kötü muamelelere maruz kalıyorlardı. Yahudi asıllı Erasmus, Avrupaya serpilmiş soydaşlarının uğradığı çok ağır zulümlerden haklı olarak acı duyuyordu. Hümanizm insanı değişik farklılıkların üzerine çıkarmak, dini ve milliyeti ne olursa olsun insanca muamele edilmesi gerektiği fikrine dayanıyordu. Batıda mezhep kavgaları, Hıristiyan milletlerin birbirlerini boğazlamaları kızışınca, hümanizm fikri de revaç buldu; bu düşünce sistemi de laik devletin doğuşuna zemin hazırladı. Bu devlet tarzıyla Batılıları kemiren kavgalar sona erecek, ağır baskılar altında bulunan Yahudiler de rahat nefes alacaklardı.
Bir meseleye çözüm yolu göstermek başka, o meseleyi çözmek başkadır. Bilginler, yazarlar çözüm yolunu söyleyebilirler, halk da aynı doğrultuda bazı sloganlar kullanabilir; ama bu görüşler, bu sloganlar millet hayatında bir özellik haline gelmemişlerse, fanteziden öteye gitmezler. Hümanizmin edebiyatını yaparken içlerindeki azınlıkların köklerini kurutmak için her çareye başvurdular. Sömürgeciliği devlet siyaseti haline getirdiler; güçlerinin yettiği milletlere, bilhassa Müslümanlara yapmadıklarını bırakmadılar. Dünyanın dört bir yanında insanlığın yüz karası olacak katliamlara, yağmalara giriştiler.
Hümanizmin tabii sonucu olarak insan hakları gündeme geldi. Hukukçuları insan haklarını formüle ederlerken Amerikada, Endonezyada, Afrikada öldürdüklerinin insan oldukları akıllarına gelmiyordu. Çok geçmeden hümanizm ve insan haklarını milli menfaatlerinin aracı haline dönüştürdüler. Hangi devletin içişlerine el atmak istiyorlarsa, bu sihirli silahlardan yararlanmaya başladılar.
Her şeyimizle Batıya yönelince, Avrupanın fikir dünyasındaki hümanizm de aydınlarımız arasında etkili olmakta gecikmedi. Hiç kimse hümanizme ihtiyacımız olup olmadığını düşünmüyordu. Hümanist olmakla kendimizden kurtuluyor, Avrupalı, modern oluyorduk. Fakat aramızdaki azınlıklar bu akımın hayatımızı erozyona uğratacağını bildiklerinden, içimizde hümanist, kendi cemaatlerinde ise milli olmayı hayat üslubu haline getirdiler.
Halbuki kültürümüz İslami esaslara dayandığından milli olduğu kadar hümanist muhtevalı idi. Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. (Hucurat Suresi, ayet 13) Bu ve daha bazı ayetler milletlerin realite olduklarını bildirdikleri gibi, mayamızın bir olduğunu, rengi, dili ne olursa olsun bütün insanların eşitliğini vurgulayan, bizatihi insana hitap eden, yüceliklerini belirten pek çok ayet de vardır. Dolayısıyla kültürümüzde yoğrulan insan bazı hususiyetleriyle milli iken, diğer bazı hususiyetleriyle de hümanisttir. Diyar diyar sürülen mazlumların, kılıç artığı azınlıkların buluşma yeri haline ülkemizi getiren bu telakki idi. İslamın hümanist ve milli telakkisi Osmanlının tunçtan kanatlarını bütün çaresizlerin sığınak yeri yapıyordu. Bu aynı zamanda hayatın özünü aksettiriyordu. Asırların ötesinden gelen bu telakkiyle, yüzyılları aydınlatan büyüklerimizin Rabbim vücudumu o kadar büyük yaratsaydın ki cehenneminde başka bir kuluna yer kalmasaydı. yakarışını duyuyoruz. Derin coşkunlukların koca dervişi Yunusun ufuklara yazılacak şu sözü de aynı kaynaktan geliyordu:
Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan
Halka müderris olsa da hakikate asidir
Hümanizm ve insan hakları gibi kavramların Batı için elbette bir manası vardır. Ama ülkemde bütün meselelerimizi çözecekmişçesine hümanizm ve insan hakları gibi kelimeleri her duyduğumda ya bir ahmakla ya da bir art niyetli ile karşı karşıya olduğumu fark ediyorum.
Kalın sağlıcakla..