Edebiyatımızda Halk ve Aydın Çatışması

Tanzimat öncesi Türk toplumunda yönetici sınıfını teşkil eden aydınlar, askerî ve sivil bürokrasi ile ulema sınıfından oluşuyordu. Bir yanda da reaya adı verilen yönetilenler vardı. Bunlar da esnafı, tüccarı ve köylüsüyle geniş bir halk kitlesiydi.

yazı resimYZ

Tanzimat öncesi Türk toplumunda yönetici sınıfını teşkil eden aydınlar, askerî ve sivil bürokrasi ile ulema sınıfından oluşuyordu. Bir yanda da reaya adı verilen yönetilenler vardı. Bunlar da esnafı, tüccarı ve köylüsüyle geniş bir halk kitlesiydi.

Osmanlı devletinde bu iki sınıf arasında bazı ayrılıklar vardı. Fakat Tanzimata kadar, bu iki topluluğu birbirine yaklaştıran, hatta birleştiren önemli bir unsur da mevcuttu: Din. İslâmiyet bu iki sınıfın ortak tarafıydı. Yönetenler ve yönetilenlerin hepsi, İslâmî bir dünya görüşü, İslâmî bir hayata bakış tarzına sahipti. Ve bu iki sınıf arasındaki ortak nokta, sadece soyut bir inançtan İbaret de değildi. Tanzimattan önce Osmanlı Türkiyesinde din, aynı zamanda hayata şekil veren bir unsurdu (1). Namazı, orucu, iftarı, mevlidi, bayramları, sünneti, tarih anlayışı, giyim kuşamı hatta evinin dekoruna kadar her şey, bütün toplumda aynı esaslara bağlı olarak düzenleniyordu. Kısacası, hayatı din şekillendiriyor, herşey İslâma göre yapılmaya, herşey İslâma göre yaşanmaya çalışılıyordu.

Bu ortak dünya görüşü edebiyata da tesir etmişti. Tanzimat öncesi Türk edebiyatında aydınlarla geniş halk kitlelerinin birlikte okudukları, benimsedikleri, aralarında ortak bir kültürün oluşmasına yardımcı olan Mesneviler, Siyer-i Nebiler, hadis kitapları, İslâm tarihleri, Tevarih-i Âl-i Osmanlar, Fütüvvetnâmeler, Kısas-ı Enbiyalar, Tezkiretül-Evliyalar, Menâkıpnâmeler, Battalnâmeler, Dânişmentnâmeler, Mevlid gibi birçok eser vardı. Leylâ ile Mecnun, Yusuf ile Züleyha, Ferhad ile Şirin gibi klasik edebiyatın konulan, halk hikâyelerine de geçmişti. Meddahlar sadece kahvelerde değil, saraylarda ve konaklarda da meddahlık yapıyordu. 19.yüzyıla kadar bu ülkede her iki sınıfın çocukları bile aynı masallan dinleyerek büyüyordu.

Bütün bu ortak noktalar, Tanzimat yıllarına kadar Osmanlı toplumunda, aydınla halkı birbirine yaklaştırmış, bütünleştirici bir rol oynamış, aydınlarla halk arasında ciddî bir çatışmanın ortaya çıkmasını önlemişti.

Her ne kadar bazı yenilik hareketleri 18. yüzyılda başlamış ise de, asıl batılılaşma hareketleri 1839 Tanzimat Fermanından sonra oldu.

Tanzimat, imparatorluğun çöküğünü durdurmak için, batı kurumlarının taklit edilerek Türkiyede uygulanması esasına dayanıyordu (2). Halbuki Türkiyenin şartları, batınınkinden çok farklıydı. Bizde yapılacak değişikliklerin bizim yapımıza, dünya görüşümüze, sosyal şartlarımıza uygun olması gerekliydi. Fakat bu yapılamadı. Ve hiçbir parola sormadan, batının herşeyi ülkemize ithal edildi. Tamamen batılı esaslara dayalı modern eğitim kurumlan açıldı. Bu okulların idaresi batılılara teslim edildi. Ve bu okullardan, yeni bir aydın sınıfı yetişmeye başladı.

