Benim yaradılışımda fevkalade olan birşey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir. - Atatürk |
|
||||||||||
|
hani zamanlarca tutmuş tutmuş da kendini… işte öyle boşalan… Biri pencerenin önünde duruyor, alnını cama dayamış. Saçlarının bir kısmını tepeden tutturmuş, cam ile alnı arasından sarkan ıslak bir tutamı kemiriyor dudaklarının arasında… Dışarıya bakıyor, bakıyor da sanki hiçbir şeyin farkında değil. Bakışlarından bir hiçlik okunuyor ve süzülen gözyaşı dışında bir şey var sanki yanaklarından… Diğeri, sürekli hareket halinde. Dört duvarın arasında anlamsızca gidip geliyor. Sanki bir çatlak bulsa, ufacık, buharlaşıp gidecek. Elleri, kolları, ses vermeyen dudakları bir sara nöbetine tutulmuş gibi kendisinden ve kendilerinden bağımsız, sürekli ve dengesiz bir kıpırtı halindeler. İkisi de birbirinden habersiz gibi ve ikisi de farkında yalnız olmadıklarının. Sanki bir şey bekleniyor, bir ses, bir haber, bir saatin 6’yı vuruşu belki… Ama o şey her neyse ortaya çıkıp bu tezat gerilime bir son vermiyor. İçerideki ışık gittikçe azalıyor. Eşyalar güçten düşüyor, ama yorulmuyor kafesinden sıkılan aslanlar gibi sınırlarına isyankâr adam ve sıkılmıyor durağanlıktan, alnı cama dayalı olan… Uzun süre değişmiyor sahne… Biri pencereyle ayin yapan, diğeri kendiyle dalaşan iki figüran… Derken bir müzik duyuluyor duvarların arasından bu kızılca kıyamete kopan… Camın önünde duran, sanki bu anı bekliyormuş gibi, yavaşça kapıya doğru yürümeye başlıyor. “Dinle”, diyor şarkıya istinaden, “İyi dinle. Başka birileri de bir yerlerde aynı iç acısını yaşıyor ve parçalanıyor olmalı”. Ayakları yere basmıyor sanki, sessizliği incitmek istemezcesine atıyor adımlarını… Diğeri bu âna güdümlenmiş gibi çekip kolundan durduruyor onu… “Nereye gidiyorsun?”. Öfkenin de ötesinde bir anlam seziliyor ses tonundan, küçük dilini yutuyor duvardaki saat bile… Diğeri, hâlâ, inadına olağan… “Mutfağa gidiyorum”, diyor, “kendime bir kahve hazırlayacağım, ister miydin?” “Buradan, benden, bizden ne istiyorsun? ” “Bozsana en çok da sana yakışmayan şu zoraki sessizliği, boşaltsana içindeki zehri, kanatsana beni! ” “Sessiz değilim, sadece konuşmuyorum, o kadar”, diyor ve ritmini bozmadan süzülürcesine yürümeye devam ediyor. “Benim de yorulabileceğim hiç aklına gelmedi değil mi? ” Diğeri yeniden yakalıyor onu, bu kez sımsıkı avuçları… “Neden hiçbir şey sormuyorsun? Neden hesap sormuyorsun? Bu kadar zaman benim için yaptıklarının, bana verdiğin sevginin, desteğin…nasıl olup da bir türlü meyve veremediğini…aksine seni neden hep aç, hep uykusuz, neden hep mutsuz ettiğini sormuyorsun? ” “Anlaşılacak bir şey olsa anlatırdın. Anlatılacak bir şeyin olsa, şu ânı yaşamıyor olurduk. Bu ânı yaşıyorsak.. Neden susuyorum biliyor musun? Hiçbir ağaç yaprağına ' Neden düşüyorsun? ' diye hesap sormaz. Bazı şeylerin doğası vardır ve sonbaharın doğası ağaçla yaprak için bir ayrılıktır. Sonuçta yaprak ölür, ağaç bir süreliğine yalnız kalır.” “Ne yani, her şeyi bırakıp gidiyor musun? Bir yaprak kadar güçsüz ve gamsız! Sonbahara yenik ve hesapsız? ” “Hiçbir şey anlamamış olman ne acı! Ben hep buradaydım. Şimdi de buradayım. Yaprak mı?! Zamanlarca köklerime sarılıp senin sonbaharlarını sineye çektim ben; kapkara kışlar atlattım, çırılçıplak, kimsesiz, iliklerine dek ayaza kesmiş… Her ilkbaharda biliyordum ki belirecektin tüm heyecanın, varlığın ve kendinle. Yaz