Umudunu kağıttan bir uçak yapıp da göğe savurmak da var küçüğüm. Aslına bakarsan bu ülke hayallerinin süzülüp de, özgürce dolaşan sınırlarını her bir gün yitiriyor. Daha bir nasırlı annemim elleri, daha bir hüzünlü bakıyorsun kente ve daha bir yorgun bedenin...
Baban bu gün erken gelecek mi bebeğim!
Ellerinde en sevdiğin bonibonlar ve çikolatalı gofretle; sana tüm hayallerin öncesi büyük beklentilerini sunabilecek mi?
Karahisar hiç böyle dik gelmemişti gözüne değil mi? Hiç bu gün olduğu kadar kocaman bir kaya kütlesi olarak algılamamıştın. İnsanlara bu kadar umarsız bakmamıştın, anlamsızlıklar yumağı içerisinde, bir yandan ülkende patlayan bombaları, diğer yandan yarın yatması gereken kirayı, elektriği, suyu, telefonu ve bir yığın diğer ödenecekleri...
Derdi sana düşmüş gibi, evin anası, babası olmuş gibi... Fatura ödemelerini taze bedenine yükleyen bu fakirlik, kolejdeki yaşıtlarına kök söktürecek ve iyi bir gelir idarecisi yapacak olsa da, bu eğitimi almana izin verbilecek mi?
Sonra diğerleriyle kıyasladın kendini bir an...
Onların “var”ları vardı...
Hep onlar sana, “var” olanları sayıyorlardı... Sende ise kocaman “yok” lar saklı...
Bir bisikletin olsun istedin. Hani baban bu yıl almak için söz vermiş, “sınıfı geçince bu yaz bineceksin” demişti.
Ne tuhaf, artık yaz... Sıcak ve sen hala o pencereden kente bir bisiklet çiziyorsunuz, aklındaki bu özlemi bu sene de tecil ettirecek ızdırap argümanları gibi...
Bu yol uzun!
Bu yol dar bir yol!
Bu yol da kurtlar barikatlarını kurmuş, kırmızı şapkalarıyla ve ellerinde meyve sepetleriyle bekliyor seni...
Bu yol, küçük çocukların organlarını söküp de zengin döllerine pazarlayan şarlatanların,
Bu yol, insanları silah zoruyla sokak ortasında, diğer insanların şaşkın bakışları arasında soyanların,
Bu yol, bedenini ikram etmeden seni hakkınla, alınterinle çalıştırmayacak insanların,
Bu yol nerede hangi çukurun olduğunu anlayamayacağın, tecrübe ve yaşanmışlıkların kenara itildiği global Türkiye’nin yolu...
Sen şimdi bu yolun bir sapağında, bir ara mahallesinde geleceğine bakarken,
emin ol küçük! Baban da bunları düşünüyor!
Bu lirik öykünün son düğümünü kimse çözemedi oysa... Nazik tenli “entellektüellerin” yazmaktan, “kültür zengini mantarların” okumaktan bıkmadığı bir öyküdür bu!
Her suretin altında ve her “inceliğin” içinde aynı şeyi görmekten bıkmayan bir liman... Gelen gemiler aynı.
İşte o algarinalar içinde hep o üçlü vardı;
Seks, para ve yemek...
Hayat sınırlarına bu örgüyü döşeyenler, gökyüzüne bakıp da “Allah” denen iradeyi nasıl algılayacaktı ki...
İç manzarası yıkım, dışa açılan vitrini abide...
Ne büyüksün ki yaratan; Bu yarattıklarına, içleriyle dışarını başkalaştırmaya izin vermişsin, yoksa nasıl başarırdı insanlık, içindeki iğrençliği gizlemeyi...
Bu çıplaklığın kendisi olurdu hiç şüphesiz. İnsanın bir başka insandan saklayacak hiç bir şeyinin olmaması halinde yaşadığımız gezegenin iletişimde kazanacağı yeni boyutu tefekkür etmekten başka ne düşünülebilir ki!
Çıplaklığı kapatmanın en ilkel yolu, giysileri bedene örtmek olduysa da, içteki çıplaklığı kapatmanın yolunu “riya, kibir, ‘desinler’, dürüstlük” yaftalarıyla örtmeyi nasıl da fikir edinip kuşanıyor insan!
Bu algarina hep orda olacak. Siyah, kızıl, esmer, beyaz tenli insanları, varmak istedikleri yere götürecek.
En dürüst’ün içinde riya ve hainlik,
En sedakatseverin içinde, akıl almayacak ihanet!
En güzelin içinde derin bir çirkinlik,
En naziğin içinde büyük bir kabalık,
...Ve bu liman ağlayacak.
Dünya dönecek, o liman hağlayacak. Kendisine yaklaşmakta olan Algarinayı hissettikçe o liman ağlayacak ve o liman ağlayacak!
Çepellenen dünya, her döngüsünde bu ağlayışın dışa vurumu, gözyaşlarını emecek, emecek ve rahatlayacak. Emilen göz yaşı katı halden gaz haline geçeip göğe sonra da yağmur olup yeryüzüne düşecek. Daha katısı kar olup donduracak. Ama kimsenin bundan haberi olmayacak.