Bu aydın sınıf, daha çok materyalist ve ateist bir dünya görüşüne sahipti ve batı hayranıydı. Bu materyalist ve batıcı aydınlarla İslâma inanan geniş halk kitleleri arasında tam bir değerler çatışması söz konusuydu (3). Bu yüzden 19. yüzyılın ortalarından itibaren Türkiye, çok ciddi boyutlarda bir aydın-halk çatışmasına sahne oldu. Bu durum günümüze kadar devam etti.

İşte, bu yazıda Tanzimattan sonra başlayan bu aydın-halk çatışmasının edebiyatımıza nasıl yansıdığını mütala edeceğiz.

Türk edebiyatında Tanzimattan günümüze aydın-halk çatışması iki devrede incelenebilir:

1- Tanzimattan Cumhuriyetin ilanına kadar (1839-1923);

2- Cumhuriyetten günümüze kadar (1923) Tanzimat, I. Meşrutiyet, II. Meşrutiyet devirlerini içine alan birinci devrede, Türk edebiyatında aydın-halk çatışması, daha çok aydınların farklı değerlere inanmaları, farklı bir dünya görüşüne sahip olmaları ve zamanla halkın sahip olduğu değerleri inkâr etmeleri ve o değerlere karşı cephe almaları şeklinde görülür.

Örneğin Şinasî, bu Modern Türk Edebiyatının ilk temsilcisi, Mustafa Reşit Paşa için yazdığı kasidelerinde birtakım özel manaları olan kelimeleri, o zamana kadar hiçbir Türk şâirinin kullanmadığı bir şekilde kullanıyordu. Şinasîye kadar resul, nebî gibi kelimeleri din haricinde kullanmak kimsenin aklından geçmiyordu. Halbuki Şinâsî, medeniyeti bir din gibi gördü (4). Reşit Paşayı bir medeniyet peygamberi olarak tebcil etti.

Aceb midir medeniyet resûlü dense sana

Vücud-ı mucizin eyler taassubu tahzîr

Peygamberimizin zamanına vakt-i saadet. Onun yaşadığı asra ise asr-ı saadet denir. Şinasîye göre Reşit Paşanın devri de böyle bir vakt-i saadetti. Peygamberimiz fahr-ı cihandı. Reşit Paşa da medeniyet cihanının fahriydi:

Sensin ol fahr-ı cihan-ı nedeniyyet ki hemân

Ahdini vakt-i saadet bilir ebnâ-yı zaman

Bütün bunlar, Şinasîyle başlayan Tanzimattan sonraki Türk edebiyatında, dinî duygunun yavaş yavaş kayboluşunu gösteriyordu. Aydınlarımızda din duygusu kayboldukça, her iki sınıf arası daha da açılacak ve aydın-halk çatışması, her geçen gün daha da kuvvetlenecekti

Dinî şiirlerinde Peygamberimizden hiç bahsetmeyen Şinasî, sadece akıl ile idrak edilen Bir Allahın varlığını kabul eden, vahye inanmayan bir anlayışın; yani deist bir düşüncenin sahibiydi (5). Vamberyye göre ise o, Paristen ateist olarak dönmüştü (6).

Bir yıl Pariste bir kolejde, daha sonra da bir müddet İstanbulda Amerikan Kolejinde okuyan Abdülhak Hâmitin eserlerinde, materyalist düşünceler daha yoğun bir şekilde görülür. Hâmit, özellikle Garamda dinî inançlarını kaybetmiş, felsefî fikirler içinde bocalayan bir şâir olarak karşımıza çıkar (7).