kavuracaktı bizi, daha bir sıkı sarılacaktık birbirimize ama döngü son bulmayacaktı. Ve sen her gidişin sonunda bir tek bana dönüyordun yine ama her dönüşünde daha o zamandan hazır oluyordun bir sonraki vedaya… Sen fark etmedin ama her ilkbahar, nasıl ki aynı yaprak değildir yeniden yeşeren, biraz daha uzaklaştın o ilk renginden. Sonunda yaprağına yabancı bir ağaç olup çıktı yüreğim. ” “Benim kışlarım nasıldı sanıyorsun? İstemeden de olsa senden her uzağa düşüşümde, gittiğim her yerde bir tek sana razıydım. Ne yağmurlu hazan sabahlarını, ne yağan ilk karı sensiz yaşamadım. Ben de üşüdüm, ben de yalnız soludum acıları ve anıları… Hem… Ayrılmak tek başına gerçekleştirebileceğin bir edim değildir. Bir tek senin canının acıdığını düşünecek kadar bencil miydin hep, yeni yeni fark ediyorum. ” “Tırnak etten kopar ama sadece et acır… Ve biliyor musun? Can, hem tırnak kopunca acır, hem de yerine yenisi gelirken. Artık acımak istemiyorum. Artık baharlardan korkmak istemiyorum. Tek mevsim soluyordum nicedir, mevsimsiz kalacağım. ” "…" “Bütün kabahat benim sabırlı bir ağacı oynamayı, seninse yaprak olmayı kabullenmemizde! Ve haklısın, senin hiçbir suçun yok; bütün suç mevsimlerde! ” Roller değişmiş, vakit ilerlemiştir. Yeni bir suskunluk, soğuk bir rüzgâr gibi esmektedir dört duvar arasında. Köşedeki aplik korkak bir ışık vermektedir, sadece yakın çevresine. Sürekli kıpırdanıp duran, şimdi salonun orta yerinde, pencereden, belki bu zamandan, çok uzaklara bakmaktadır. Bakıp da göremediği her şey bakışlarını karartmaktadır. Sessizdir ve hareketsiz. Dondurulmuş bir film karesi gibi beklemektedir. Diğeri, az önceki durağanlığına inat, hızlı çekimde, odanın içinde bir oraya bir buraya gidip gelmektedir. Bir tutamını tepeden topladığı saçlarını açmış, omuzlarına salmıştır. Kül tablalarını ve etraftaki olağan dağınıklığı hızlıca toplamakta, sağa sola bıraktığı kişisel eşyalarını çantasına gelişigüzel atmaktadır. Yo, hayır, ağlamamaktadır! Koltuğun üzerindeki battaniyeyi katlar, altında duran montunu alırken, tam yanında duran etten duvara bakar. Son bir söz mü bekler, bir sarılma mı, bir bakış… Aynı anda kıpırdar, kendisine bakıldığının farkına varmadan, her an düşecekmiş gibi dengesiz duran. Kendisinden bir şey bekleyeni ve bekleneni her zamanki vakur duruşuyla başından savmıştır. Elleri sehpaya uzanır ve kumandayı alır. Televizyonu açar. Önce bir kapı sesi duyulur, sessizce kapanan, sonra o şarkı başlar, hani fırtınadan önce son duyulan… “Yaklaştırsana yavaş yavaş, kendini bana; Al içine tekrar, derinine sakla, kat kasırgana. Yalan söyleme, bak gözlerime, bitmiş olamaz! Yokla ceplerini aşk kırıntıları kalmış olmalı biraz. Aşk kırıntısıyla doymaktansa tek başıma aç kalırım bu hayatta, Paylaşacak bir şey artık yoksa bir erkek ve bir kadın arasında… Yürürüm ipte, ağım yokken hem de, kopkoyu içim. İnan çok çalıştım bu kalpsiz dünyayı sevebilmek için Neyim var ki sanki senden başka, hadi son bir kez, Ceplerini yokla aşk kırıntıları kalmış olmalı biraz. Aşk kırıntısıyla doymaktansa tek başıma aç kalırım bu hayatta, Paylaşacak bir şey artık yoksa bir erkek ve bir kadın arasında… ” ** (**Teoman/Aşk Kırıntıları) * İsim annesi Y.A.'ya teşekkürler... Mevsimin hep Güneş olsun CanCân... ÖzgeCân GÜNDOĞDU
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özge GÜNDOĞDU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |