Pulkanatlı Öykü

Öykü içinde öykü... İlişki içinde ilişki... Yaşam içinde yaşam...

yazı resimYZ

Günlerce yağmur yağdı, önemsemedim. Çünkü tam da aşkımın tökezlediği günlerdi. Belki biraz da bu yüzden, sadece kendime bakıyordum. Yağmurun gökten yere yaptığı yolculukta uğradığı duraklar değil de, bana geldiğinde nasıl yorgun durduğu ilgilendiriyordu beni. Yağmur, benim için yağmurdu. Toprağın tüm benliğini su yüzüne çıkaran bir yağmur...Yağmurun sadece damlasını değil, bana geldiği anı seviyordum. Üzüntümün nedeni yağmurun dinmesi değil, yağmur damlasının buharlaşıp bedenimden ayrılma ihtimaliydi. Susuyordum.
Bir gün yağmur dindi, önemsemedim. Çünkü tam da aşkımın tökezlediği günlerdi. Bende sadece bu yüzden, çevreme bakıyordum. Uzun zamandır beklediğim güneş ışığının, zilin çalması ile bir ok gibi bahçeye fırlayan çocukların saçlarını nasıl okşadığını, kendisinden kaçıp gölgelik bir yere sığınmaya çalışan insanları kucaklamak için nasıl kovaladığını, asfaltın üstünde hayal bulutları yaratıp herkesi eğlendirmek için ne kadar büyük bir çaba harcadığını seyrediyordum. Beni ısıttığı anı değil, güneş ışığının kendisini seviyordum. Gecenin karanlığı değil, güneşin uykusuydu üzüntümün nedeni. Susuyordum.
Öğlene doğru ev kapısının tıkırtısıyla uyandım. Gelmişti.Geç saatlere kadar ümitsizce gelmesini beklediğimi, iki dakikada bir ”ulaşılamayan” telefonunu ısrarla aradığımı hatırlayana kadar geçen birkaç saniye için, neden burada, salondaki yeşil kanepede telefona sarılarak uyuduğumu çözmeye çalıştım. Salondaki aynanın karşısına geçip yorgun yüzümde farklı işaretler aramaya başladığım sırada içeri girmişti bile. Ayna’ya bakarken birisine yakalanmayı çocukluğumdan beri sevmezdim. Garip bir duygu kaplardı içimi. İşte o zaman da öyle bir duygu ile orada öylece kalakaldım. Utanç desem değil, şaşkınlık desem değil.... Bu kadar gecikmeseydi belki öğlen güneşinde saçları parlayan çocuklar gibi şaşırtabilirdi beni... Güneşte parlayan saçlarını sadece hayal edebilimenin verdiği sıkıntı ile, “Neredeydin?” diye çıkıştım sertçe.
“Hiç buralardaydım.”“Demek öyle?!”
“ Evet, aslında ulaşabileceğin kadar yakındaydım, görebilseydin...”
Böyle bir cevap beklemiyordum, hazırlıksızdım. Sustum.
Benden çok kendine söyler gibi:
“Belki de hiç geri dönmemeliydim.” dedi duyamayacağım kadar sessizce...Yatak odasının kapısının kapandığını duydum. O kır çiçekli serin yorganını sıkıca üzerine örterken ben ona sarıldığımı hayal ederek, “Uyuyacak; uyuyacak ve her şey düzelecek.” diye düşündüm.

Uyku kalesiydi onun. Uyku ile kimsenin arasına girmesine izin vermezdi. Hep ilginç şeyler yaşardı geceleri, görebildiğim ve bilebildiğim kadarı ile... Bir sabah kahvaltıda, “Korkunç bir rüya gördüm dün gece!” demişti “Anlatsana, ne gördün?” diye sorduğumdaysa sanki en mahrem sırrına göz dikmişim gibi “Yok artık, o kadar da değil.” der gibi sert sert bakmıştı bana. Uykusunda olup bitenleri asla ama asla tam anlamıyla öğrenemedim.
O günde uykusundan sırtında bir yükle kalkmıştı sanki...