I. Meşrutiyetten sonra ise materyalist düşünceler, Türk edebiyatçıları arasında hızla yayılır. Bir ara Cizvitler Mektebinde okuyan, ardından Askerî İdâdî ve Harbiyeyi bitiren Beşir Fuat (1852-1887) tam anlamıyla pozitivist, materyalist bir dünya görüşüne sahipti. İstanbulda bilek damarlarını keserek ve nasıl öldüğüne dâir notlar tutarak, 35 yaşında çok trajik bir şekilde intihar eden ve cesedini Tıp Fakültesine armağan eden bu ilk Türk pozitivist ve naturalisti, hayatı boyunca materyalizmin ve ateizmin müdafaasını yaptı. Meşhur Alman filozofu Ludwig Buchnerin Madde ve Kuvvet adlı eserini Türkçeye ilk defa tercüme etti. Maddenin ezelî ve ebedîliğini; Allahın, insanların uydurduğu bir kavram olduğunu ileri süren bu kitap, kamuoyunun tepkisinden çekinilerek basılmamış fakat devrin aydınları arasında elden ele dolaşmış ve onlar üzerinde ciddi tesirleri olmuştur (8).

1896 1901 yıllan arasında meydana getirilen Servet-i Fünûn edebiyatında ise, aydın-halk çatışması Türkiye tarihinde ilk defa o kadar kuvvetlendi ve ilk defa o kadar açık bir hale geldi ki; bu edebiyatın en tanınmış temsilcilerinden Tevfik Fikret, Sis, Tarih-i Kadîm, Tarih-i Kadîme Zeyl, Halukun Amentüsü gibi şiirlerinde açıkça bütün dinleri, Allahı, âhidi, melekleri İnkâr etti. Allah ve şeytanın, insanların uydurduğu bir şey olduğunu, kendisinin enbiyadan müstağni olarak yaşadığını söyledi. Türk halkının bin seneden beri inandığı yüce kitap Kurân-ı Kerîme: Yırtılır ey kitâb-ı köhne, yarın Medfen-i fikr olan sahifaların! (9) diyecek kadar ileri gitti. Türk tarih ve medeniyetine hücum etti. Fikretin kendi ifadesiyle irfanı tabiyet değiştirmişti. Bizimle, bizim değerlerimizle, inançlarımızla hiçbir ilgisi kalmamıştı.

Halit Ziya, Mehmet Rauf gibi Servet-i Fünûn romancılarının, Ahmet Hâşim ve Sahabettin Süleyman gibi Fecr-i Ati yazarlarının Türk halkıyla, Türk halkının sahip olduğu değerlerle uzaktan yakından ilgisi yoktu. Halkın hiçbir meselesi onları ilgilendirmedi. Hâşimin eser verdiği 1908-1923 yılları arasında Türk cemiyeti, derinlerinden gelen zelzelelerle sarsıldı, çatladı ve parçalandı. Hâşim, adeta, bu cemiyetin içinde değilmiş gibi, ondan bir tek şiir ile dahi bahsetmedi(10).

II. Meşrutiyetten sonra ise Sahabenin Süleyman, Baha Tevfik, gibi yazarlar immoralizmin müdafasını yaptılar ve immoralist bir edebiyat meydana getirdiler.

II. Meşrutiyet devri Türkiyesinde aydınlar, artık, halktan tamamen farklı düşünüyor, farklı şeylere inanıyor ve farklı bir hayal yaşıyordu. Her iki topluluk da farklı dünyalardan gelmiş gibiydiler. Halk aydına güvenmiyor, onu kendinden saymıyor, ondan ürküyordu. Aydınlar ise halkı geri, câhil, yobaz olarak görüyor, onların içine giremiyor, kendi fildişi kulelerine çekiliyorlardı.

I. Dünya savaşının acı mağlubiyeti, imparatorluğun yıkılması, Anadolunun düşmanlarımız tarafından işgali, Anadoluda bir ölüm kalım mücadelesinin başlaması, bu yıllarda bir ara aydınla halkı birbirine yaklaştırdı. Fakat Millî Mücadelenin bitip Cumhuriyetin ilan edilmesinden sonra aydın-halk çatışması daha da kuvvetlenerek devam etti.

Cumhuriyet devrindeki bu aydın-halk çatışması belirgin çizgilerle iki devrede incelenebilir:

1- 1923- 1950 yılları arası;

2- 1950den günümüze kadar.

