Üzerinden sarkan, kendine üç beden büyük gelen pantolonu (ki önündeki seneler de düşünülerek alınanlardan), küçücük ve esmer ellerinde sırıtan kocaman, parlak çay tepsisi ve çocuklara has masum, belki biraz utangaç bakışlarıyla girdi odaya. Girdi ve küçük kıyamet anlarımdan biri oluverdi. O hiç farkında olmasa da…
Yaşı belki ondu belki on iki… Daha küçücüktü. Yorgundu. Hem de çok yorgun. Çelimsiz bedenine ağır geliyordu yükü belli. Sabahtan beri koca binada tek başına çay taşımıştı, taşıyacaktı… bildiğimiz tabirle ekmek parasıydı derdi ve yine bildiğimiz tabirle yaşıtları dışarıda sokağın ve oyunun içindeyken o kahverengi ve kirli bir binanın içindeydi. Belki de ‘hayatın içi’nde olmasıydı acıtan, şaşırtan.
Şaşırmak aptalcaydı dedim sonra kendi kendime. Biliyorduk, öğrenmiştik biz bu çocukları. Nasıl öğrenmiştik hatırlamıyorum. Ama öğrenmiştik. Masa başı söylemlerde anmıştık sık sık yumruklarımızı sıkarak. Hiç tanımasakta onları, hiç yüzlerini görmesek de içimiz acımıştı parçalanan ellerini ve yorgun çıplak ayaklarını düşünerek.
Sonra herhangi bir zamanda herhangi bir binada karşıma dikiliverdi biri. Küçük kıyamet anlarımdan biri oluverdi. O hiç farkında olmasa da… Şimdi düşününce, biliyorum ki aslında onlar her yerde dikilmişti benim karşıma ama sanıyorum ilk defa kafamın içini değil yüreğimi açtım ve sanıyorum ilk defa gerçekten gördüm. Bir asır öncesi gibi gelen ama dünya zamanıyla en az üç en fazla beş senesine tekabül eden önceme aldı götürdü beni.. Bizi duyup duymadıklarını bilmeden ve hatta önemsemeden, onlara ‘güzel günler göreceğiz çocuklar’ demiştik ama aramızda değillerdi, hiç olmadılar... Bizim gibi düş kurma şansı vermedik onlara. Belki de hiç okşamadık, dokunmadık… Onları kurtarmayı hayal etmiştik en çok. Zihnimizin içinde bir imgeydi o çocuklar, romantik bir devrim hayali… metamızdı en çok… Sanırım biz en çok şiirlerdeki çocukları sevdik…
Güzel günler göreceğiz çocuklar,
güneşli günler
göre-
-ceğiz...
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz...
Açtık mıydı hele bir
son vitesi,
adedi devir.
Motorun sesi.
Uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikûlâdedir
160 kilometre giderken öpüşmesi...
Hani şimdi bize
cumaları, pazarları çiçekli bahçeler vardır,
yalnız cumaları
yalnız pazarları..
Hani şimdi biz
bir peri masalı dinler gibi seyrederiz
ışıklı caddelerde mağazaları,
hani bunlar
77 katlı yekpare camdan mağazalardır.
Hani şimdi biz haykırırız
Cevap:
açılır kara kaplı kitap:
zindan..
Kayış kapar kolumuzu
kırılan kemik
kan.
Hani şimdi bizim soframıza
haftada bir et gelir.
Ve
çocuklarımız işten eve
sapsarı iskelet gelir..
Hani şimdi biz..
İnanın:
güzel günler göreceğiz çocuklar
güneşli günler
göre-
-ceğiz.
Motorları maviliklere süreceğiz çocuklar,
ışıklı maviliklere
süre-
-ceğiz.....
(Nazım Hikmet RAN)
Şiirlerde de sevsek, o zamanlar onlar için güzel şeyler yapabileceğimize yürekten inandığımız zamanlardı. İnandığımız zamanlar kıyametimiz oldu…
Şimdi buram buram arabesk kokan bu cümleler, salt düş kurmanın, buna inanmanın ama şiirlere ve türkülere hapsolmanın bedeli elbet. Ödüyoruz… o çocuk orda… o binanın içinde… ‘hayatın…’
Şimdi dilimde mutasyona uğradı her şey, ve zihnimde… Güzel günler görecektik çocuklar, size biz sunacaktık ellerimizle... biz sandık ki, sizin için düşler kurmak yeterli… biz sandık ki yüreğimizin ortasına oturtunca sizin çıplak ayaklarınızı çözüm kendiliğinden gelecek… biz sandık ki şiirler bize cesaret verecek… olmadı elbet ama ne var ki biz; hem vallahi hem billahi çok inanmıştık!
Güzel günler görecektik çocuklar, Nazım Usta kadar inançlıydık…