Battaniyeme sarılıp, başımı yastığa koyarak uyumaya çalışınca, yüzler geçiyor gözlerimin önünden. Peş peşe.. Kontrolüm dışında bir hızla.. Kadınlı, erkekli.. Hiç tanımadığım ve daha önce görmüş olduğumu hatırlamadığım. Daha, birini bile incelemeye fırsat bulamadan, bir diğeri beliriyor. Saniye içine sığacak onlarca yüz...
Tanıdık bir yüz arıyorum içlerinde. Onu yakalarsam, akışı durduracağım hissine kapılıyorum. İstediğim yüzlerden birini görmek için sabırsızlanıyorum. Her beliren yüzün yabancı olması, zaten hızlı bir akışa sahip olan görüntülerin, daha fazla hızlanmasını istememi sağlıyor. Yüzler değiştikçe ve görmek istediklerimden biri belirmeyince korkarak gözlerimi açıyorum.
Görüntüler ürkünç olmadığı halde, neden korktuğuma anlam veremiyorum. Her zaman yaşamasam da bu olayı, kadınımın benden koptuğunu yoğun bir şekilde duyumsadığım anlarda yaşadığımın farkına varıyorum. Görüntüler arasında görmek istediğim yüzün de, kadınımdan başkasının olmadığı kanısına varıyorum. O an, yüreğimdeki sızının bir sancıya dönüşüp, daha çok canımı yakmasıyla duygularımı aktaracak birinin varlığına gereksinim duyuyorum. Kimselerin olmayışı, saatlerin geceyarısını çoktan geçmesi ve günün ağarmaya daha epey zamanın olmasıyla yazı defterime sarılıyorum. Temiz bir sayfaya aktarmak istediğim kelimelerin, kurgulamadan, rasgele serpilen tohumlar gibi dökülmesiyle O'nsuzluğumu en iyi şekilde dile getirebileceğim düşüncesine kapılıyorum. Ve başlıyorum yazmaya.
Henüz birkaç cümle yazmışken, kelimelerimi özgür bıraktığım halde yetersiz oluşları, duygularımın isteğimce dile gelememesi canımı sıkmaya başlıyor. Güneşin gecikmesine kızıyorum. Yazmayı bırakıp bir sigara yakıyorum. İçime kadar işleyen, aralıklarla da olsa beni yalnız bırakmayan sessiz arkadaşımdır sigaram... Gözlerim, orjinali suluboya yapımı, papatya resimli üç yüz atmış beş günü gösteren takvime takılıyor. (En sevdiğim çiçeklerdendir, özgür olmasından sebep.) O'nsuzluğu bağıran günlerin yığın olduğu çarpıyor gözüme. (Papatya da olmasa, tabutluğa kapatılmış hissederdim galiba.) Gözlerimden, ruhuma dağılıyor, O'nsuz gece nöbetlerim. Ağırlaşan bedenimin, oturduğum zemine çakılacağı endişesiyle ayağa kalkıyorum. Hareket edişim biraz rahatlatıyor beni. Mutfağa girerek, -salt oyalanmak için- aperatif yiyeceklere bakınıyorum. Hepsinden önce, buzdolabındaki açılmamış şarap şişesi ilişiyor gözlerime. İçmek ve hülyalara dalmak için bundan iyi bir an olamaz diyorum ama karşımda, ikinci bardağı tutacak insanın, yani O'nun yokluğu, şarabın damağıma bırakacak tadını da anlamsızlaştıracağından, vazgeçiyorum içmekten ve birşeyler atıştırmaktan. Sadece sigaramdan derin nefesler çekerek, O'nlu zamanlarımızı düşlüyorum.
Gökyüzü aydınlanmaya başladığında, sarktığı hissine kapıldığım yüzüme soğuk su çalarak sokağa çıkıyorum ve güneşin doğduğu yöne yürümeye başlıyorum. Kızıla boyanan gökyüzü, gecenin tüm ağırlığını yakar gibi çekip alıyor üzerimden ama yüreğimin orta yerindeki daralmayı bir türlü hafifletemiyor. Ezgilere sığınıyorum:
"gökyüzüne çizilmiş resimlere benzerdik
rüzgarın peşine takılan bir nefes gibiydik
kırdı dallarımızı fırtınalar boranlar
kaldı bahar çiçekleri üzerinde sevdamız..."
Ve kaybolmak istiyorum İstanbul sokaklarında, ayazı tenimde, gün ışığını kirpiklerimin yansımasında hissederek; Zemherinin şu ilk günlerinde...
Sonraları, herşey O'nu hatırlatmaya başladı: küçük çocukların gözlerindeki pırıltıda gördüm, O'ndaki sevgi dolu bakışları; Kanaryamın sabah ötüşünde duydum, O'nun "günaydın," deyişini; su kuşlarının dalgalardaki süzülüşlerinde gördüm, O'nun dokunuşlarını; ılık bir yaz yağmurunun tenime değişinde duyumsadım, O'nun dudaklarını; ve yavru bir kedinin, annesine sırnaşmasında gördüm, battaniyeyi kaldırıp bana sokuluşunu...
Meğerse ben sevgi(li)yi, avuçlarımda tutmuşken kaybetmişim...