1923 1950 yıllarını içine alana birinci devre, Türkiyede aydın-halk çatışmasının en şiddetli olduğu devredir. Bu devir aydınlarında metafizik endişe, ahlâkî dram, kudsiyet ve ulviyet duyguları mevcut değildir. Bu nesil dine karşı kuvvetli bir reaksiyon içinde yetişir. Bu terbiyenin akislerini edebiyatta açıkça görürüz (11). Bu yıllarda Türk edebiyatçıları, halkın değerlerini, mukaddeslerini, inançlarını sadece kabul etmemek ve inkâr etmekle kalmayıp tahkir ve tezyif edip alaya alırlar. Meselâ, bu devrin Aka Gündüz. Yusuf Ziya Ortaç, Behçet Kemal Çağlar, Kemalettin Kamu gibi şâirleri, bu konuda birbirleriyle âdeta yarışırlar. Kimisi âyet ve hadislere, kimisi ezana, kimisi meşhur mevlide Fâni şahıslar için nazireler yazarlar. Türk milletinin bin seneden beri sahip olduğu değerlere insafsızca saldırırlar.

Size sadece Kemalettin Kamudan bir örnek vereceğim:

Ne Örümcek ne yosun

Ne mucize ne füsun

Kâbe arabın olsun

Bize Çankaya yeter

Bu mısralar, Cumhuriyetin ilk yıllarında Türk edebiyatında aydın-halk çatışmasının hangi boyutlara geldiğini göstermesi açısından önemlidir.

Bu devirde daha da ileri giden edebiyatçılar da vardır. Bunlar aydınlar tarafından Tanzimattan beri savunulan materyalist, batıcı bakış tarzını benimsemediği için, halka kin ve nefretle bakarlar, yazdıkları edebî eserlerde Türk halkının inançları ve değerleriyle birlikte kendisine de açıkça hücum ederler. Bu konuda size iki romancımızın iki romanından bahsetmek istiyorum. Halide Edipin Vurun Kahpeye ve Yakup Kadrinın Yabanı.

Yakup Kadrinin Yaban romanı, Halide Edipin Vurun Kahpeye romanından çok daha açık bir şekilde aydın-halk çatışmasını ortaya koyar. Çünkü Vurun Kahpeye (1926) romanında Hacı Fettah Efendi gibi mürtecilerin, Kantarcıların Hüseyin gibi dessasların, düşmanla işbirliği yapan bir yığın insanın yanında hiç olmazsa ihtiyar Ömer Ağa ve karısı Gülsüm gibi tertemiz halk tipleri de vardır.

Yakup Kadrinin Yabanına gelince, bu romanda anlatılan Türk köylüsü pis, iğrenç, geri kafalı ve vatan hainidir(!) Yakup Kadri, bu romanında sadece bir köyü değil, bir genelleme yaparak bütün Anadolu insanını karalar. Ona göre: Anadolu Düşmana akıl öğreten müftülerin, düşmana yol gösteren köy ağalarının, her gelen gâsıpla bir olup komşusunun malım talan eden kasaba eşrafının, asker kaçağım koynunda saklayan zinacı kadınların, frengiden burnu Çökmüş sahte sofuların, cami avlusunda oğlan kovalayan softaların türediği yer dir (12).

Yakup Kadri, 1932 yılında yayımladığı bu romanında Türk halkına kin ve nefretle doludur. Yazar bu kin ve nefretle romanında Türk köylüsünü hayvanlara benzetir(!) Yakup Kadriye göre bu insanların her biri kendi yuvasında kunduza dönmüştür. Hepsi yarı çıplak köstebek yuvalarında yaşarlar. Ve yazar Anadolu köylüsünü bazen bir sansara bazen bir çakala, bazen mısır tavuğuna ve bir salyangoza bazen bir tırtıla veya yaban kedisine bazen de bir koyun sürüsüne benzetir.

Roman boyunca vurgulanan vatanı kurtarmak için savaşan ileri aydınlarla, Kurtuluş Savaşı na inanmayan gerici köylüler (13) arasındaki çatışmadır. Sanki Millî Mücadeleyi yapan, düşmanı Anadoludan atan Türk halkı değildir. Sanki Millî Mücadeleyi Merihten gelen başka bir halk kazanmıştır.