... Ve bu liman ağlayacak.
Limanda bekleyen ve umudunu kağıttan bir uçak yapıp da göğe savurmak isteyen küçük kızın ellerinde patlayacak dünya, dünya ağlayacak. Küçük kız, baktığı noktaya odaklı, hiç ayırmadan gözlerini, yaşadıklarına anlam yüklemeye çalışacak ama bulamayacak.
O küçük kız ağlayacak.
Önce soru soracak kendine, yanıtlarını bulamayacağı bir çok soru...
Yanıtlarını bulamayacak ve ağlayacak.
Algarina yükü o denli kokmuş olmalı ve o denli acıtır olmalı ki toprak, içindekileri kusacak yeryüzüne; toprak ağlayacak....
Sonun bir öncesi... Güneş tepemizde ve sıcak... Sokaklar et pazarına dönmüşken ve hacı amcamın gözleri bir yosmanın kalçasına değerken...
Sakalı olan adam, içindeki çıplaklığın dışa vurumunu örtmeyi unutmuşken yakalanıyor. Az önce ilahi adaletten bahsederken, vahşiliğini yosmanın kalçalarına süreterek dindirmeye çalışıyor.
Bu bir yanış mı, yanılış mı yoksa yanlış mı?
Az önce peygamberden bir hadisi iliştirmiş kentin bilgini...
“Onlara söyleyin, ellerini, dillerini, bellerini ve gözlerini sakınsınlar haramdan”
Bitmeden sözleri metresinden haber geliyor. Sekreter olarak çalıştırdığı bu metres, sunduğu beden karşılığında hasıl olan ücretini talep ediyor... Adamın çıplaklığı paçasından akarken, somut hezeyanlar sisilesi boğazını gemliyor. Metres şaşkın, yosma memnun halinden; adamsa böcek olmuş...
Umudunu kağıttan bir uçak yapıp da göğe savurmak da var küçüğüm. Aslına bakarsan bu ülke hayallerinin süzülüp de, özgürce dolaşan sınırlarını her bir gün yitiriyor.
Bir payanda şart; eğilen bükülen, zaman zaman düşecek gibi olan ruh denen üfürüğü yerinde tutmaya bir payanda...
Lentolarla arayı bağlayacak, sonra da horasanla sıvayacak bir harç...
Çağın boşluğunu kapamaya güçlü bir inanç...
Öğütçülerin uzlet aşkı gibi, sırtını dönüp gittiğin an kaybolacaksın unutma!
Vakarlı bir hayat!
İzzet ve şeref
Erdem ve idealizm!
Bunlar için terleyen, tırnaklarının son ucunu köreltene dek, yüreği inim inim sızlayana dek, zorlayarak, zorlanarak, aşağılanıp, ezilerek, ama başararak yürümek...
Ruh ve beden üzerinden ticaret yapmadan, elde etmenin birincil ölçütünün yaltaklık olacağını düşünmeden, bildiğini, doğruyu aramaya yönel.
Sen şimdi bu yolun bir sapağında, bir ara mahallesinde geleceğine bakarken,
emin ol küçük! Baban da bunları düşünüyor!
Gelecek planlarının mezara kadar kısıtlandığı bir zaman diliminde, “ölü” olma sıfatına kadar süren bir planlama ile yaşamak...
Gelecek dendiğinde, hayatta var oluş sürecini hesaplayarak ne yapmamız gerektiğini, kafamıza çaka çaka anlatan ve palazlanmayı aşılayan okullarda; bu gelecek nasıl geçeçek!
O liman hep ağlayacak...
Gelecek olanın endişesi ve “gelecek” in hep bir noktada kesilmesi “gelmeyecek” hislerinin büyümesiyle çıldırtacak bizi...
Hacı amcamın dünyaya açılan pencereleri yosmanın kalçasında... dokunulmadık yüzölçümünü pas geçmeden, “siktiret günahı” derken içi, iç çıplaklığı ile dış çıplaklığını birleştirmeyi başarıyor. Saklamak, ahmaklık o an; her şey yosmanın kalçası, kapsama alanından çıkana dek...
Ruh mu,
Beden mi,
öfke ve cesaret mi,
kalmak mı gitmek mi,
sevmek mi, ihanet mi?
Bu liman ağlayacak!
Açıktaki algarina, o limana yanaşıyorken, o liman hep ağlayacak. Kardelen toprağı yararak, kar üstünde yer bulacak; insan donacak!
Günebakan, başını ışığa dönerken, insan yüz çevirecek ve o liman ağlayacak...
Tam severken, en uç noktada, bir kadın çekip gidecek.
Ne hacı amcam cevirecek başını yosmadan, ne de “Allah” demekten alıkoyacak kendini...
Ne o patron güzel sözlerden vaz geçecek, ne de metresinden...
Ne o liman vaz geçecek ağlamaktan, ne de ben yazmaktan bıkacağım...
Umudunu kağıttan bir uçak yapıp da göğe savurmak da var küçüğüm...