Aslan Tekkeye Ulaşıyor
Işkıng kıldı şeyda meni cümle âlem bildi meni
Kayğum sensen tuni kuni menge sen ok kereksen
Taalallah zih-i ma’ni sen yarattıng cism ü canı
Kullik kılam tuni kuni menge sen ok kereksen
Közüm açdım seni kördüm küll kongulni senge berdim
Uruğlarım terkin kıldım menge sen ok kereksen
Hoca Ahmed Yesevi
Mikail yaptığından pişman kıvranırken, Aslan’ı uyku tutmamış, yatağında epey gezinmiş. Bütün han sukutla haşır neşirken, günün doğmasını beklemeden ormana çekilmiş. Ne gideceği yönü kestirebiliyormuş, ne de oğlanı tekrar bulursa diyeceğini… Kuşağı savurmuş havaya, ucunun gösterdiği tarafa yönelmiş. Çok geçmeden kulübeyi, önünde ağaç dallarını bir eden yarenini bulmuş.
Adımları hızlanır hızlanmaz dünkü oyunun tekrarını yaşamış, zavallı. Her güçlü, umutlu adımında ne oğlana ne barakaya yaklaşabiliyormuş. Yorgunluk bedenini sarınca, bayılmaya imkân vermeden bağdaş kurup oturmuş, vazgeçmiş koşmacadan. Sade, gözlerini yummadan işini bitirip içeriye giren oğlanı, kulakları sağır eden gürültüyle sımsıkı kapanan büyük kapıyı, muhtemelen üzerinde aş pişen ocaktaki ateşten yükselip bacayı boğan, sonra çizgi çizgi göğe salınan kirli gümüşi dumanı seyre koyulmuş. Sabrının sonunu merak edermiş, şimdi senin usundan geçtiği gibi.
Almış mı beklemenin ödülünü? Almış almış çok şükür. Her dakika bakışlarıyla çekmiş kulübeyi kendine sanki karış karış. Burnunu dibine dek ilerlemiş baraka, en nihayet o çivilemiş sandığı adam boyundan uzun kapı gıcırdayarak ardına dek açılmış. Misafirini bekler olmuş. İşkillenen Aslan doğrulmuş yerinden, dört bir yana gezmiş, bakmış dört tarafta birer kapı, hepsi önünden geçerken usul usul aralanmış. Nerden gireceğine, uygun eşiğin hangisi olduğuna karar verememiş beyimiz. İlk gördüğünde hüküm kılmış.
İç avluda aşina olduğu oğlan karşılamış, Aslan’ı. Elleri göbeğinin hemen üstünde birleşmişken hafifçe eğilmiş önünde, sonra sağ elini ileri uzatıp dâhil olsun diye buyur etmiş. Gümüş şamdandan çağlayan pırıltıyla bellenen odanın ortasında bir seccade, onun sırtında bir sofra, beraberinde türlü bardacık… Destur demiş erlerin yanında avratları fark edince. Çekincesini görünce hürmet gören pir duhul etmesine izin vermiş, avucuna aldığı ufacık sandukayı uzatmış, bu kez tekkede bağdaş kuran Aslan’a. Yanan ateşi ve yanmayan pamuğu görünce bir arada cahil, hikmete mana verememiş. Pir dönmüş canlara hocasının kelamını dillendirmiş:
“Hanumanın terk etmezdin körmes didar
Didar körey degen aşık bolur bidar
Andag aşık ahir körgey anda didar
Didar körmey sırdın haber tuymang dostlar
Sırdın mana tuymağanlar biganedür
Ol aşıknı mekanları veyranedür
Işk yolıda can bergenler cananedür
Candın keçmey candın haber bilmeng dostlar.”
Yakın bulduğu ancak anlam veremediği kelimeler aklını sarıvermiş, beyceğizin. Sıkıntıdan, bilmemenin ayıbından yummuş gözünü, ter basmış alnını, içilen gamın kokusundan mı nedir, kendinden geçmiş. Pir elini koymuş omzuna sarsmış adamakıllı.
“Yolun nire yiğidim?”
“Halep…” diyebilmiş.
“Ardından Şam gelür… Peşü sıra Kudüs değil mü?”
Aslan yanıtını saklı tutmuş. Pir duvardaki tahta kılıcı işaret etmiş, eşikteki oğlana, parmaklarıyla tutunca sapından misafirinin ensesine indirivermiş. Uyuşması geçmiş Aslan’ın kollarının ucunda iki yumruk belirmiş.
“Dilersen çekünme indür öfkeni… mene sorarsan biriktür derüm ya… Daha çok münasipleri bulacaksın nasülsa… hepsünden beri kendüne, kendüne… Kudüs nefsündür, tez kör eyleyesun… Kanaat eyle, uzlette teveccühle zikr et, rıza göster. İnsan-i kamil nur-i ilahiyi bulunca yanunda Kudüs nedür ki!”