Türk edebiyatçılarının bu yıllarda, Türk halkına bu kadar haksız bir şekilde yüklenmesinin, Türk halkını bu kadar aşağılamasının sebebi Berna Morana göre geleneklerine ve dinine bağlı Anadolu eşrafı ve köylüsünün yapılan devrimleri benimsememiş olmasıdır (14). Yakup Kadri gibi aydınlara(!) göre ise bu, tahammül edilecek bir şey değildir. İşte Yaban romanı, bu tahammülsüzlüğün ürünüdür.

Bu ilk devirde Mehmet Akif, Mısırda suskun ve ümitsizlik içinde, Yahya Kemal dış elçiliklerde ihtiyarî sürgündedir (15). Necip Fazıl ise, daha ilk devresini yaşamakta ve henüz kendisini bulamamıştır.

1950den sonra ise durum yavaş yavaş değişmeğe başlar. Çok partili hayata geçilmesiyle, geniş halk kitleleri, aydın karşısında kendini toparlamaya çalışır. Türk halkı görünüşte de olsa, aydın karşısında bir değer ifade etmeğe başlar. Halka açıkça ve kabaca hücumlar zorlaşır.

Bu şartlar altında 1950den sonra yazılan edebî eserlerde aydın-halk çatışması, edebiyatçılarımızın bütün halkçı ve toplumcu geçinme ve görünme gayretlerine rağmen, yine Cumhuriyetten önceki halini alır. Yani edebiyatçılarımız 1950den sonra da halkın değerlerini ve inançlarını inkâr ederler, halkı hor ve hakir görürler. Mesela II. Yeni Dönem şâirlerinden Ece Ayhan Türk halkı hakkındaki görüşlerini şöyle açıklar: Ben bütünüyle bunların yaşayışlarına, dünya görüşlerine, beğenilerine, seçmelerine, tarih anlayışlarına, herşeylerine karşıyım. Hiçbir bağıntı kurmak niyetinde değilim kendileriyle. Okur akbabaydı, akbabadır hâlâ (16).

Bir kısım edebiyatçılarımız ise halkın sahip olduğu değerleri ve mukaddesleri, çirkin bir şekilde göstermeğe ve onlardan halkı soğutmaya çalışırlar. Meselâ Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Fakir Baykurt, Bekir Yıldız gibi Marxist yazarlar, benimsedikleri ideolojinin de tesiriyle, çok sistematik bir şekilde, halkımızın yüzyıllardan beri sahip olduğu değerlere karşı cephe alırlar.

Bu saydığımız yazarlar içinde, geleneğe bağlılık açısından en müspet olarak bilinen Kemal Tahirden bir örnek vermek istiyorum:

Kemal Tahir, Millî Mücadele yıllarını anlattığı meşhur Yorgun Savaşçı (1965) romanında, roman kahramanı Yüzbaşı Cemilin okunan akşam ezanı karşısındaki tavrını şu şekilde anlatır:

Uyandığı zaman ortalık kararmıştı. Ağzının içi zehir gibiydi. Bir cigara yaktı. Okunan akşam ezanını dinledi. Bu Arapça ses, yüreğinin sıkıntısını birkaç kat arttırıyordu (17).

Türk halkının bin seneden beri yüreğinin sıkıntısını dağıtan, onu ferahlatan ezan, Kemal Tahirin romanında yürek sıkıntısını arttıran bir ses olarak veriliyordu.

Kemal Tahirin yine aynı romanında, yine aynı roman kahramanı Yüzbaşı Cemil ve arkadaşları, acılı bir bağırtı duyarak hep birden dönüp bakarlar. Bu ses yine ezandır(!) Şöyle devam eder Kemal Tahirin cümleleri:

Hoca, pis bir sesle Allahu Ekber diye bağırarak milleti yatsı namazına çağırıyordu (18).