Yüzünde çoğu zaman gördüğüm tatlı gülümsemeden eser yoktu. Zaman zaman hepimizin hissettiği gibi hiç uyanmak istemediği halde içeri dolan güneş ışığının etkisinden birdenbire uyanıvermişti. Kuştüyünden bir havanda dövdüğü tüm sıkıntıları bir rüya tozuna dönmüş sabah açılan pencerden tüm rüyaları uçup gitmişti belkide, kim bilir... Kozasıydı uyku. Metamorfoza uğradığı, var ile yok arası bir mekan. İşte o sabah bunaltıcı rüyalarından uyandığında, kendini dev bir kelebeğe dönüşmüş olarak buldu…

” Ertesi sabah, ben üzerime giyecek bir gömlek bulmaya çalışırken, uçarak yanıma geldi.
Daha yeni kalkmıştı.
“Günaydın canım!” dedi gülücükler saçarak. Beyaz sabahlığının içinde parlayarak...
Sanki bütün o tartışmalar, kırıcı sözler ve düştüğümüz durumlar tatsız bir rüya, O’nun hayalleriyse gerçeğin ta kendisiymiş gibi davranıyordu. Her şey yolundaydı; güneş parlak, hayat güzeldi, ve biz, ikimiz, harikaydık. İşin acı yanı, buna yürekten inanıyordu da. Birden, gerçekle bağdaşmayacak kadar çabuk bir el hareketiyle sabahlığının cebinden dörde katlanmış bir kağıt parçası çıkardı.
“Bak dün gece ne yazdım! Yeni öykümün başlangıcı:

Ben çok kişinin cesaret edemeyeceği bir şeyi yapıyorum, dedi kız.
Anlıyorum, dedi oğlan.
Bunun karşılığında takdir görmeyi beklemek en doğal hakkım, dedi kız.
Anlıyorum, dedi oğlan Tanımıyorum, onları.Etrafımdaki bir çok insan, küçük korkular beslemeye devam ederken ben cesurca yürüyorum, dedi kız. Anlıyorum, dedi oğlan.
Ben varım, dedi kız.
Anlıyorum, dedi oğlan, anlıyorum.
Ellerini, gözünü, gülüşünü, yürüyüşünü hayal bile edemiyor ve tanıyamıyor olabilirim.Her hangi bir bilgiyle donatılmış değilim, zavallıyım. Gecenin gerçeği değiştirmek isteyen ışıkları, gerçek zamanla hayal zamanı arasında köprü kurmaya çalışıyor. Anlıyorum, dedi oğlan . Tanımıyorum kendimi . Boşlukta yürüyorum. Su bardağına düşmüş sinek gibi yüzüyorum. “Sevdiğin renk gerçek olabilir mi” diye soruyor bana ilkokul arkadaşlarım. Ben sizi tanımıyorum ki diyorum.Hayal zamanıyla gerçek zaman arasında kaç saat fark olduğunu bir tek ben biliyorum ve o bende gizli kalacak. Bilgeyim, zavallıyım. Paranoyak bir aşkın eşiğinde titriyorum,dedi kız. Anlıyorum,dedi oğlan. Fırından aldıkları sıcak simitleri bitirene dek konuştular.Gökyüzü yeni bir güne dönerken her şey ayna kadar gerçekti. Ellerine susam bulaşmıştı ve birbirlerini anlamıyorlardı.

“Nasıl?”

-“Güzel,” dedim. “Gerçekten çok güzel. Ama şu kısmı biraz muhallakta kalmış ne demek istediğin tam anlaşılmıyor bence.”

“Keskin olmaya bayılıyorsun değil mi?” diye sordu “Köşeli olmaya, sert olmaya...
Senin yazdıklarında bile bu böyle. Her şeyi açık açık göstermek zorundasın.
Okuruna güvenmiyor musun yoksa? Her şeyi gözlerine gözlerine sokmana gerek yok.
Bırak, bazı şeyleri de kendileri bulsunlar. Böylesi, iki taraf için de daha zevkli değil mi sence? Öykünün içine okuru salmak ona da yaratacak, hissedecek düşünecek birşeyler bırakmak...

“Peki dedim. Gülümsedim.
“Senin için yaparım. Neden olmasın?”

08.06.2004
Ömür İsfendiyaroğlu

Başa Dön