**İslam dininin doğru anlaşılması, her zaman Kur’an’a dayalı olmalıdır. Ancak tarih boyunca, özellikle gelenekselci akımlar ve tasavvuf ekollerinin etkisiyle, İslam’ı anlamada bazı sapmalar yaşanmıştır. Bu sapmalar, genellikle Kur’an’a dayanmayan, uydurma hadisler ve halk arasında yerleşen yanlış inançlarla şekillenmiştir. Gelenekselci bakış açısında, Nebimiz Muhammed’in ve sahabenin sürekli fakir olduğu anlatılır. Bu anlayış, genellikle tasavvufi öğretilerle harmanlanmış ve fakirlik erdemi olarak sunulmuştur. Ancak Kur’an’da, Nebimizin fakirken zenginleştiği açıkça belirtilmektedir. Duhâ Suresi’nin 8. ayetinde Allah, Nebimiz Muhammed’i fakirken bulup zenginleştirdiğini belirtmiştir: “Ve seni fakir bulup zengin etmedi mi?” (Duhâ, 8) Bu ayet, İslam’ın temelinde yer alan Allah’ın lütfuna ve kudretine dikkat çeker. Allah, Nebisine verdiği nimetlerle onu hem dünyada hem de ahirette şanlı kılmıştır. Kur’an’da yer alan başka bir ayet de bu durumu pekiştirmektedir: “Kesinlikle yakında Rabbin sana verecek, ve sen hoşnut kalacaksın.” (Duhâ, 5) Nebimiz Muhammed, sadece kendisi zenginleşmekle kalmamış, aynı zamanda bu zenginliğini, inananlarla paylaşmış ve onların da zenginleşmesine vesile olmuştur. Tevbe Suresi 74. ayette, Nebimizin ve sahabesinin Allah’ın bol ihsanından faydalandığı ve bu nimetleri başkalarına aktardığı anlatılmaktadır: “Allah'a söylemediklerine yemin ediyorlar hâlbuki inkâr sözü söylediler ve teslim olduktan sonra inkâr ettiler ve erişemeyecekleri bir şeye yeltendiler ve öç almaya kalkmaları ancak Allah ve elçisi onları lutfuyle zengin etmesi nedeniyledir.” (Tevbe, 74) Bu ayetler, Nebimizin ve sahabesinin zenginliklerinin, imanla birlikte gelen bir lütuf olduğunun altını çizmektedir. Ancak, gelenekçi bakış açısında, Nebimizin sürekli fakir olduğu savunulmaktadır. Örneğin, Aişe’nin naklettiği bir hadiste, Nebimizin ve ailesinin bazen aylarca yiyecek olarak sadece hurma ve suyla yetindiği ifade edilmiştir: “Bazı aylar olurdu, hiç ateş yakmazdık, yiyip içtiğimiz sadece hurma ve su olurdu. Ancak, bize bir parçacık et getirilirse o hâriç.” (Buhârî, Et'ime 23) Benzer şekilde, İbnu Abbas’ın rivayet ettiği bir hadiste, Nebimizin ekmek olarak çoğunlukla arpa ekmeği tükettiği ve ailesinin çoğu zaman aç kaldığı belirtilmiştir: “Resûlullah ve ailesi üst üste pek çok geceleri aç geçirirler ve akşam yemeği bulamazlardı.” (Tirmizî, Zühd 38) Bu tür hadisler, uydurma hadisler olup gelenekselci bir bakış açısının ürünüdür. Nebimizin yaşamını fakirlik ve dünya nimetlerinden uzaklıkla özdeşleştirir. Ancak bu yaklaşım, Kur’an’ın genel öğretileriyle çelişmektedir. Kur’an’da, yalnızca Nebimizin değil, diğer Resullerin de zenginlik ve güç sahibi oldukları vurgulanmaktadır. Allah, resullerine mal ve mülk vermeyi bir sünnet olarak kabul etmiştir. Örneğin, Yûsuf Suresi 56. ayette, Allah’ın Yusuf’a yeryüzünde güç ve imkân verdiği belirtilmektedir: “Ve böylece Yusuf'a o yerde güç verdik dilediği gibi oraya yerleşti. Merhametimizi dilediğimiz kimseye ulaştırırız. Ve iyilik yapanların karşılığını zayi etmeyiz.” (Yûsuf, 56) Ayrıca, İbrahim ailesine de büyük bir mülk verilmiş ve Allah bu aileye hikmet ve kitap bahşetmiştir: “Yoksa Allah'ın lutfundan verdiği şey üzerinden mi insanları kıskanıyorlar? Kesinlikle İbrahim soyuna kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir mülk verdik.” (Nisâ, 54) Bu örnekler, Kur’an’daki İslam’da zenginliğin ve gücün Allah’ın lütfu olduğunu ve elçilere verilen bir nimet olduğunu gösterir. Geleneksel bakış açısının aksine, fakirlik ve zenginlik arasındaki dengeyi anlamak, Kur’an’ın öğretilerine uygun bir din anlayışını ortaya koyar. Tasavvuf, genellikle dünyevi hayatı terk etmeyi, fakirliği ve sadeliği erdem olarak kabul etmeyi öğütler. Ancak bu öğreti, Kur’an’ın ve Nebimizin hayatının doğru anlaşılmasından sapmıştır. Kur’an’a göre, dünya hayatı bir imtihan yeridir ve müminlere bu dünyada nimetler verilir. Ancak bu nimetlerin paylaşılması, başkalarına fayda sağlanması ve doğru yolda kullanılmaları gerekir. Tasavvufun “bir lokma bir hırka” anlayışı, yanlış bir algıdır. Allah, insanlara verdiği nimetlerle onların gücünü artırmayı, imanlarını pekiştirmeyi hedeflemiştir. Kur’an’da, müminlerin küfrün karşısında teknik ve teknolojik üstünlük sağlamaları gerektiği belirtilmektedir. Enfal Suresi 60. ayette, müminlere, düşmanlarına karşı güç hazırlamaları emredilir: “Ve onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlı atlar hazırlayın Allah'ın ve sizin düşmanınızı ve onların dışında sizin bilmediğiniz Allah'ın bildiği düşmanınızı korkutursunuz.” (Enfal, 60) Bu ayet, tasavvufi anlayışın aksine, müminlerin dünya işlerinde başarılı olmalarını ve bu başarıyı küfürle mücadelede kullanmalarını öğütler. Gelenekselci bakış açısının ve tasavvuf anlayışının, Kur’an’daki İslam’dan sapmalar içerdiği açıkça ortadadır. İslam dünyasının bugün karşı karşıya olduğu sefalet, cehalet ve kültürel gerilik, Kur’an’a dayanmayan bu yanlış din anlayışının bir sonucudur. İslam, sadece manevi değil, aynı zamanda dünyevi başarıyı da teşvik eden bir dindir. Kur’an, her müminin hem ruhsal hem de maddi anlamda gelişmesini ve Allah’ın nimetlerinden faydalanmasını emreder. Özetle, İslam dünyasının yeniden güçlü bir medeniyet kurabilmesi için, Kur’an’a dönülmesi ve Kur’an’daki İslam’ın yaşanması gerekmektedir. Bu dönüşüm, yalnızca dini değil, kültürel ve toplumsal yapıyı da olumlu yönde değiştirecektir. Kur’an’ın sunduğu doğru din anlayışı, insanların sadece ahirette değil, dünyada da başarılı ve müreffeh bir hayat sürmelerini sağlayacak yegâne kaynaktır.
“Ve Resul: Ey Rabbim şüphesiz kavmim bu Kur'an'ı terk edilmiş edindiler dedi." (Furkan, 30)
“Kendilerine okunan Kitabı sana indirmemiz onlara yetmedi mi?” (Ankebut, 51)**