Bu cümlelerde Kemal Tahirin İslâmî unsurlara karşı tavrı açık bir şekilde ortaya çıkar. O, bu unsurlardan nefret eden adamdır. Ve ona göre, Millî Mücadele devri Anadolusu kara çember sakallı, bacağında namaz kılmaktan dizleri dışarı fırlayıp paçaları baldırlarına çıkmış (19) pantolonlu insanlarla doludur. Bunlar mültecidir, bunlar vatanını sevmezler, bunlar kendi diyarlarını Yunan bayraklarıyla donatan, vatan, millet, hürriyet, adalet şuuru olmayan topluluklardır(!) Bütün Türkiyeyi kurtaran ise, vatan delisi, millet divanesi olan aydınlardır. Halk onların gözünde mücadele edilmesi gereken bir topluluk, güdülmesi gereken bir sürüdür. Ve daima potansiyel bir tehlike teşkil eder.

Türkiyede aydınların bir bölümü, yıllarca Türk halkına, geniş kitlelere hep bu şekilde bakmışlardır. Bunun en önemli sebeplerinden birisi, Tanzimattan bu yana aydınların ve halkın hayata bakış tarzının, dünya görüşünün birbiriyle tamamen tezat teşkil etmesidir. Başka bir deyişle, Türkiyenin yüzelli yıllık yakın geçmişindeki aydın-halk çatışması, aslında halk ve aydınların dünya görüşlerinin birbirinden tamamen farklı olmasından kaynaklanmaktadır. Ve bu farklılık ortadan kalkmadıkça bizce aydın-halk çatışmasının ortadan kalkması da pek mümkün değildir.

Yalnız burada şunu da vurgulamak isterim ki, 1950den sonra Türkiyede kökü halka dayalı, halkın içinden çıkmış, onun değerlerini paylaşan, onun inandıklarına inanan aydın bir nesil de yetişmeye başlamıştır. Halkıyla bütünleşip, Türkiyenin asırlardan beri devam eden kara talihini değiştirecek, milletimizi tekrar tarih sahnesindeki onurlu yerine oturtacak çok şükür her alanda yeni bir nesil de yetişmiştir.

Bu nesil edebiyata da yansımış, halkın değerlerini terennüm eden bir Akif Ölmüş, fakat yüzlerce Akif doğmuştur. Onlar kökü halka dayalı aydınlar olarak, içinden çıktıkları geniş kitlelerin değerlerine ters düşmedikleri gibi, o değerleri sanatın ihtişamı içinde en güzel şekilde destanlaştırmışlar; seher yeli kadar tatlı ve pürüzsüz bir şekilde anlatmayı başarmışlardır.

Bu millet onları, hayırla yad edecek ve hiçbir zaman da unutmayacaktır. Fakat kendisiyle yıllarca çatışan, değerlerine saygısızlık eden köksüz, ruhsuz sözde aydınları ise, tarihin karanlık sayfalarına gömecek ve bir daha hatırlamak bile istemeyecektir.

Selamlarımla.

DİPNOTLAR

  1. Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, İst. 19S3, s. 12-13.
  2. y.a.g.e.,s. 13.
  3. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Dr. Abdullah Cevdet ve Dö nemi, İst., 1981, s. 8.
  4. İsmail Habib, Yeni Edebî Yeniliğimiz Tanzimattan Beri Edebiyat Tarihi I, İst., 1940, s. 46.
  5. Ömer Faruk Akün, İslâm Ansiklopedisi (Şinasî maddesi) c. 11, İst. 1970, s.555.
  6. y.a-g.e., s. 555.
  7. Mehmet Kaplan, Türk Edebiyat Üzerine Araştırmalar, I, İst. 1976. s. 300-313.
  8. M.Orhan Okay, Beşir Fuad, İlk Türk Pozitivist ve Naturalisti, İst., 1969, S. 184-185.
  9. Rübabı Şikeste, İst., 1973, s. 22.
  10. Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri I,5. b., İst, 1975, s. 141.
  11. Mehmet Kaplan, Nesillerin Ruhu, İst., 1967, s. 18.
  12. Yaban, 13, b., İst. 1979. s. 149.
  13. Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış, s. 173.
  14. y.a.g.e.,s. 183.
  15. Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, Ankara, 1969. s.163.
  16. Yeni Edebiyat, Ağustos 1970 / Gösteri, Şubat 1985,
  17. Yorgun Savaşçı, 8,b., İst, 1983, s. 175.
  18. y.a.g.e.,s.346.
  19. y.a.g.e.,s. 266.
Başa Dön