Ve geçmişe ağıt yakıyordu hayat. Kazanılan ve kaybedilen savaşlar, yitirilmiş aşklar birer birer film şeridi gibi geçiyordu yad etmek için geçmişi. Ve geçmiş, hep tutsağıydık unutulmuş yaralarının geçmişin. Altın vuruş yeminleri geliyordu hayata ve aşka dair. Çünkü yitirilmişti çocukluğumun masumiyeti. Kirletmiştik hayatı ve kirlenmiştik kirlenebildiğimiz kadarıyla. Ve hiç bir şey koşulsuz değildi. Hep bir pazarlık vardı. Hep kıyasıya bir savaş. Ve içimizdeki omelası terkedecek cesaretimiz yoktu. O çocuğa acı çektirecek ne varsa yapıyorduk hep. Pazarcılar gibi seviyor, ve pazarcılar gibi sevişiyorduk. Ve tutsağıydık yarattığımız koşulların. Ne kadar kazansak, o kadar iyiydi. Hep yenmeliydik, üstün gelmeliydik. Ve amansız, kıyasıya bir yarıştı hayat. Birinci olmalıydık, en çok biz kazanmalıydık. Oysa kazandığımız her şeyin bedelini omelasın acı çeken çocuğu, içimizdeki sadece bize ait çocuk ödüyordu. Sevinç çığlıkları atsın diye, ya da biz acı çığlıklarını sevinç çığlıkları zannedelim diye yalancı oyuncaklarla dolduruyorduk o çocuğun yüreğimizdeki odasını. Ve kapatıyorduk kulaklarımızı acı çığlıklarına.
Bir gün minik bir ışık yaktı evren. Ve çocuk güneş doğdu sandı zındanına. Bir baktı kan revan içinde. Sonra seslendi sana. Sesine ses, yaralarına tımar verdin. Ve beklediğin tek şey aslında hiç bir şeydi. Ve kesinlikle ummuyordun, aklından bile geçirmiyordun çocuğun tutkuyla bağlanacağını sana. Bir düşten uyanırcasına uyandı çocuk. Uyanıp baktı sola, sağa ve baktı sana. Ve sen çocuğun gözlerinde çocuğun yüreğini gördün. Ve yine hiç bir şey beklemeden çekip çıkardın zındanından. Ve yine hiç bir karşılık beklemiyordun. Ve çocuk yalnızlık dışında başka seçenek bilmediğinden, yani seni bilmediğinden binlerce seçenek arasından yalnızlığı seçmişti. Ve aksine umudun yoktu. Onu yalnızlığıyla sevdin. Ve o sevmese de olurdu.
Tanrım! Aklım almıyor! Böyle de sevebilirmiş insan demek. Koşulsuz ve karşılıksız. Evet, anlıyorum. Biliyorum artık. En sevgilim öğretti bana. Bir söz yetti anlayıp yaşamaya başlamama. Tanrım. Şimdi duy sesimi. Artık omelasta yalnız değil, ve kurallarını reddediyor kulların. Hepsi şeytanın dilindeki yasak şarkıyı söylemek istiyor. Ellerinde yasak elmalar. Ve nefesimiz kesiliyor aklımıza doğduğunda sevgilinin adı. Ey tanrı. Şimdi yalnız kal tahtında. Artık devrim var omelasta. Aptal cennetin senin olsun. Biz, halkı çocuğun acılarının omuzlarında büyüyen omelas kentinin halkı. Sevgilinin adını koyduğumuz cennetimizi kendi ellerimizle öreceğiz ilmek ilmek. Ve sen, gömüleceksin kendi yalnızlığına. Nasıl ki lanetledin sen lusiferi, seni unutulmuşluğun yok edecek. Artık omelasta herkes kendi acısının ve illede kendi mutluluğunun peşinde. Ve sevgilinin adı doğduğunda zihnimize biraz daha unutuyoruz senin adını. Biz sevgiliyle dolduğumuzda, sana yer kalmayacak. Ve sen boğulacaksın kendi yalnızlığında ve unutulmuşluğunda. Evet, şimdi omelasta devrim var. Bir masal perisinin bir sihirli dokunuşuyla başlayıp tüm kenti baştan aşağı değiştiren bir devrim.
Bize ait bir masal yazacak olsaydım adı bu olurdu sevgilim. Omelasta devrim. Ve sen gerçek ve en fedakar lideri o devrimin. Ve ben annesi, babası, ve kendisiydimOmeleasın zındanlarında acı çeken o çocuğun. Hani bir anda zındandan çekip çıkarıp tüm yaralarını sardığın o çocuğun. İşte o çocuk başlattı omelas zalimlerine karşı. Ve tüm gücünü senden alıyor. Şimdi omelas aydınlık. Ve kimsenin terketmesine gerek yok o kenti. O kent senin ışığınla ışıl ışıl. Ve ben sevgilim, içimde tutuşturduklarının serinliğiyle ısınıyorum. İçimde yaktığın ateşin ilk kurbanlarıydı ateşli tutkular, ihtiraslar. İşte o ateş temizledi beni onlardan. Yazdıkça yazmak istiyorum. Tüm o ağır tutkulardan ve ihtiraslardan arınmış bir halde söylüyorum. Seni seviyorum.