Işık verirseniz, karanlık kendiliğinden yitecektir. -Erasmus |
|
||||||||||
|
Doru atlı, kurnaz Amasyalı güç durumundan sıyrılınca hizmetine koyulmuş. En dipteki, kuytu köşedeki dükkânları bile kolaçan ederek otuz adım gerisindeki Arslan ve Mikail’i sunacağı üfürükçüyü bulma ümidindeymiş. Tam tükenirken umudu, en son ana değin pes etmemenin ve kısmetinin ödülünü almış, üç kez önünden nafile geçtiği şekerci dükkânı hem dilini hem de cebini tatlandıracakmış. Nefesi kuvvetli bir yaşlı aradığını söyleyince tezgâhtara, kısa boylu adam perdeleri sımsıkı kapalı taş binanın ufak kapısını sonuna dek açmış. Arslan işareti alınca Mikail’in koluna davranmış, kuvvetli bir cengâver de diğerini kavrayınca, koca hocanın ayakları yerden kesilmiş. Alışılmış zamanda olsa sinkaflı tükürüklerle ıslanacak sakalı şaşkınlıktan kuru kalmış, Mikail’in. Karga tulumba içeriye taşınmış. Haneyi karanlık sanırsın değil mi? Yok… Yok… Gün gibiymiş, her yer. Şems yeryüzünde ilerledikçe tavanda yer alan bir sıra delikten süzülen şualar sürüsüyle aynaya yansırmış da, ondan. Pırıltı yaprakları toplanıp ortadaki sarı altın tepsinin etrafında papatyaya dönermiş. Arslan ağzı bir karış açık, sarı tepsinin ardında bağdaş kurup oturan kıllı yüzlü şekerciye bakmış. Arabî mi, Farisi mi, Hindi mi karar verememiş. Kaygıyla yükselmiş bakışları, göz ucunda tutacağı bir eşya arar olmuş. Bir ayna ilişmiş, gözüne. Merkezinde at üstünde avcı, avcının başında parlak hale… Sağ eli dizginleri kavrar, sol elinde işinde usta doğan… Ata bağlı tazı, onun tersinde koşan bir tilki… Ateş saçan ejder ise karşısında, zihninin üstünde dönüp duran kuşlar… Sonradan öğrendiğine göre; Aynanın çevresi yedi madalyonla bezeli… Birincisinde sol elinde kesik insan başı, sağ elinde kılıcıyla Merih, İkincisinde Kameri taşıyan avrat, Üçüncüsünde ut çalan Zühre, Dördüncüsünde sağ elinde kalem sol elinde kitap Utarit, Beşincisinde sol elindeki tepside şişe olan Müşteri, Altıncısında Gün başlı Âdemoğlu, Yedincisinde düşünüp duran Zuhal… Sülüs yazı çepeçevre sararmış aynayı; “Bismillah, Allahın izniyle bu mübarek ve uğurlu ayna ağız felcini iyi ede, doğum sancıları ile diğer ağrıları gidere… 548 yılında Güneşin, Koç burcunu ziyaret ettiği esnada yedi madenin karışımından üretilmiştir.” Arslan bunların hepsini bilmeden işin erbabını bulduklarını hissetmiş. Arapçanın kasvetli gizemi sarmış etrafını. Bugün duyunca sen de kanatlanmaz mısın? Şüphesiz ulu bir ilim bekleyen Arslan, doru atlı Amasyalının tercümesi köhnece dik gelince önce afallamış. “Dil bağının kesilmesini buyurur!” Mikail o an kurtulup parmakların prangasından kılıcını kınından çıkarmış. Üfürükçü kafasını sağa sola çevirip rehberlerinin yardımına aman dilemiş, bir yandan da şişkin bir torbayı kavlama uğraşında… Gök gürlemiş hanede bir anda, ardından rengârenk bir yağmur tavana yükselmiş, bütün erler salâvat çekerken, doru atlı Amasyalının istavrozu kaçmamış Mikail’in gözünden o kargaşa da. Öcünü almayı da o an kurmuş her hal. Arslan, aklına tekrar kavuşunca üfürükçüye doğru meyletmiş. Niyetini anlayan sakallı, sorusunu beklemeden yanıtını iletmenin telaşında kekeler olmuş. “Pekin diyarından gelen ahbabımın hediyesidir.” “İçindeki ne ola? Gökkuşağı mı, şimşek mi, gök gürlemesi mi?” “Çokça güherçile, azca kara odun karışımı dediydi. Niyetim kılıcı başımdan sağmaktı, beyim.” “Mikail hocanın dilini çözecek misin, ama onu asabi kılmadan!” “Okunmuş anahtarımla bir tecrübe edeyim.” “Sonunda kellen olsa da mı?” Üfürükçü can havliyle bakmış Mikail’e. İşmarını fark etmese, onayını almasa belki ilminden vazgeçecekmiş. Yine de yarım ayaklarıyla yanaşmış, hocaya. Sarı, altın anahtarı usulca diline yerleştirip, çenesini itinayla kapamış. “Çok sürer mi dermanı bulması?” Kediler bilir, farenin ellerinde can vereceğini. Bilirler de oynamaktan da geri kalmazlar. Kurbanlarının endişesinden aldıkları haz, karınlarını doyurmanın zevkinden daha ağır basar sanki. Nadiren de olsa, belki de avcı merhamet eder, sıçan kurtuluverir ceremeden. Hiçbir belaya rastlamamışçasına da kemirmeye devam eder. Mikail, üfürükçünün kaskatı yüzüne omuz silkmiş, önce. Bir iki adım da gezinir olmuş. İki parmağı dudağının kenarında belli belirsiz gülümsüyormuş. Sonunda açmış ağzını, dilindeki anahtarı altın tepsinin içine bırakmış, balgamını da kondurmuş tepsinin merkezine. Üfürükçünün göz kapakları ise dirhem dirhem ağırlaşmakta… “Pekinden gelen tozlu torba… Biraz hediye edersin bize, değil mi?”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bülent Efe, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |