Dünya hiçbir padişaha kalmadı, sana da kalmayacaktır. -Nizamî |
|
||||||||||
|
O sabah uyandığında kafası karmakarışıktı. Önceki geceden, uykusundan,yolculuğundan ve rüyalarından kalması gereken acıları yoktu. Hiçbir şey yoktu!. Dışarıda adam mı yoksa kadın mı olduğunu kestiremediği birisi mahellenin köpeği ile konuştu. Herhangi birisi!.. Bu ses onu hiçbir yere götürmedi. Anılar tazelenmedi. Kafası yastıkta, kısa perdenin altından görünen gökyüzüne doğru süzülen kuşların hangi türden olduğunu bilmeden ve hiçte merak etmeden, doğuda, karanlık bir ülkenin ışıklı şehrindeki ölüleri hatırladı. Yarım kalan duygular, iç çekişler... Sonbaharda, soğuk ve yağmurlu bir günde bırakmıştı o şehri ve ölülerini. Lavaboya gitti, elini yüzünü yıkadıktan sonra sandelyenin üstündeki elbiselerini giyindi. Odanın içinde bir ileri bir geri gidip geldi. Sigarasını yakıp dışarı çıktı. Köşebaşındaki gazeteciden değilde, daha uzaktaki istasyondan aldı gazeteyi. Sigarası biterken bir içim daha. Acı! Gelirken karda bıraktığı ayak izlerine basarak geri dönüyordu. Her şey ters döndü bir ayakabı tabanında. Arabalar geçti ve hiçbirinden bakan olmadı. Karşı kaldırımdan bir kız çocuğu el salladı. Bir sağa bir sola zıplayarak yoluna devam etti. Bir çiçek gibi narin parmakları vardı... Yaşasaydı oda bu yaşlarda olacaktı... Çocuğun arkasından uzunca bir süre baktı. Gözlerini yumup onun neşesini hissetti. Gözlerini açtığında başka şehirlerin ışıklı sokaklarında yağmur altındaydı. Çocuk ufacık bir ayrıntı gibi duruyordu bembeyaz karın üstünde. Başka çocuklar yanına yaklaşmadan, arkasına dönüp adamın olduğu yere baktı. Sonra çocuklar kendi aralarında şakalaştılar ve gözden yittiler. Bir kez daha dönse... Ölmese... Ahmet’in dedesi, yüz yaşına kadar yaşayacağından emin, doksanüç yaşına kadar yaşadı. Anlattığı masallardaki gibi... Masalların hiçbirini unutmaz ya da karıştırmazdı. Belkide onları gerçek sanırdı. Derken; gecelerden bir gecede, doksanüç yıldır alıp verdiği solukların birinde ufak kız çocukları gibi o da uyuya kaldı! Artık yeni dünyasında başka çocuklara da anlattı masallarını. Sonra uyanmadı.... Hayat masal mıydı, yoksa o mu öyle olduğunu sanıyordu? Evvel zaman içinde gerçek neydi? Ölülerin uyanmasını beklediği o uzun yedi yıl boyunca yalnızlığı yaşadı, şimdiki gibi. Mezarlıklar beyazdı ve sessizdi her kar yağışından sonra... Her sabah aynı saatte uyanıyordu. Sanki geç uyansa bir daha hiç uyumayacaktı. Belki de masal olacaktı! Bu korkuyla aylardır hep erkenden uyanıp, gündüzün geceye, bu şehrinde kuzeydekine ulaştığı ‘o anı’ beklerdi. Ahmet her gün ‘o anın’ gelmesini bekler. Ahmet garip adam, garip insan! Çay iki kere soğumuş, iki kere ısınmıştı. Her zamanki gibi, yine okumadı gazetenin ilk sayfasını. Başlangıçları sevmezdi. Ölü çocukların gözlerindeki usul usul başlangıçları... Adamın karısını bıçaklayıp, kendisini altıncı katın camından kuşların mavisine attığına benzer haberden; liderin son maçında yediği, yine hakem hatalı gole kadar geçen sayfaları hayretle okudu.Beş yıl iş tecrübesi olan bayan eleman arayan bürolar, ölüm ve baş sağlığı ilanları, birçok şey vaad eden banka reklamları... Hepsinde de doğal olmayan bir şeyler vardı. İlanı verende, okuyanda bunun farkındaydı aslında! Ne yediğini, nasıl yediğini bilmeden kahvaltılıkların artanlarını kaldırırken gözleri buğulandı yalnızlığına ve masallara. Geçliğinin onunkine benzediğini söyleyen dedesi geldi aklına. Buruk bir hal aldı eli, çaydanlık. Son sürat zaman geçti bir yerlerden ve yolculukları unutturdu silik harfler misali. Ahmet’in dedesi, askerlik yaptığı üç yıl dışında hiç rüya görmemiş, hiç yalnız kalmamış. Askerden önce evlenmiş, döndüğünde de oğlunu konşuyor ve yürüyor buluvermişti. Artık, uykuları kimsesizlik, sahipsizlik bilmez. Tek üzüntüsü: Kanadı kırık kuşlar gibi, uzak diyarlara gidememekti. Bunun dışında sadece düşler, masallar ve toprak kokusu. Bulaşıkları yıkadı. Ortalığı temizledi. Çarşıyı gezip yemeklik aldı. Domatesi ve ekmeği unutmadı ama sigarayı unuttu. Yalnızlığı onu unutmadı, tuttu. Döndüğünde vakit gelmişti. Oysa yarım kalmış masallardaydı. Dedesi yaşasa ve mümkünsüzlüğü görse! Veya çocuk ufacık parmaklarıyla ılık yaşlarını silse, elleri pamuk pamuk yüzünde gazinse, yanağı yanağına değse... ‘O an’ geldi! Yine yolculuk vakti! Bu şehri diğerine götüren, gündüzü geceye bağlayan trene bindi. Sonsuz mutluluk, garip hisler, ölüm; hepsi hızlanan trenle birlikte toprakta kaybolup görünen köstebekler misali gidip geldiler. Son durakta indiğinde yine hiçbir şey hatırlamıyacaktı. Ama yağmur tüm olanları bile- cekti. Her şeyi unutmanın tek yolu o tren ve o andı...Yeni bir trene binip gündüzün şehrine ulaştı tekrar. Hergünkü gibi, yine yatağına uzanıp, ağır bir iş yapmış gibi uykuya daldı... Rüyasında her şeyi yalnızlığı ile nam salmış masallar şehrine anlattı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özgür Kavaz, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |