Doğru şeritte olsanız bile, olduğunuz yerde kalırsanız er geç ezilirsiniz. -Will Rogers |
|
||||||||||
|
Bazı kişilerin yaşam öyküleri gerçeğin ötesine kadar uzanır. İnanasınız gelmez. Dinlerken “Hadi canım sende, beni saf gördü herhalde… Bu kadar da olmaz, bal gibi de sallıyor işte besbelli…” deyiverirsiniz. Zaten dinledikleriniz de akıl alacak gibi değildir. Bir adama bakarsınız, bir de anlattıklarına… “ Yok, yok atıyor.” diye düşünürsünüz. İşin tuhaf yanı öyküler birbiri içinde eriyip ilerlemektedir. Ne zaman, nerede biteceğini hiçbir zaman tahmin edemezsiniz. Ama asıl hayal kırıklığını onların hepsinin gerçek olduğunu öğrendiğinizde yaşarsınız. O güne kadar mızrak çuvala girmez diyenler sizi kandırmıştır. Karşınızda çuvallar dolusu mızrak vardır. Böylesi yaşamları kelimelerle anlatmak, anlamları cümlelerin akıntısına koyvermek meramınızın çoğunun havaya uçup gitmesine neden olacaktır. Ustaca kurulmuş cümleler ve özenli seçilmiş kelimeler ilk defa hiçbir işe yaramayacaktır. Çok zeki veya yaratıcı olmak bile işinizi kolaylaştırmayacak, sizi çaresizliğin bataklığından söküp alamayacaktır. Bin dokuz yüz yetmiş dört yazında Manisa’nın Hacırahmanlı Kasabasında her şey kendi bildik halinde akıp gitmektedir. Hatta Ağustosun ilk Cuma günü insanın ensesinde boza pişiren güneş bile çok alışıldık bir şeydir. Sadece yaşlılar çok bunalıyordur. Sıcaklarla baş edemedikleri için bunu pek hayra da yormuyorlardı. Kendi aralarında “Ben böyle bunaltıcı hava görmedim. Görürsünüz bak, yakında mutlaka zelzele olur. Taş taş üstünde kalmaz. Eee olacak tabii, dünyanın çivisi çıktı.” diye konuşurlar. Dünyanın çivisinin çıkmasına neden olan ahlaksız, namussuz insanların yaşamdan örnekleri üzerinde saatlerce söyleşirlerdi. Pazaryeri insanı canından bezdiren sıcağa rağmen cıvıl cıvıl insan kaynıyordu. Çünkü bu kasabanın yaşamında her hafta Cuma günü kurulan pazardan başka hiçbir sosyal etkinlik yoktu. O yüzden pazar kurulduğunda kasabalılar tarlaya, bağa, bahçeye bile gitmiyorlar, o günü kendilerine ayırıyorlardı. Bence o yıllarda kasaba pazarının en renkli kişileri destan satıcılarıydı. Boyunlarına birer teyp asarlar, kollarının altında gazete tomarı gibi destanlarla gezerlerdi. Destanlar genellikle mavi ve siyah renkli mürekkeple basılır, üzerindeki fotoğraflarda ne olduğu pek anlaşılmazdı. Teypten son ses acıklı bir öykü, basit bir ezgiyle sokağa, kalabalığa akardı. İnsanlar yirmi beş kuruş verip gazete gibi o acıklı öyküleri alır, kahvelerin saçak altlarındaki gölgelerde çay eşliğinde okurlardı. O Cuma günü pazaryerindeki teybin hoparlöründen Topal Osman’ın destanı satılıyordu. Öykü her zamanki gibi göz yaşını sel gibi akıtacak türdendi. Zaten acıklı olmayan öykülerden destan da olmazdı ya… Teypten yükselen nağmeler önce Topal Osman’ın yaşını, kaşını, gözünü, boyunu, posunu, evini ve geçimini anlatan cümlelerle başlıyordu. Sonra da faciayı ele alıp ince ince işliyordu. “Topal Osman Zekiye’yi kesmiş. Şaka götürür gibi değil, karısını kesmiş adam, hem de baltayla. Karısı kan gölü içinde bahçede yatarken o da eşinin başında ağlıyormuş. Komşuları görmüşler. Allah Allah demişler. İnsan hem karısına kıyar hem de başında ağlar mı? Ağlıyormuş işte… O güne kadar kimse onların kavgasını bile duymamış oysa. Birbirlerine kötü söz bile söylemezlermiş. Sadece çocukları olmuyormuş. Aman olmazsa olmasın ne çıkar? Bilinen tek dertleri de zaten buymuş. Neden karısını kestiğini kimse anlayamamış. Osman’ın karısını çok sevdiğini herkes bilirmiş. Jandarmalar alıp karakola götürmüşler. Elleri kelepçeyle giderken bile hala Zekiye için ağlıyormuş. Onu neden öldürdüğünü kimseye söylememiş. O kadar sorgu, sual, mahkeme, zabıt hiçbir işe yaramamış. Pişman mısın diye sormuşlar. Hâkim kalemini kırıp idam cezası kesmiş. Gık bile dememiş, Bu destanlar gerçek mi uydurma mı bilmiyorum. Bildiğim tek şey insanları ağlatmak için yazıldıkları. Neden insanlar Gediz Ovasının ortasındaki bir küçük kasabada ağlamaya bu kadar müptela, neden bu acıklı hikâyelere bu kadar düşkündüler. Bunu da hiçbir zaman anlayamadım. Pazaryerinin belki de destancılardan daha renkli kişileri sadece bir kez gelip bağıra çağıra ıvır zıvır satan işportacılardı. Onlar pire ilacını bile bir mucize gibi satmayı, alıcılara sunmayı iyi bilirlerdi. Her zaman tezgâhlarının başına insanları toplamaya yarayacak ilginç bir yöntem bulurlardı. İlgisini çektikleri insan sayısı arttıkça iyice yüzsüzleşirler, tam bir şaklabana dönüşüverirlerdi. Kırılmaz cam bardaklar, leke çıkarıcılar, cam, teneke yapıştırıcıları, el feneri, bir kaçı bir araya getirilmiş tükenmez kalem, tarak, çakı, çakmak gibi ürünler satarlardı. Her zaman tezgâha koydukları ürünleri etraflarına topladıkları kalabalığa batan geminin malları ve bedava diye yuttururlardı. Genelde sihirli ürünler alıcının elinde tılsımını yitirir, hünerini gösteremezdi. Sonradan sadece kocaman bir kazıklandım duygusu oluşurdu. Birkaç güne kalmaz unutulup giderdi. Bu adamlar cin gibiydi. Allem eder kalem eder haftaya yeni bir ürün alıp yeniden pazara gelirlerdi. Yıllar sonra onları kentlerin kalabalık sokaklarında gördüm. Yine tezgâhlarının başı insanlarla dolup taşıyordu. Çünkü hemen hemen hepsi çok başarılı bir sokak oyuncusuydu. O gün öğle üzeri Gençlik Kulübünün önünde, işportacı tezgâhı etrafına toplanmış insan çemberine benzer bir kalabalık oluşmuştu. Kalabalığın ortasında her zaman görmeye alışık olduğumuz uyanık satıcı yerine bir yabancı duruyordu. Uzun saçları, tişörtü, sandaletleri ve kot pantolonuyla bir hippiye benziyordu. Adam kan ter içinde kıvranarak bir şeyler söylüyordu. “Liebet Yaşar İbrahimof heir? Wer erkennen Yaşar İbrahimof?” sözlerini durmadan tekrarlıyordu. Etrafını saran kabalalık bu acayip yabancıya ilgiyle bakıyordu. Birisi “Bu adam gâvur yahu.”dedi. “Bu adam gâvur, deli değil…” Cavit Efe kalabalığa bağırdı. “Biraz açılın beee, Adam zaten bunalmış. Ayı mı oynuyor, ayıp.” Kalabalık çemberi biraz genişletti. Gözlüklü Ahmet, “Gâvur demeyin yahu, ayıp. Bu adam Alaman.”dedi. Cavit Efe gözlerini kalabalığın içinde umutsuzca gezdirerek herkese duyurmak ister bir ses tonuyla “ İyi de bizim kasabada Almanca bilen mi var sanki. Yahu, ne diyor acaba bu adam?”dedi. Etrafındaki kalabalıktan ve çaresizlikten iyice bunalmış yabancı adam “yaa” dedi, “ben alman.” Bu işin yaa ile yuu ile halledilecek gibi olmadığı besbelliydi. Kalabalığın içinden Meriçli Rüstem çemberi yararak yabancıya yaklaştı. Makedonca ve Sırpça karışımı bir dille Alman gence bir şeyler söyledi. Herkes onun Almanca bildiğini sanıp birden umutlandı. Alman gençte ona bir şeyler söyledi. Kalabalık pür dikkat onları izliyordu. Gerçekler hiçbir zaman göründüğü kadar basit değildi. Çünkü onlar sadece kendi bildikleri dilden konuşuyorlardı. Anlaşamıyorlardı. Meriçli kalabalığa döndü. “Yahu bu gâvur, Makedonca bile bilmiyor.”dedi. Kalabalık birden gülmeye başladı. Sonra “Ben insanlığımı yaptım. Adım Hıdır, elimden gelen budur.”deyip kendisi de gülmeye başladı. Bu lafın üzerine kalabalık makaraları iyice koyuverdi. Toplananlar aradıkları eğlenceyi bulmuşlardı. Etrafındaki kalabalığın güldüğünü gören yabancı adam da gülmeye başladı. Ama o elbette kalabalığın aksine neye güldüğünü bile bilmiyordu. Meriçli Rüstem kasabamızın en palavracı ve şakacı adamıydı. Yalanlarının kimseye pek zararı dokunmaz, onun şakalarını, sohbetini herkes severdi. Yanlıca adamcağızı adabıyla, erkânıyla dinlemezler, araya bir laf sokup Meriçliyi kızdırmaya bayılırlardı. Meriçli başkalarından duyduklarını, radyodan dinlediklerini, gazetelerden okuduklarını çoğu kez kendi başından geçmiş gibi anlatmayı severdi. Onun en ünlü hikâyesi ise atın içine saklanarak ölümden kurtuluşunu anlatan palavradan macerasıydı. Bu şakacı, gülmeyi, güldürmeyi çok seven amcamız ikinci dünya savaşı sırasında Yugoslavya’da Alman bozgunu olduğunda askermiş. Ordu Almanlara teslim olduğunda bir karakolda görevliymiş. Esir olarak ele geçmeden önce kaçıp köyüne geri gelmiş. Onu önce ailesine kayıp olarak bildirmişler. Sonra ihbar edenler yüzünden hayatta olduğunu öğrenen jandarmalar peşine düşüp onu yeniden askere almak istemişler. Ailesi Rüstem’i uzun zaman ahırda, samanlıkta, köyün değirmeninde gizlemeyi başarmış. Kimi zaman da onu köyün dışındaki ağıllara göndermişler. Herkes seferber olup onu hem saklamış, hem de gözleri gibi bakmış. Bir akşam gün batımına yakın jandarmalar gelip köyü basınca, her yeri didik didik arayınca pabucun pahallı olduğunu görüp onu uzaktan bir akrabasının yanına başka bir köye göndermeye karar vermişler. Hikâyenin tam burasında söze girip “Madem herkes cepheye gidiyordu sende gitseydin, Sen erkek değimlisin be yahu?” derseniz kafasının tası atar, küfrü basardı. Bunu iyi bildiğimiz için mutlaka lafa karışır, küfrü de yerdik. Küfrün ardından “Âbe çocuklar, ne zorum varda elin gâvuru için cepheye gideyim. Varsın kırsın be yav Alaman Sırbı. Bubamın oğlu değil ya.”derdi. Olacak ya, bizimki uzak akrabasının doğru yola çıkınca olanlar da olmuş. O kadar dere kenarlarından, orman kuytularından gizlenerek gitmeye çabalasa da kendini belanın içinde buluvermiş. Birden tüfekler patlamaya. Kurşunlar havada vızıldamaya başlamış. Şans bu ya bizimki ormanın ortasında çatışan Sırp çeteleri ile Alman askerlerinin tam ortasına düşmesin mi? Ne yapsın? Önce etrafı kolaçan etmiş. Kendine sığınacak bir oyuk, gözlerden uzak bir yer aramış. Ama nafile… Atmış kendini bir hendeğe. Yatmış, öyle, kıpırtısızca… Silah sesleri kesilince bir bakmış Almanlar geliyor. Etrafını kolaçan etmiş amma kaçacak yer yok. Hendekten çıkar çıkmaz Almanların eline düşecek. Ne yapsam ne etsem diye düşünürken bakmış az ilerde bir beygir ölüsü. Yarmış karnını bıçağıyla, girmiş içine saklanmış, Almanlarda geçip gitmişler. Orada birisi olduğunu zaten kırk yıl düşünseler akıl edemezlermiş. “İyi de Meriçli Dayı nasıl girdin sen beygirin karnına be yav? O hayvancağızın yok muydu midesi, bağırsağı? Boş muydu yani karnı?” diye sormadan da durulur mu? Kesin sorardık… Her anlattığında. “O kadarına aklım almaz benim gari be kızanlarım. Girdim işte can havliyle. Ben biliyom mu sanki nasıl girdiğimi? Gülüşme, tepişme kıyamet... Cavit Efe kalabalığın içinden ayrılıp Kopuk İsmail’in kahvesine doğru gitti. Kasabamızdaki bu yabancının derdini anlamaya yemin etmiş gibiydi. Biraz sonra geri döndüğünde yanında Sayıt Dayı vardı. Kalabalık Sayıt Dayıya yol açtı. Alman gencin yanına yaklaştı. Herkesin meraklı bakışları altında ikisi Almanca konuşmaya başladılar. Sayıt Dayı, -Sohn wer bist du?Was willst du? (Oğlum sen kimsin. Ne istiyorsun?) -Mein name ist Smith.Ých komme aus Deutschland. (Benim adim Shmith. (Şimit) Almaya’dan geldim.) -Warum bist du gekommen? Warum ist die Menschen menge um dich versammelt. (Niye geldin? Bu kalabalik neden senin etrafina toplandi?) - Warum sie versammelt sind das weis ich nicht.Ých habe ihnen nur gesagt,dass ich Yaþar Ýbrahimof suche.Aber sie verstehen mich nicht. (Neden toplandıklarını bilmiyorum. Onlara sadece Yaşar Ibrahimof'u arıyorum dedim. Ama beni anlamıyorlar.) -Warum suchst du Yaşar İbrahimof ? (Yaşsar İbrahimof'u niye arıyorsun?) -Er ist mein vater. (Benim babam o.) Sayit Dayi alman gence cevap vermeden düşündü. Ne diyeceğini bilemedi. -In diser Landschaft gibt es kein Yaşar İbrahimof . (Bu kasabada Yaşar İbrahimof diye biri yok.) -Gut, kennst du ihn ? (Peki sen onu tanıyor musun?) -Der name kommt mir nicht unbekannt. Aber ich kann mich nicht an ihn erinnern. (Adı pek yabancı gelmiyor. Ama kim olduğunu hatırlamakta zorluk çekiyorum.) -Man hat gesagt,dass er aus Maze'donien kommt und hier wohnt.Aus İştip… (Mekodonyadan gelip buraya yerleşmiş dediler. İştip’ten…) -Wer hat es dir gesagt ? (Bunu sana kim söyledi?) -Ich habe es von der Yugoslavischen Bootschaft gelernt. (Yugoslavya büyük elçiliğinden öğrendim) -Ich bin auch aus Ýstip.Aber indieser Landschaft wohnt keiner, der Yaşar İbrahimof heisst. (Bende İştip’ten geldim. Ama Yaşar İbrahimof adında biri bu kasabada yok.) -Gut,wo soll ich ihn den suchen?Wem soll ich fragen? (Peki, onu nerde aramalıyım? Kime sormalıyım?) -İn Akhisar sind viele aus İstip.Es ist möglich das ihn jemand dort kennt.Nach meiner meinung solltest du mit der Eisenbahn nach Akhisar fahren. (Akhisar’da çok İştip'li var. Belki orada tanıyan birileri çıkar. Bence trene binip Akhisar'a gitmelisin?) Biz ne konuştuklarını anlamıyorduk ama onların ağzının içine bakmaya da devam ediyorduk. Sayıt Dayı ve alman genç birbirlerin çok iyi anlıyorlardı. Konuşma bitince birbirlerine sarılıp vedalaştılar. Alman genç çok üzgün görünüyordu. Kalabalık, Sayıt Dayı’ya ne konuştuklarını sorup duruyordu. Sayıt Dayı, “Yok bir şey, Manisaya gitçekmiş. Arabalar nerden kalkıyor diye sordu. Bakın işinize gücünüze.” deyip kalabalığın içinden ayrıldı. Bütün kasabalının Koca Kahve diye bildiği Kopuğun Kahvesine geri döndü. Kalabalık hevesini alamamış, merak duygusundan kurtulamamıştı. Alman genç İstanbul asfaltına çıkan şoseye doğru yürüdü gitti. Yaşar İbrahimof on yedi yaşındayken evlenmişti. Kimse ona evlenmek isteyip istemediğini bile sormamıştı. Yaşı küçük olmasına rağmen zaman zaman elbette evlenmeyi de düşünmüştü. Çünkü akranları içinde on beşinde dünya evine girmiş olanlar vardı. Onun köyünde bütün evlilikler davullu, zurnalı, telli, duvaklı olmazdı. Bu sadece hallice olanların, zenginlerin geleneğiydi. Yaşar’ın evlendirildiğinden, büyüklerin gidip komşu köyden Zarife’yi kendisine istediklerinden haberi bile olmamıştı. Gelini alıp eve getirdiklerinde Kocakıran yamaçlarında keçileri otlatıyordu. Komşusunun oğlu Murtaza gelip ona müjdeyi vermişti. “Sana gelin getirdiler, bu akşam evleneceksin.” demişti. Akşam abisi keçilerin başında kalmış onu köye göndermişti. Evin önünde kadınlardan küçük bir kalabalıkla karşılaşmıştı. Köyün imamı Çolak Yaşar akraba büyüklerinden oluşan birkaç erkekle keçilerin tuz taşlarından birinin üzerine oturmuş sohbet ediyordu. Köylü kadınlar gelini görmeye gelmişlerdi. Kadınların bazıları evden çıkarken yenileri geliyordu. Evde tatlı bir telaş vardı. Babası kocaman bir koç kesmiş, etin bir kısmı hala bahçedeki ağacın dalında asılı duruyordu. Karanlık çökerken yağ kandillerinin ışığında gelen konuklarla birlikte çorba, kavurma ve baklavadan oluşan bir yemek verildi. İmam, Yaşar’la Zarife’nin nikâhının kıyıldıktan sonra evdekiler hep birlikte yatsı namazını kılıp düğün evini terk ettiler. Geleneklerin usulünce Yaşar’ı komşularının oğlu olan Recep gerdek odasına soktuğunda onlarda evlendirilmiş oldu. Zarifey’i o gece zifaf odasında yağ kandilinin aydınlattığı alaca karanlıkta ilk kez gördü. Büyüklerinin isteği doğrultusunda onu kendine eş kabul etti. Onun köyünde sevdiği kızı kaçıranların dışında hiç kimse evlenmeden önce eşini bir kez olsun göremezdi. Bir yıl nişanlı kalanlar içinde bile evlenmeden önce nişanlsını görebilenler bir elip parmaklarından daha fazla değildi. Komşu köylerde daha çok kış aylarında yapılan yapılan düğünlere gidenler, tanıdıkların yardımı ile bu ayrıcalığı zar zor elde edebilirdi. “Ben kızı görmek, boyuna bosuna bakmak, tanımak isterim.” demek geleneklere göre büyük edepsizlikti. Söylenemezdi… Yaşar zaman içinde Zarife’ye , Zarife’de Yaşar’a alıştı. Birbirlerini ağız tadıyla idare etmeye, çalıştılar. Askere giderken arkasında eşini ve iki tane akça pakça topaç gibi oğlan çocuğunu bıraktı. Her şey iyi de askerlik demir bir leblebi gibiydi. Giysiler güzeldi, postallar, yemekler de ama konuşmalardan hiçbir şey anlamıyordu. Çünkü Yaşar askere gidinceye kadar bir kez bile köyden dışarı çıkmamıştı. Köye gelen yabancılarla da genellikle büyükler görüşüp konuşurdu. Yaşar Sırpça bir yana tek kelime Makedonca bile bilmiyordu. Elbette askerler içinde kendisi yüksek köylerden Türkler de vardı. Ama onların da Yaşar’dan pek farkları yoktu. Atın sağrısındaki sinekler gibi oradan oraya koşturup duruyorlardı. İlk birkaç ay çok sıkıntı çekti. Okuması yazması olmadığı için eve mektup da yazamıyordu. Yaşar hiç okula gitmemişti. Zaten köyde gidilebilecek bir okul da yoktu. Kasabadakine de genelde Türk çocukları gâvur olur diye göndermezlerdi. Yaşar, askerde hem Makedonca, hem Sırpça hem de okuma yazma öğreniyordu. Öğrenmekle kalmıyor öteki arkadaşlarının da öğrenmelerine bile yardımcı oluyordu. Askerlikteki dördüncü ayın sonunda evine ilk mektubunu gönderdi. Mektup gelince evdekiler de şaşırıp kaldı. Hatta önce bu zarfın devlet tarafından gönderildiğini ve oğullarının başına kötü bir şey gelmiş olabileceğini düşünüp üzüldüler. Yaşarı’ın onlara mektup yazabileceğini akıllarının ucundan bile geçirmediler. Köyde kapı kapı dolaşılıp mektubu okutacak birini aradılar. Köyde hükümetten gelen kâğıtları okuyabilecek üç beş kişiden fazlası da yoktu. Onların da hepsi Yaşar gibi okuma yazmayı askerlikte öğrenmişti. En sonunda muhtar dertlerine çare oldu. Zarfın üzerine bakıp “Askerdeki oğlunuzdan mektup gelmiş.”dedi. Zarfı yırtıp okumaya başladı. Mektupta bütün köylüye, akrabalara, büyüklere selam ediyordu. Rahatının ve sağlığının iyi olduğunu anlatıyordu. Zarife’ye ve çocuklarına tek bir cümle bile yazmamıştı. Çünkü mektupta kendi karısını ve çocuklarını merak ettiğini yazması hoş karşılanmaz, saygısızlık olarak algılanabilirdi. Elbette Yaşar yazdığı mektubun yanıtını hiç bir zaman alamadı. Yaşar askere alınmadan çok önce Avrupa’da savaş başlamıştı. Almanlar Avusturya’yı ve Polonya’yı İşgal etmiş, çoktan kuzeye Finlandiya üzerine yürümüştü. Henüz Yugoslavya da kimse savaştan söz etmiyor, askerler olan biteni korkulu gözlerle izliyorlardı. Kentlerde yaşayan olun bitenden haberdar insanların da çoğu savaşın kendilerini ilgilendirmediğini, Almanlarla ile aralarında bir sorun olmadığını düşünüyordu. Yaşar askerde birinci yılını doldururken 1941 yılında Alman ordusu Yugoslavya’nın bir kısmını göz açıp kapayıncaya kadar işgal ediverdi. Kimse ne olup bittiğini bile anlamaya vakit bulamadı. Neredeyse çatışma bile olmamış, ülke kolayca Alman boyunduruğu altına girivermişti. Almanlar Yugoslavya’yı işgal ettiğinde Yaşar Üsküp’ten Zagreb’e geleli üç ay olmuştu. Önce askerler arasında büyük bir kargaşa ve korku yaşandı. Bir kısmı birliklerinden firar edip kaçtılar. Kıtaların çoğu ise silahlarına el konularak Almanlar tarafından teslim alındı. Alman komutanların gözetiminde bir ay boyunca kendi kışlalarında tutuldular. Belirsizlik ve korku her gün yeni bir haberin doğmasına neden oluyordu. Hatta Almanların bütün esir askerleri kurşuna dizeceğinden bile söz ediliyordu. Neyse ki kimseyi kurşuna dizmediler. Sadece kaçanlar yakanınca hapse atılıyor veya kurşuna diziliyordu. Bir ayın sonunda Zagreb’teki kışlada askerler milliyetlerine ve yaşadıkları bölgelere göre küçük gruplara ayrılıp başka yerlere gönderilmeye başlandı. Türkler, Bosnalı ve Kosovalı Müslümanların bir kısmının Bulgaristan’a, bir kısmının ise Almanya’ya gönderileceği söylentileri ağızdan ağza dolaşıyordu. Yaşar İbrahimof, kışla Almanlara teslim edildiğinden beri uyku uyuyamıyordu. Belirsizlik ve her gün yenisi üretilen korkunç söylentiler sadece onun değil herkesin dengesini bozuyordu. Söylentilerin bir yararı bile olmuştu. Esir askerlerin arasında akıl almaz bir yakınlaşma ve kardeşlik oluşmuştu. Her geçen gün kendilerine dağıtılan ekmek ve tahıl lapasına benzer karavana hem azalıyor hem kötüleşiyordu. Karavana kötüleştikçe ateşli hastalıklar ve ishal artmaya başlamıştı. Başlarına gelmedik bir şey değildi ama artık herkes iyice bite kesmişti. Açlık bazen yakın arkadaşları bile birbirine düşürüyor, dişe diş, göze göz kavgalar patlak veriyordu. Üstelik kavga edenler ayrı bir binaya hapsediliyor, onlara herkesten daha az yiyecek veriliyordu. Yine de kavgaların önüne geçilemiyordu. Şehre gelen trenler sabaha kadar duman dumana demir rayları inletiyor, hiç uyumayan çelik devler durmadan dinlenmeden dişlerini gıcırdatıyordu. Yaşar İbrahimof trenlerden korkmaya başlamıştı. Trenlerin karanlığı ok gibi delen düdükleri onu yatağında zıplatıyordu. Tren düdüklerine gündüzleri bile dayanamıyordu. Çoğunlukla kulaklarını parmakları ile tıkayıp binaların kuytularına saklanıyordu. Çünkü herkes trenlerin insanları bir yerlere taşıdığını ve bir daha hiç kimsenin onlardan haber alamadığını biliyordu. Esir askerler arasında “Sen olsan bu kadar esiri boşu boşuna besler misin? Öldürürsün olup biter. Herkes önce kendi askerinin ve insanının karnını doyurur.” cümleleriyle başlayan sohbetler saatlerce sürerdi. Bütün sohbetler umutsuz, ışıksız, dipsiz kuyular gibi kapkara bir yere varırdı. İnsanlar korkardı ama korkularını da gizlemeye de özen gösterirdi. Hatta birkaç asker belki de bu sohbetlerin etkisiyle intihar bile etmişti. Ölümlerin ardından her gün konuşulan “Halimiz ne olacak?” muhabbetleri bıçak gibi kesiliverdi. Ortalığa iyimser bir hava yayılmaya çalışıldı. Savaşın fazla uzun sürmeyeceği, biraz daha dayanabilirlerse önümüzdeki bahar herkesin evine döneceği konuşulmaya başlandı. Ama bu da uzun sürmedi. Çünkü herkes umut dolu konuşmalar için geleceği dair küçücük bir ışık görmek istiyordu. Oysa yaşam her gün daha da zorlaşıyordu. Bir hafta bile sürmeden bütün hevesler söndü, umutlar soluklaşıverdi. Bir sabah daha herkes uykudayken büyük bir patırtı kopuverdi. Esir askerler tartaklanarak, sürüklenerek yataklarından kaldırılıp koğuşların arasındaki büyük meydana çabucak toplanıverdi. Yerler karla kaplıydı ve herkes soğuktan olduğu kadar korkudan titriyordu. Alman komutanlar sürekli bağırıyordu. Çevirmenlikle görevli askerler emirleri Sırpça tekrar edip esir askerlere ikinci bir komutan gibi bağırıyorlardı. Sonra bütün esirler sıraya sokuldu. Kimsenin koğuşlarından bir şey almasına bile izin verilmedi. Esirler Alman askerlerinin gözetiminde kışlalarından çıkarıldılar. Sokaklardan insanların şaşkın bakışları arasında geçip istasyona götürüldüler. Bölük bölük ayrılarak tıka basa trenlere bindirildiler. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. İnsanların gözleri kocaman kocaman açılmış, korkuyla birbirlerine bakıyorlardı. Konuşmaya bile cesaret edemiyorlardı. Kapılar kapanmadan önce bir esirin sesi duyuldu. “Buraya kadarmış arkadaşlar. Tanrı yardımcınız olsun.” Bu cümleler esir dolu vagonda yankılandığında son umutlarda uçup gidivermişti. Herkes o anda aynı şeyi düşünüyordu. Tamam, yakında öleceğiz… Kapılar kapandı ve tren bilinmeyen bir yöne doğru hareket etti. Tıka basa vagonların havasız ortamında bir gün bir gece yol aldılar. Geceyi ve gündüzü sadece vagonların tahta aralıklarından sızan aydınlıktan anlayabiliyorlardı. Yolculuk boyunca kimse tuvalete gidemedi, Kuru ekmeği boş verin, kimseye bir yudum su bile verilmedi. Öğle üzeri yine karlarla kaplı bir istasyonda indirildiler. Trenden inenleri kendi içinde boyuna, posuna, gücüne, kuvvetine göre gruplara ayırdılar. Bir kısmı yeniden vagonlara bindirilip götürülürken, yarısına yakını o istasyonda bekletildiler. Yaşar İbrahimof, istasyonda bekletilenlerin içinde bırakıldı. Akşama doğru bir manga Alman Askeri onları alıp iki saatlik bir yürüyüşün ardından kasabanın dışında, etrafı tel örgülerle kuşatılmış barakaların önüne getirdi. Orada kendilerinden önce getirilmiş başka esirler de vardı. Korku ve soğuktan tir titreyen esirleri onarlı, yirmişerli gruplara ayırıp barakalara yerleştirdiler. Dışarıda kar olmasına rağmen barakalarda battaniye bile yoktu. İçerdeki kocaman döküm sobaların hiç biri yanmıyordu. İnsanlar kendi nefesleriyle ısınmaya çalışıyorlardı. En azından kapalı bir yerde olduklarından ve barakaların arasında bulunan çeşmelerden kana kana su içebildikleri için kendilerini şanslı sayıyorlardı. Trendeki esir askerlerin üzerindeki korku yavaş yavaş dağılıyordu. Onları öldürmeyeceklerdi, bunu hissedebiliyorlardı. Şimdi herkes “Öldürmeyeceklerse bizi ne yapacaklar? Neden buraya getirdiler?” sorusunun yanıtını diğer esirlerin yüzlerinde, bakışlarında arıyordu. Konuşmalar daha çok bundan sonrasını ne olacak üzerine tahmin ve yorumlardan oluşuyordu. Kampa getirilen bütün esirler açtılar. Tam iki gündür bir şey yememişlerdi. Ama neredeyse trendeki korku onlara açlıklarını bile unutturmuştu. Barakanın tabanına serilmiş samanların üzerinde koyunlar gibi birbirlerine sokularak derin bir uykuya daldılar. Korku herkesin psikolojisini bozmuştu. Yaşar İbrahimof gecenin bir yarısında uyandığında üst üste yatan esirlerin neredeyse hepsinin uykusunda bağıra çağıra konuştuklarını gördü. “Tanrım,”dedi, Herkes kafayı mı mı oynattı yoksa?” Alman askerleri gün ışırken barakaların tahta duvarlarına vurarak esirlerin hepsini uyandırıp bahçeye dizdiler. Sonra birer birer saydılar. Şimdi onlara çevirmenlik yapan askerler de yoktu. Esirlerin çoğu verilen emirlerin ne anlama geldiğini anlayamıyordu. Anlaşılmayan ve yerine getirilmeyen emirlerin yanıtı genellikle esirlerin omzuna veya karnına inen tüfek dipçikleri oluyordu. Bazen yerde yatanı kaldırmak isteyen öteki askerler de aynı şekilde cezalandırılıyordu. Trene bindirildikleri günden beri ilk defa o sabah esirlere sabah kahvaltısı için ikişer tane haşlanmış patates ve biraz da kara ekmek verildi. Sonra sıraya sokulup kamptan dışarı çıkarıldılar. Akşama kadar üzerinden demir yolu geçen bir köprünün inşaatında çalıştırıldılar. Esir askerler çok yorulmalarına rağmen aylarca kapalı tutuldukları kışladan çıkarıldıkları için anlaşılmaz bir mutluluk duydular. İyimserlikleri arttı. Eğer çalışırlarsa, bir işe yararlarsa onları kimse öldürmezdi. Tek bir sorun vardı. Hava çok soğuktu. Her geçen gün açlıktan daha da cılızlaşan bedenleri soğuğa eskisi kadar karşı koyamıyordu. Ayrıca aç insanları ayaz acımasızca dişliyor, çok üşüyorlardı. Yaşar İbrahimof, o esir grubuyla altı ay birlikte kaldı. Yarısı çelik yarısı beton , kocaman bir demiryolu köprüsünde çalıştı. Genellikle sabah ve akşam tahıl lapası, çavdar ekmeği, haşlanmış lahana veriyorlardı. Yemeklerin içinde yağ ve et bulmak imkânsızdı. Her geçen gün iyice zayıflıyorlar, bazıları hastalanıyordu. Yaz gelince belki yiyecek bollaşır diye umut ediyorlardı. Ama açlık o hep aynı bildik açlık olarak kaldı. Esirler zamanla buldukları her şeyi yemek, otların içinden, hatta ağaç kabuklarından bile yenilebilecek olanları seçmek konusunda çok fazla uzmanlaştılar. Bazen köprü inşaatı yerine başka işlerde çalışmaya da götürüldükleri oluyordu. Örneğin kasaba istasyonunda yükleme, boşaltma, çiftliklerde tarla işlerinde çalıştırılıyorlardı. Çiftliklere özellikle hasat için götürüldüklerinde ne bulurlarsa yiyorlardı. Ceplerine buğday, arpa, mısır taneleri dolduruyorlar, patates çalıyorlar, meyveleri bağırsakları bozuluncaya kadar tıka basa yiyorlardı. Eğer yakalanırlarsa bunu cezasını da dayak yiyerek ödüyorlardı. Çitliklerde esirlerin durumuna acıyan insanlar arasında onlara gizlice yiyecek verenlerde oluyordu. O zaman kendilerine ikram edilenleri çiğnemeye bile vakit bulamadan, çabucak, askerlere göstermeden mideye indiriveriyorlardı. Buraya getirildikten on ay sonra Yaşar İbrahimof ve bir grup Müslüman esir yeniden istasyona götürülüp trenlere bindirildiler. Ama artık öldürülmekten korkmuyorlardı. Hatta belki savaş bitmiştir, bırakıverirler düşüncesiyle seviniyorlardı. Ama vagondan indirildiklerinde savaşın bitmediği, onları çalıştırmak için başka bir yere naklettiklerini anlamaları uzun sürmedi. Yıllar sonra getirildikleri yerin Hildesheim Ovası’nda bir kasaba olduğunu öğreneceklerdi. İstasyon yakınında bulunan bir karakola götürülerek orada üç gün tutuldular. Her zaman olduğu gibi yine çok az yiyecek veriliyordu. Açtılar ve beklemekten iyice sıkılmışlardı. Üç günün sonunda bir sabah Yaşar İbrahimof, birkaç arkadaşı ile birlikte ötekilerden ayrılarak bir at arabasına bindirildiler. Yarım gün süren bir yolculuktan sonra uçsuz bucaksız ovanın ortasına kurulmuş kocaman bir çiftliğe götürüldüler. Artık onların başında nöbet tutan askerler yoktu. Onları Thomas adında bir adama teslim etmişlerdi. Yaşar İbrahimof ve arkadaşları önce çiftlikte ahırların üstündeki samanlık gibi bir yere yerleştirildiler. Onlara sadece "Kaçmaya çalışan ölür. Ayağınızı denk alın." manasına gelecek bir şeyler söylediler. Elbette söylenenlerin çoğunu anlamadılar. Thomas'ın yüz ifadesinden durumun böyle bir şey olduğu sonucunu çıkardılar. Ovanın ortasında onlarca binadan oluşan bu çiftlikte savaş esiri olan dört kişi dışında onlarca insan çalışıyordu. Çitliğin sahibi kocaman kuleleri olan şatoya benzer eski bir bina da yaşıyordu. Sadece sabahleyin erkenden uyanıp evin balkonundan avluya bakıyordu. Thomas, her gün avluda toplanan işçilere yapacakları işleri paylaştırıyor, sonra da gidip çiftliğin sahibiyle bir asker gibi esas duruşta konuşuyordu. Onun başka talimatları emirleri alıyor ve çalışanların görevlerinde bazı değişiklikler yapıyordu. Yaşar İbrahimof ile arkadaşlarının esirlik günleri çiftliğe gelince birden sona eriverdi. Onlara da çiftlikte öteki işçilerle birlikte yemek veriliyor ve daha iyi yataklarda yatırılıyorlardı. Haftada bir kez sıcak suyla banyo bile yapabiliyorlardı. Hatta üstündekilerin çok yıprandığını görünce onlara yeni giysiler bile verildi. Ayrıca çiftlikte yaşayanlar her konuda birbirlerine yardımcı olmaya özen gösteriyorlardı. Ellerindekini çekinmeden onlarla şeylerini paylaşıyorlardı. Yaşar İbrahimof ve arkadaşlarını onlardan ayıran en büyük engel sadece Almanca bilmemeleriydi. Geldiklerinden bir ay sonra savaş esiri olduklarını bile unuttular. Çitlikte kadın ve erkekler için ayrı ayrı düzenlenmiş yatakhaneler vardı. İşçiler için ayrılmış su tulumbası ve tuvaletler bahçedeydi. Sabahleyin gün ışırken kalkılıyor ve kahvaltı ediliyordu. Mutfakta görevli kadınlar işçilerden daha erken kalkarak hazırlıyordu. Sabah kahvaltısında genellikle ekmek ve reçel gibi şeyler veriliyordu. Onca açlıktan sonra bu kahvaltı bile kendi başına bir ziyafet sayılırdı. Kahvaltı sonrası çiftlik çalışanları esirlerle birlikte avluya çıkıyorlardı. Dört esir dışında çiftlikte çalışanlara her ay işlerinin önemine göre belli bir para veriliyordu. Thomas kendisini bekleyen işçilerin yanına gidiyor o gün yapılması gerekli işleri onlara paylaştırıyordu. Örneğin sabah inekler sağılacak, öğleden sonra da tarlaya gidip ötekilerle patates toplayacaksınız gibi… İşçiler sık sık ücretlerden yakınıyordu ama esirlerin hiçbir şeyden şikâyetleri yoktu. Onlar sadece akıllarına düştükçe çiftlikten alınıp başka bir yere götürülmekten korkuyorlardı. Savaşın bitmediğini herkes biliyordu. Korkularından dolayı çiftlik sahibine ve kâhyaya sürekli yaranmaya çalışıyorlar, verilen her işi canla başla yapıyorlardı. Kendi işleri bittiğinde hemen başkalarına yardıma gidiyorlardı. Belki de bu yüzden herkes onlara iyi davranıyor ve yakınlık gösteriyordu. İbrahimof, ayrıca diğer çalışanlardan daha becerikli olduğu için de seviliyordu. Atı arabaya koşmayı, çift sürmeyi, hayvan sağmayı, pulluk ve basit tarım aletlerini onarmayı çok iyi bildiği için çitliğin kâhyası Thomas işleri çalışanlara paylaştırırken İbrahimof’u kolluyor, ovaya göndermiyor, daha çok çiftlik içindeki nispeten kolay işleri veriyordu. Günler, haftalar aylar yel gibi gelip geçti. Kış gelip kapıya dayandı. Tarla, çift, çubuk işleri bitti. Ovayı kardan bir örtü kapladı. Ahırların temizlenmesi, hayvanların beslenmesi, ineklerin sağılması ve peynir üretilmesi dışında fazla bir iş kalmadı. İbrahimof üç gündür bir at arabasının tekerleklerini onarmaya çalışıyordu. İşin doğrusu araba tamirinden de marangozluktan pek anlamıyordu. Deneme yanılama yoluyla bu işin üstesinden gelmek ve kendini oyalamak istiyordu. Çünkü aylak kaldığı zaman düşüncelerine acımasız akbabalar üşüşüyor ve beynini didikliyordu. Köyünü, evini ve ailesini düşünmekten iyice yorulmuştu. Kış bütün ovaya, dağlara, ormanlara hükmederken İbrahimof’a bir haller oldu. İyice kendi içine çekildi. Yemeden içmeden kesildi. Belki de bu yüzden biraz ateşlenip yataklara düştü. Neyse ki hastalığı basit bir soğuk algınlıydı. İyileşti ama canı hala yataktan çıkmak, eskiden olduğu gibi karlı bahçede yürümek bile istemiyordu. Hastayken ona çiftliğin mutfağında çalışan Monika gelip baktı. İçine ekmek doğranmış, sıcak süt ve çorba getirdi. Alnına sirkeli suda ıslatılmış bezler koydu. Monika’nın İbrahimof’a karşı gösterdiği ilgi iyileştikten sonra da sürmeye devam etti. Yemek dağıtırken sürekli İbrahimof’u kolluyor, yemeğin en güzel kısmını seçerek onun tabağına dolduruyordu. Monika oldukça alımlı bir kızdı. Yüzündeki çiller ona ayrı bir güzellik katıyordu. Sarı saçları ve mavi gözleriyle erkeklerin aklını kolayca başından alabilecek biriydi. Çiftlikte onun gibi birçok genç kız vardı. Bütün genç ve sağlıklı erkekler askere alındığı için maalesef ortalıkta bu kızlarla ilgilenecek erkek yoktu. İbrahimof, kışın insanı kapalı mekânlara hapsettiği kasım ayının sonlarında Monika’nın kendisiyle aşırı derecede ilgilenmesinin mutfak görevlerinden biri olmadığı fark etti. Almancayla başı belada olduğu için yarım yamalak cümlelerle kızın ilgisine teşekkür ediyor, halini hatırını sormaya çalışıyordu. İbrahimof ne zaman ağzını açıp bir şeyler söylemeye kalksa kız gülmekten kendinden geçiyordu. O da kıza bakıp kedini koyuveriyordu. Onlar konuşamıyor sadece kahkahalarla gülüyorlardı. Sonra duruluyorlardı ve yine her şey günlük akışında sürüp gidiyordu. Belki de bu gülüşmelerin en güzel yanı çiftlikte kimsenin onların ne yaptıklarına aldırmamasıydı. İbrahimof, askere alındığı günden beri ilk kez erkek olarak bir kadını arzuladığını, bir kadının kendisini beğendiği hissediyordu. Bu onu aynı zamanda büyük bir suçluluk duygusu içine de itiyordu. Çünkü o evliydi ve memleketinde karısı ve iki çocuğu onun dönmesini bekliyordu. Gerçekten eşi onu bekliyor muydu? Esir olarak Almanya’ya götürüldüğünü ve yaşadığını biliyor muydu? Belki öldüğünü sanıp çoktan başka birisiyle evlenmişti. Her geçen gün eşinin onun beklediği düşüncesini kendi içinde azaltmaya çalıştı. Çünkü mavi gözlü ve yüzü çillerle bezeli o kıza doğru akmaktan kendini alamıyordu. Birkaç hafta sonra Monika, İbrahimof’un kendisine yakın olmasını sağlayacak bir şeyler ayarladı. Thomas iş dağıtımını yaparken Monika ve onu sürekli birlikte çalışabilecekleri işlere veriyordu. Her gün birlikte inek sağmaya, ahır temizlemeye ve hayvanları yemlemeye gidiyorlardı. İbrahimof onunla aynı işlere gitmekten hoşlandığı halde Monika’dan çekiniyor ve mesafeli kalmaya özen gösteriyordu. Kış koyulaştıkça onlar birbirlerine yakınlaştılar. En sonunda Monika ilk adımı İbrahimof’un atmasını beklemekten yoruldu. Bu çekingen adamı elinden tutup ahırın en uzak köşesine götürdü. Sonra samanlığa, ertesi gün peynirlerin dinlendirildiği odaya ve diğer gözlerden uzak yerlere… Bahara doğru artık herkes onlara evliymişler gibi davranmaya başladı. Fakat çiftlikte evli çiftlerin birlikte kalabileceği odalar yoktu. Karanlık çökünce erkekler kendi yatakhanesine, kadınlar da kendi yatakhanelerinde kalıyordu. Bu yüzden ilişkileri gözlerden uzak kuytularda sürüp gidiyordu. Sonra hiç beklenmedik şeyler oluverdi. Kadın öğürmeye ve sürekli kusmaya başladı. Monika’nın canı çilek çektiğinde daha Nisan bile gelmemişti. Henüz çilek için çok erkendi. Çilekten sonra Monika armut ve üzüme de aş erdi. Çiftlikteki işçiler için bu durum pek sürpriz sayılmazdı. Hatta bunu sevinçle karşıladılar. Çiftliğin taş duvarlarında yıllardır bebek çığlıkları yankılanmamıştı. Sadece iki Boşnak ve bir Arnavut esir Monika’nın hamile olmasına öfkelendiler. İbrahimof’un Hıristiyan bir kadınla ilişkisini kendilerine ve ülkelerine ihanetmiş gibi algılıyorlardı. Bahar ve yaz İbrahimof ve Monika için masal gibi akıp geçti. Onların gülücüklerle ve öpücüklerle süslü yazları savaşın iyice azgınlaştığı bir yıl oldu. Ovanın üzerinden uçup giden uçak sayısı her gün artıyordu. Bazı günler yüzlercesini bir arada bile görmeye başladılar. Çiftliğin ve ovanın üzerinden iyice alçalarak geçenlerden çok korkuyorlardı. Bomba atabileceği korkusuyla herkes saklanmaya çalışıyordu. Neyse ki şimdiye kadar bir aksilik yaşanmamıştı. Kasaba defalarca bombalanmıştı. Her şeye rağmen onlar savaşın çok uzağındaymış gibi yaşıyorlardı. Elbette zaman zaman çiftliğe savaş haberleri de geliyordu. Radyolarda, Almanların bütün Rusya’yı ele geçirdiğinden, bütün komünistler teslim olduğundan söz ediliyordu. Çiftlikteki işçiler karıncalar gibi çalışıyorlar ve yetiştirilen bütün ürünleri at arabaları ile kasabaya taşıyorlardı. Çitlik sahibinin keyfi yerindeydi. Kasım başında karlar başlayıp, dize kadar çıktığında Monika kendisi gibi sapsarı bir oğlan çocuğu dünyaya getirdi. Adını da Stefan koydu. Dünyaya gelen üçüncü oğlu İbrahimof’u bir duygu karmaşasının içine itti. Stefan için sevinirken Makedonya’da kalan iki oğlu için kötü bir şey yaptığı hissini yaşıyordu. Sevinci eksik, yarım ve kırık döküktü. Ama şimdi savaş zamanıydı ve o bir esirdi. Yazın başında Thomas bir düzenleme yaparak İbrahimof ile Monika’ya mutfağın hemen bitişiğinde bir oda verdi. Bütün kadınlar daha önce kiler olarak kullanılan odayı temizlemeye, badanasını yapmaya ve birkaç parça eşya ile donatmaya yardım ettiler. Çünkü Stefan kadınlar yatakhanesinde bütün gece ağlayarak herkesin huzurunu kaçırıyordu. Çiftliktekiler savaştan habersiz yoğun bir yaz talaşı içindeydiler. Fakat kendilerine göre savaşın gidişatını da anlamaya çalışıyorlardı. Harman makinesini çeken traktöre artık yakıt bulunamıyordu. Ovanın üzerinden uçup giden uçak sayısı da her geçen gün artıyordu. Artık radyolarda söylenen zafer haberleri kimseye pek inandırıcı da gelmiyordu. Çünkü ovayı bıçak gibi kesip geçen ırmağın üzerindeki köprü son bir ay içinde iki kez bombalanmış ve yeniden onarılmıştı. Son aylarda çiftliğin sahibi olan yaşlı karı koca neredeyse hiç kasabaya gitmiyor, evlerinden dışarı adımlarını bile atmıyorlardı. Kimse bir şey söylemese bile işin içinde bir terslik vardı. Bu rahatlıkla seziliyordu. O günlerde çiftliğe ansızın askerler çıkıp gelmişti. Her yeri aramışlar, herkesi avluya toplayıp adlarını listeye yazmışlardı. Soranlara Thomas “Askere alınacak gençler olup olmadığını bakmaya gelmişler.”diye yanıt vermişti. Zaman su gibi akıp geçerken İbrahimof ve çiftlikte çalışan diğer esir arkadaşları Almanca konuşmayı her geçen gün biraz daha ilerletiyorlardı. Bazen dilleri dönmediği için telaffuz eksikleri olsa bile kendilerine söyleneni genellikle doğru olarak anlayabiliyorlardı. Kendi aralarında Almanca, Makedonca ve Sırpça karışımı bir dille şakalar bile yapabiliyorlardı. Bu çiftlikte çalışanlar arasında uyumu iyice geliştirmiş ve onları birbirlerine yaklaştırmıştı. Kocaman bir aile gibi olmuşlardı. Fakat öteki esirlerle İbrahimof arasındaki soğukluk her geçen gün artıyordu. Onun Manika ile birlikte yaşamasını döneklik gibi algılamakta çok ısrarlı görünüyorlardı. Bu durum İbrahimof’u çiftlikte çalışan Alman işçilerle yaklaştırırken, kendi arkadaşlarından uzaklaştırıyordu. Mecbur kalmadığı zamanlarda esir askerlerle aynı işlerde çalışmaktan uzak durmaya özen gösteriyordu. İbrahimof esir olduğu ve bu çitlikte çalıştırılmasını haksızlık olarak görmüyordu. Çünkü burada çalışan Almanlardan hiçbir farkı yoktu. Onlar para karşılığında kendisi ile aynı işleri yapıyorlardı. Ama kazandıkları para neredeyse hiçbir işe yaramıyordu. Sadece saklayabilir ve sürekli biriktirebilirlerdi. Kasabada bütün dükkânlar bomboş, lokantalar ve meyhaneler kapalıydı. Önce sonbahar geldi, ardından yine acımasız bir kış… Çok açlık var diyorlardı. İnsanlar bir parça ekmek için yakında birbirlerini öldürecekmiş. Kasabada hırsızlık iyice artmış. Çiftlikte yaşayanların bir eli yağda öteki balda değildi ama aç da kalmıyorlardı. Hatta bazen etli yemekler ve tatlılar bile yiyebiliyorlardı. İşçilere et verilmesi için özel olarak hayvan kesilmiyordu. Genellikle hastalanan veya yaralanan hayvanlar onların kazanına giriyordu. Olsun varsın diyorlardı, buna da şükür… Stefan büyüyordu, alt çenesinde iki dişi çıkmıştı. Uçları iğne gibi sivri dişleriyle ne bulursa çiğnemeye çalışıyordu. Yaramaz, emerken annesinin memesini bile kanatmıştı. Üstelik artık eskisi kadar çok ağlamıyordu. Yakında yürümeye de başlardı. Monika, İbrahimof ve Stefan için yaşam kendi halinde akıp gidiyordu. Kış sona erip çitlikte hareketli günler başlayınca Monika’nın ikinci kez hamile olduğu anlaşıldı. Mayıs ayında kusmaya, yediği her şeyi çıkarıp hastalanmaya başladı. Bu durum önceki hamileliğine hiç benzemiyordu. Çoğunlukla çalışamıyor, tarlaya bahçeye gidemiyor, zamanının çoğunu yatarak geçiriyordu. Ahırların, hayvanların, sütün ve peynirin kokusuna kesinlikle dayanamıyordu. Diğer çalışanlar Monika’nın yatmasına içerliyor, her fırsatta onun bu çiftlikğe doğurmak için değil çalışmak için geldiğini Thomas’ın duyacağı şekilde dillendiriyorlardı. Özellikle işçilerin bir araya geldiği akşam yemeklerinde sözle sataşanlar ve iğneleyici laflar söyleyenler oluyordu. İbrahimof esir olduğu için kimseye bir şey diyemiyor, öfkeleniyor ve söylenenlerin altında eziliyordu. Neyse ki bu durum bir ayın sonunda kendiliğinden düzeldi. Ağustos ayı ortalarında ovadan askeri birlikler geçmeye başladı. Tanklar bazı tarlalardaki ürünleri yerle bir ettiler. Askerler içinde yaralılar, hastalar, üstü başı perişan durumda olanlar çoğunluktaydı. Ekmek, su bile istemediler. Aceleci ve telaşlı, kaçar gibi geçip gittiler. Onların geçişinden sonra uçaklar da sustular. Ova derin bir sessizliğe büründü. Eylül ayının başında savaşın yakında biteceği söylentileri yayılıyordu. Çok geçmeden söylentiler gerçek çıktı. Almanya Amerika ve Rusya’ya teslim oldu. İbrahimof ile birlikte çiftlikte çalışan esir askerler bu habere çok sevindiler. Ama o sevinemedi. İşin içinde Monika ve Stefan vardı. Esir askerler bu haberin duyulmasından sonra hemen kasabaya gidip karakola başvurdular. Savaş esiri olduklarını ve buraya Yugoslavya’dan getirildiklerini beyan ettiler. Karakoldaki askerler onlara çitliğe geri dönmelerini, yakında memleketlerine gönderilmeleri için gerekli düzenlemelerin yapılacağını söylediler. Monika bir akşam İbrahimof’a bundan sonra ne yapacağını, nasıl yaşayacağını ve geleceğe ilişkin olarak neler düşündüğünü sordu. Ondan Almanya’da kalmasını istedi. Burada birlikte yeni bir yaşam kurmayı düşlediğini söyledi. İbrahimof da ona zaten dönmeyi düşünmediğini, onunla mutlu olduğu yanıtını verdi. Sonra her ikisi de kendini düşlerden örülü bir geleceğin içine salıverdi. Konuştular, sular seller gibi durmadan konuştular. Uykuya dalmak için gözlerini kapattıklarında sabah olmuştu. İbrahimof, Monika’ya verdiği sözden ötürü her geçen gün artan bir pişmanlık ve kızgınlık duymaya başladı. Bunun üstesinden gelemiyordu. Her boşlukta, kendini köyünü, eşini, çocuklarını, anne ve babasını düşünürken buluyordu. En azından bir kez olsun gidip, onları görmek istiyordu. Peki, giderse geri dönebilir miydi? Eğer hayattaysalar onlara “Ben Almanya’ya geri döneceğim .”diyebilir miydi? Monika’dan ve oğlundan vazgeçmek istemiyordu. Çünkü Monika yaşamının en çaresiz zamanlarında ona uzanan sıcacık bir el olmuştu. Kimse kolay kolay böyle bir şey yapmaz, bu kadar cömertçe başkasına kucak açamazdı. Ona çok şey borçlu olduğunu hissediyordu. Özellikle geceleri başını yastığı koyduğunda İbrahimof’un içindeki merak ve belirsizlik duygusu tamamen onu ele geçiriyor ve aklını Makedonya’daki karısı, evi ve çocukları teslim alıyordu. Sabaha kadar yatağın içinde dönüp duruyor, uyuyamıyordu. Onun huzursuzluğunu sezen Monika “Artık savaş bitti. Burada kalmak zorunda değiliz. Başka bir yere gidelim. Çalışıp yeniden bir yaşam kurabiliriz.” diyordu. İbrahimof’un asıl sorunu bu çitliğe esir olarak getirilmiş olmak değildi. O savaş zamanı kendisini açlıktan ve soğuktan kurtaran bu çitliği hep sevmişti. Üstelik kendisini çiftlikte hiçbir zaman esir gibi de hissetmemişti. Burada yaşamaya ve çalışmaya ömrünün sonuna kadar devam edebilirdi. Asıl sorun kalmak veya gitmek değil, Makedonya’ya dönüp dönmemekti. Diğer üç Müslüman esir haftalar önce çiftlikten ayrılıp gitmişlerdi. Elbette dönmek, Monika’yı bırakıp gitmek düşüncesi tamamen çöpsüz üzüm değildi. Belki de onu kendi memleketinde kötü sürprizler bekliyordu. Bu ihtimal İbrahimof’u iyice korkutuyor ve kararsızlığını daha da derinleştiriyordu. O sonbahar çiftlikte çalışan işçilerin büyük bir bölümü ayrılıp kendi köylerine gittiler. Savaş sırasında yolculuk etmek, bir yerden bir yere gitmek neredeyse imkânsızdı. Gidenlerin hepsi bir hafta on gün içinde geri döneceklerini söylediler. Yarısından fazlası çitliğe bir daha geri dönmediler. Geri dönenler ise bütün köylerin ve kasabaların yerle bir edildiğini, demiryollarının ve köprülerin yıkıldığını anlattılar. Almanya’nın bütün kentlerini, kasabalarını açlık ve salgın hastalıklar sarmış. En çok da küçük çocuklar ve yaşlılar ölüyormuş. İbrahimof duyduklarına inanmakta güçlük çekiyordu Durum bu kadar kötüyse neden bu çiftliktekilerin hiçbir şeyden haberi bile yoktu? Üstelik burada her zaman bol yiyecek vardı. Duydukları yüzünden bazen bu çiftlikte bütün dünyadan ve insanlara özgü acılardan uzakta, gizli bir ülkede yaşadıklarını hissediyordu. Kış ortasına doğru birkaç asker yeniden çiftliğe gelip İbrahimof’a ülkesine dönmesi için gerekli işlemlerin tamamlandığını bildirdiler. Üç ay içinde dönmezse bütün haklarını yitireceğini, bir daha kendisiyle ilgili işlemlerle uğraşmayacaklarını söyleyip gittiler. İbrahimof’a bir belge imzalattılar ve çiftlikten ayrıldılar. Elinde kalan bu son üç ay İbrahimof’un dönme konusundaki kararsızlığını binlerce küçük parçaya ayırdı. En azından bir kez gidip onları göreyim. Sonra dönerim düşüncesi aklını tamamen ele geçirdi. Her taraf kar altındaydı. Kendi kendine mart ayı başında yola çıkmayı kurgulamaya başladı. Dönmek düşüncesini Monika’ya söyleyemezdi. Mecburen karar verdiğinde habersizce bir trene binip yola çıkacaktı. Monika’yı ve çocukları da yanına alıp götürebilse, hiç kimseden vazgeçmek zorunda olmasa ne güzel olacaktı. Götüremezdi ki, anlatamazdı ki, onu kimse anlayamazdı… Oradakilere ne söyleyecekti? Eğer eşi hala bekliyorsa onun yüzüne nasıl bakacaktı? Her şey değişmiş, karısı yeniden evlenmiş bile olsa “Bize gâvur kızından gelin olmaz.” diyeceklerdi. İbrahimof, elbette Makedonya’daki kayıtlara kayıp olarak geçtiğini, annesinin onun için günlerce gözyaşı döktüğünü bilmiyordu. Savaş zamanlarında binlerce insan kaybolurdu. Ölenler için genelde “Kahramanca bilmem nerede savaştı ve filanca şehitlikte huzur içinde yatıyor.”denirdi. Ama kayıplar için en son şurada görüldü, burada savaştı öyküleri uydurulmazdı. İbrahimof’un annesi devletten gelen kağıtta yazan “Oğlunuz savaş sırasında kayboldu cümlesinden” bir şey anlamadı. Kocaman, dağ gibi bir oğlan nasıl kaybolurdu? Bozuk, para, boncuk veya iğneden söz eder gibi birisi için kayboldu denilebilir miydi? Öldüyse en azından mezarını görsün, bilsin, başında dua okusun istiyordu. Kuş olup uçmamıştı ya. Mart başında İbrahimof kasabaya gitmek için Monika’dan biraz para aldı. Ama pazara gitmedi. Zaten eskisi gibi pazar da kurulmuyordu. Savaştan sonra para neredeyse hükmünü yitirmiş, sadece bazı gıda maddeleri satın almak için kullanılabiliyordu. İbrahimof çarşıya hiç uğramadan direk karakola gitti. Oradaki görevliye Makedonya’ya dönmek istediğini söyledi. Çekmeceleri açıp, dosyaları karıştırdıktan sonra ona ait kâğıtlara baktılar. İsterse bu gece kasabadan geçecek olan trene binmesini sağlayacaklarını söylediler. Kendisine verilen kâğıtları cebine koyup oradan çıktı. Üzerindeki para ile biraz taze inek peyniri ve birkaç somun ekmek aldı. Peynir değil ama ekmek karaborsaydı. Çünkü her yerde ekmek karneye bağlanmıştı. Binlerce endişe, kaygı ve korku yüreğini ezerken akşamın ilerleyen saatlerinde istasyona duman, buhar savurarak giren trene bindi. İbrahimof’un yolculuğu üç gece dört günde sona erdi. Yolculuk boyunca insanlar zaman zaman trenden inip uzak mesafeleri sırtında yükleriyle yürüdüler. Tren güzergâhındaki bütün kasabaların, şehirlerin köylerin ve yol üzerindeki köprülerin çoğu yerle bir edilmişti. Şehirlerde molozları kaldırmak için savaştan arta kalan çoğu yorgun ve yaşlı insanlardan oluşan kocaman bir kalabalık karıncalar gibi çalışıyordu. İbrahimof dört günlük yolculuktan sonra İştip’e vardığı gece yarısı yıkılmış bir binanın içine sığındı. Geceyi tahta bir kanepenin üzerinde geçirdi. O gece sabaha kadar rüyalara tutsak olarak kan ter içinde onlarca kez uyandı, döndü, yeniden uyudu, oturdu, tütün içti ve sabahı zor etti. Hava aydınlanınca çıkıp kasabayı dolaştı. Yıkılmış binalar arasında yürüdü. Onlarca kez eşeğiyle pazara geldiği, sokaklarında gezdiği bu kasabayı tanıyamadı. Köyüne gitmeden önce bir şeyler satın alabilmeyi istiyordu. Kasabada sadece birkaç açık fırın vardı. Onlar da ekmeği parayla değil karneyle dağıtıyorlardı. Zaten dükkânlar açık olsa bile üzerindeki Alman paralarıyla bir şeyler alabilmesi neredeyse mucize gibi bir şeydi. Mecburen torbasındaki ekmekten biraz koparıp yiyerek köyünün yoluna düştü. Normal bir yürümeyle köy bu kasabaya altı saatlik mesafedeydi. Öğleden sonra İbrahimof köyüne ulaştığımda her şeyin yerli yerinde olduğunu görünce büyük bir şaşkınlık yaşadı. Sanki savaş bu köye de uğramayı unutmuş gibi görünüyordu. Köye inen bayırın aşağılarına yaklaştığında sürüsünü otlatan on üç on dört yaşlarında bıyıkları yeni terlemeye başlamış bir delikanlıyla karşılaştı. Ona kim olduğunu sordu. Delikanlı Şakir’in oğluymuş. Çocuğun yüzünü dikkatlice incelemesine rağmen kimlerden olduğunu ve babasını çıkarmadı. Kendi evinin kapısında üç tane kocaman çoban köpeği onu karşıladı. Havlayarak ona doğru koştular. İbrahimof hiç kımıldamadan evden birilerinin çıkıp köpekleri çağırmasını bekledi. Köpeklerin aralıksız havlamalarına evden Zarife çıktı. Bahçe çitinin önündeki adama hiç bakmadı. Sadece köpekleri avluya alıp kapıyı kapattı. İbrahimof tek bir adım bile atmadan ısrarla olduğu yerde durmaya devam etti. Heyecandan dizleri titriyor, yüzü seğiriyor ve kalbi uçsuz bucaksız çayırda süzülen genç bir tay gibi koşuyordu. Zarife ilk kez bahçe çitinin önünde duran adama baktı. Onu tanıdı, yerinden fırlayıp koşmaya başladı. Ayağı bir şeye takılıp yere yuvarlandı. Yerinden kalkmadan eve doğru dönüp bağırdı. “Anne İbrahim döndü. Baba İbrahim döndü…” Kapı önünde eşine sarıldı. Öylece kalakaldı. Sanki sonsuza kadar kolları kilitlenmiş, hiç çözülmeyecek gibiydi. Annesi ve babası gelinlerinin çığlıklarını duymadı. Birlikte içeri girdiler. Annesi oğlunu görünce bir çığlık atıp ona sarıldı. Kolları oğlunun boynuna ulaşamadan bayılarak yere yığıldı. Zarife kaynanasının yüzüne su vurdu. Onu uykusundan uyandırmak ister gibi bir taraftan da “Anne, anne” diye sesleniyordu. Baba gözleri yaşlarla dolu olarak ayağa kalkıp oğluna sarıldı. “ Döneceğini biliyordum oğlum.”dedi. “Yüzlerce defa rüyalarıma girdin. Sağ salim evine döneceğini biliyordum. Umudumu hiç kaybetmedim.”dedi. İbrahimof’un eve döndüğünü birkaç saat geçmeden komşu köylerde yaşayanlar bile duydu. Evleri aniden büyük bir kalabalığın akınına uğradı. Herkes İbrahimof’un başına neler geldiğini merak ediyordu. İbrahimof yaşadıklarını birkaç cümle ile binlerce kez özetlemekten perişan oldu. Elbette hiç kimseye Monika’yı ve sarı kafalı iki oğlunu anlatmadı. İlk saatlerde onları gizlediği için kendini yalancı ve suçlu gibi hissetti. Her geçen dakika içinde bulunduğu bu yeni duruma alışmaya başladı. O akşam babası İbrahimof’un dönmesi şerefine irice bir koç kurban etti. Evde orta halli bir ziyafet verildi. Camlara sabahın ilk ışıkları düşünceye kadar konuştular. Beş yılın acısını çıkarmaya, konuşarak yıllardır içlerinde biriken özlemi yok etmeye çalıştılar. Köye savaş top mermisi yağmuru, bomba çukurları, hava bombardımanı olarak gelmemişti ama köydeki birçok gencin yaşamını ömrünün baharında ellerinden çekip almaktan da geri kalmamıştı. Askerler gelip köylerdeki bütün hayvanları, ambarlardaki bütün yiyecekleri alıp götürmüşlerdi. Özellikle gizlemeye çalışanları ile ölümle cezalandırmışlardı. Köyde büyük bir kıtlık, açlık ve hastalık yaratmışlardı. Yugoslavya Almanlar tarafından işgal edildikten sonra Ülkeye Bulgar askerleri polis olarak görevlendirilmişler. Onlar da askerlik çağına yakın bütün gençleri askere almış ve değişik cephelere sürmüşler. Askere alınmaktan kurtulanları da partizanlar götürüp kendi saflarına katmışlar. Gençlerin bir kısmı sağ salim savaşın sonunun görmeyi başarmış ama daha çoğu götürüldükleri cephelerde kendilerinin bile olmayan bir savaşta ölüp gitmişlerdi. Köy taş gibi yerinde duruyor ama genç bir kuşağın neredeyse tamamına yakını yok edilmişti. Partizanlar Savaştan sonra köyde yeni bir yönetim seçmiş, ama yaşam hala eskisi gibi sürüp gidiyordu. Çünkü bu köyde yaşayanların tamamı neredeyse birbirine akrabaydı. Aralarında siyasi bir ayrılıktan söz etmek mümkün değildi. İbrahimof yavaş yavaş yeni yaşamına alışmaya başladı. Yine eskiden olduğu gibi sürünün başında dağlara gidiyor, ekin biçiyor, tarlada, bahçede çalışıyordu. Monika ve Almanya’yı düşünmekten elinden geldiği kadar kaçmaya çalışıyordu. Her geçen gün Almanya’ya geri dönme isteği azalıyordu. Zarife’den olan iki oğlu savaş yıllarında epey büyüyüp serpilmişti. Büyük oğlu Hüseyin’in neredeyse okul çağı gelmiş de geçiyordu. Onların köyünde okul yoktu. Fakat Kutsa’da kimsenin buna aldırdığı da yoktu. Okuyup ta viçitel ya da çinornik (Öğretmen ya da memur) olacak değillerdi ya… Her geçen gün İbrahimof yıllardır ayrı kaldığı köyü ile yakınlaşıyor, kendini Almanya’dan daha çok buraya ait hissediyordu. Bu ağaçlar, dere, değirmen, komşuları, sevdikleri, sevmedikleri, tarla sınırı nedeniyle kavgalı oldukları Murtaza bile gözüne şirin geliyordu. Besbelli ki Monika iki oğluyla bir başına orada kalacak ve yeni bir hayata başlayacaktı. Eve döndükten iki yıl sonra Zarife tatlı bir kız dünyaya getirdi. Adını Zühre koydular. Haftalar ayları, aylar mevsimleri, mevsimler yılları kovalayıp gitti. Ellili yılların ortasında İbrahimof önce babasını kaybetti. Kocaçuko Deresine koyunları suya indirmiş ve oracıkta düşüp ölmüştü. Babasının ölümünden yedi sene sonra da annesini toprağa verdi. Kadıncağız kocasının yokluğuna alışamamış, onun ölümünden sonra bir türlü hayata bağlanamamış, ince bir dal gibi kuruyup gitmişti. Sonra da yataklara düşmüş, altı ay çektikten sonra hayata gözlerini yummuştu. Bin dokuz yüz altmış senesi ortalarında her şeyin tadı yavaş yavaş kaçmaya başlamıştı. Köylüler birer ikişer Türkiye’ye gidiyorlardı. Her geçen sene evler teker teker boşalıyor, köy gittikçe artan bir sessizliğe gömülüyordu. İbrahimof köylülerinin evini, ocağını bırakıp Türkiye’ye gitmesine çok içerliyordu. Yıllarca Almanya’da kaldıktan sonra köyünü terk edip başka bir ülkeye gitmek istemiyordu. Hem de her memleketin düzenin başka olduğunu çok iyi biliyordu. Yeniden başlamak, geçim sağlamak ve çocuklarını büyültmek konusunda kaygılanıyordu. Türkiye’ye gidenlerin yakınlarına yazdıkları mektuplarda her şey güllük gülistanlık gibi anlatılıyordu. Ekmek bol, su bol, topraklar verimli, iş ve para ganiydi. En sonunda ağabeyi de Türkiye’ye gitmeye karar verdiğini söyleyince dünya başına yıkılıverdi. Hem kırgın, hem de abisi tarafından terk edildiği, istenmediği hissiyle “Ben gitmeyeceğim. Köyümde kalacağım.”demişti. Ağabeyi yaz başında çoluk çocuğunu alıp kasabadan trene binince dünya üzerinde yapayalnız kaldığını hissetmişti. Ne gidecek yeri, ne de eşinden ve çocuklarından başka kimsesi vardı. Köye döndükten sonra kederinden boğulacak gibi oldu. Günlerce evin içinde bir aşağı bir yukarı dolanıp durdu. Evinde onların seslerini, nefeslerini, izlerini aramaya başladı. Onlardan kalan ne varsa hepsini topladı. Eski ayakkabıları, yırtık giysileri, kırık saplı tavayı, bakır hamam tasını ve aklınıza gelmeyecek daha onlarca işe yaramaz pılı pırtıyı… Topladıklarını güzelce bir sandığın en altına yerleştirdi. On yıl içinde bu insanlara ve bu köye ne olmuştu? Birkaç yıl önce misafir yatıracak yer bulunmazken şimdi onlarca boş ev vardı. Tarlalar ekilmiyor, her yeri çalılar kaplıyor, su pınarları birer birer kuruyordu. Şimdi kimsenin ekip biçmediği bu tarlaların sınırlarında komşular ve aynı köylüler bir karış toprak için kanlı bıçaklı olmuşlar, yıllarca küs kalmışlardı. Koyunlara tuz verecek yer bulunmazken şimdi her taraf birden otlak oluvermişti. Eski değirmende sıra bekledikleri zamanları düşündü. Değirmenci bile bundan üç yıl önce Türkiye’ye gitmişti. Köyde kalanlar artık gidip zahirelerini kendileri öğütüyordu. Çok değil iki sene sonra, 1967 senesinin baharında İbrahimof’da köyde kimse kalmadığı için çaresizlik içinde Türkiye’ye gitmeye karar verdi. Nisan ayına kadar bütün işlemleri tamamlayıp yola çıktı. Burada kalsa öldüğünde mezarının başında dua edecek imam bile bulunmayacaktı. Yola çıkmadan önce Poçuvallı Köyü’nden Rafet’e koyunlarını sattı. Tabancasını üç paraya bir başkasına verdi. Eşyalarının bir kısmını köyde kalan birkaç aileye dağıttı. Yanına çocuklarını, eşini alıp iki yorgan, bir yatak, birkaç kap kacak ve bir çuval dolusu giysi topladı. Hepsini eşeğine yükledi. Küçük kızını da eşyaların üzerine bindirdi. Gün öğleye kavuşurken geride kalanlarla helalleşip kasabanın yolunu tuttular. Ağlamaktan gözyaşı tükenmiş, kan oturmuş gözlerle son kez bayırdan aşağı bacası tüten son birkaç eve baktılar. Her taşı, her ağacı ayrı sevip okşadılar. Her adımda köyünün derelerine, bulutlarına, güneşine övgüler düzerek yürüdüler. Altı saatte varılan kasaba yolunu ne zaman bitirdiklerini bile anlamadılar. Yüklerini istasyona indirip eşeği de kırk dinara bir gavura sattılar. 1967 senesinin Nisan’ında ağabeyinin daha önce yerleştiği Manisa’nın Hacırahmanlı kasabasına geldiler. Bu kasabada hiç yabancılık çekmediler. Çünkü köylerinden göç edenlerin büyük bir kısmı gelip buraya yerleşmişti. Orada komşu olanlar burada yine komşu, orada düşman olanlar burada dost olmuşlardı. İbrahimof beş kişilik ailesiyle önceleri kardeşinin kiralık evine sığındı. Üç, dört ay kadar bir arada kaldılar. Burası İştip’in Kuçiça köyüne benzemiyordu. Orada kardeşler bir evde yaşayabiliyor ama burada ev üstünde ev olmuyordu. Misafirliği biraz daha uzatsalar herkesin tadının kaçacağı iyiden iyiye renk vermeye başlamıştı. Çocuklar ve eltiler sık sık birbirlerine giriyorlardı. Aylık kirası otuz lira olan bir kerpiç ev kiralayıp oraya taşındılar. Hacırahmanlı da iki tür insan yaşıyordu. Göçmenler ve yerliler. Yerliler genelde toprak sahibi, göçmenler ise ameleydi. Yerlilerin büyük bir kısmı doksan üç harbinde Balkanlardan gelip yerleşenlerdi. İçlerinde iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda da Yörük aile vardı. Birçok yerde olduğu gibi elbette birbirlerinden kız almıyorlar ve ayrı kahvelerde oturuyorlardı. Tarla sahibi olan herkese arazisinin kaç evlek bile olduğuna bakmadan bey deniliyordu. Burada çalışmak isteyene her mevsim iş vardı. Amelelik edenlerin yanında hicarla tutulan arazilerde tütüncülük yapan birçok aile de vardı. Bu kasabada sadece çobanlık ve koyun sürüleri yoktu. Çünkü her yer tarlaydı ve hayvan otlatmak için bir karış bile boş yer kalmıyordu. Ayrıca tepsi gibi ovanın bütün tarlaları, bağları bahçeleri sulanıyordu. Bu daha önce dağlı göçmenlerin hiç görmedikleri bir şeydi. İlk günlerde iklim değişikliği ve Gediz Ovası’nın kavurucu sıcakları başta küçük çocuklar olmak üzeri hepsini hasta etti. Ateşler içinde, terden sırılsıklam yatıp bol bol kustular. Günlerce durmadan helâya taşındılar. Sonra yavaş yavaş iyileştiler. İbrahimof, Zarife ve iki oğlu her gün pamuğa, üzüme, kavuna, karpuza, zeytine ameleliğe gidip çalışmaya başladılar. Zühre henüz amelelik için çok küçüktü. Sonbahar geldiğinde, ova bembeyaz bir pamuk denizine döndüğünde o okula başladı. Burası Yugoslavya değildi. Zamanı geldiğinde bütün çocuklar okula yazdırılıyordu. Çünkü kanun böyleydi. Onların da kanunlara karşı boynu kıldan inceydi. Neyse ki oğlanları yaşları büyük olduğu için bırakmışlardı. Günde beşer lira yevmiyeden geri kalmaları hiç iyi olmazdı. Bir gün Zühre için İbrahimof’u okula çağırdılar. Korkudan dili damağı kurudu. Elleri, ayakları birbirine dolaştı. Okul demek hükümet kapısı demekti. Acaba çocuk bir yaramazlık mı yapmıştı? İstemeye istemeye okulun yolunu tuttu. Okul bahçesi düğün yeri gibi kalabalıktı. Onları görünce biraz rahatladı. O hayatında hiç okula gitmemişti. Zühreyi de okula götürüp kendi yazdırmamıştı. Görevli öğretmen eve gelmişti. Okula vardığında bahçede çok sayıda öğrenci velisinin beklediğini gördü. Rahatladı… Herkesi buraya kötü bir şey için toplamış olamazlar diye düşündü. Sonra onları büyük bir salona aldılar. Önce müdür, sonra öğretmenler konuştu. Çok güzel şeyler söylediler. Ama dinlediklerinin içinde güzel olmayan şeylerde vardı. Çocuklarınız daha iyi beslenmeli, süt içmeli, et yemeli diyorlardı. Sanki var da çocuklarından mı esirgiyorlardı? Bir de okula daha temiz gelmeliymişler. Bu konuda öğretmenlere hak veriyordu. Eve gidince bunu Zarife’ye söyleyecekti. Okuldan çağırıldığı için boşuna endişelenmişti. Öğretmeni Zühre için “ Çok konuşuyor, hiç susmuyor ama ben ondan memnunum. Hem dili, hem de eli çalışıyor. Ben bu kızdan umutluyum. Okuma yazmayı sınıfındaki arkadaşlarının hepsinden önce öğrendi.” demişti. Öğretmenin sözleri İbrahimof’u çok sevindirmişti. Okuldan çıkıp evine giderken içi umut doldu. Böyle devam ederse, ceketimi satıp bu kızı okuturum diye kendi kendine söyleniyordu. Yaşar İbrahimof Hacırahmanlı Kasabasına yerleştikten sonra Yeşildağ soyadını aldı. Resmi kayıtlarda adı Yaşar Yeşildağ oldu ve herkes onu bu isimle tanımaya başladı. Hatta çocuklar ikinci isimlerinin İbrahimof olduğunu hiçbir zaman öğrenemediler. Zühre sınıflarını birer birer pekiyi ile geçerken Yaşar Yeşildağ önce büyük oğlunu, iki yıl sonra da küçük oğlunu askere gönderdi. Küçüğü Çemişgezek Jandarma Karakolunda vatani görevindeyken babasının söylediği Zühre’nin kaleme aldığı mektuptan abisinin evlendiği haberini aldı. Mektupta yazılanlar onu hiç şaşırtmadı. Kasabada hem abisinin hem de kendisinin konuştuğu kız vardı. Abisi muradına erdiğine göre sıra şimdi kendisine gelmişti. Ama Zühre söz konusu olduğunda durum değişirdi. Hem kardeşinin bacaklarını kırar, hem de ona asılan oğlanın ağzını burnunu dağıtırdı. O ne de olsa ailenin namusuydu… Bin dokuz yüz yetmiş dört yazına gelindiğinde Yaşar Yeşildağ iki oğlunu evermiş, büyük oğlundan torun sahibi bile olmuştu. Zühre hala öğrenciydi. Sınıflarını birer birer hiç teklemeden geçmiş, her senenin sonunda karnesi ile birlikte iftihar belgelerini de babasına getirmişti. Zühre o yaz ortaokulu bitirip öğretmen okulu sınavlarına bile girmişti. Yatılı okulu kazanırsa çok iyi olacaktı. Çünkü onu Manisa’ya Lise’ye gönderip okutmak ailenin altından kalkamayacağı bir yüktü. Hep birlikte sınav sonuçlarını merakla bekliyorlardı. İbrahim Yeşildağ, o kavurucu Ağustos ayının ilk Cumasında pazara sabahleyin sıcak bastırmadan gidip evin ihtiyaçlarını almıştı. Öğleyin Cuma namazı için çarşıya yeniden çıkacaktı. Vakit geçirmek için bahçedeki tulumbanın kaçan suyunu çıkarmış, patlıcan, domates ve biberleri sulamıştı. Tulumba çekmekten kolları iyice yorulunca hayatta oturup biraz dinlenmiş, evin en serin odasına çekilip hatta biraz kestirmişti. Bu sabah pazara gittiğinden beri aklında sürekli olarak “çakı, çakmak, bıçak, tarak” diye bağıran satıcının sözleri dönüp duruyordu. Belki de onlarca kez kendisi de “çakı, çakmak, bıçak, tarak” diye mırıldanmıştı. Satıcı göçmen olamayacak kadar kara, hatta kapkara bir delikanlıydı. Küçük naylon bir torbanın içine plastik tarak, benzinli muhtar çakmağı, plastik saplı küçük bir çakı koymuştu. Hepsini iki buçuk liraya canı yanmış gibi bağıra bağıra satıyordu. Ama torbanın içinde bıçak yoktu. Onu sadece laf olsun, torba dolsun diye söylüyordu. Cuma namazına gitmeden önce kalkıp tulumba başında abdestini aldı. Gömleğinin kollarını indirdi, çoraplarını ve ayakkabılarını giyip sokağa çıktı. Çarşıdan geçerken aynı genci yine pazarın ortasında bağırırken gördü. Çakı, çakma, bıçak, tarak sözcüklerini onunla birlikte söyledi. Pazarın öteki tarafında daha büyük bir kalabalık toplanmıştı. Ama parkın yanından geçen yoldan orada ne olup bittiği tam olarak anlaşılamıyordu. O da zaten aldırmadan camiye doğru geçip gitti. Şadırvanın etrafı abdest alanlar ve sıra bekleyenlerle doluydu. Ayakkabılarını çıkarıp caminin kapısındaki rafların birine bıraktı. Koyduğu yeri aklına iyice kaydetmek için rafın bütün bölümlerini gözleriyle taradı. Cuma namazından çıkarken birinin koluna girdiğini fark etti. Kendisinden sonra kapıdan çıkıp koluna giren kişi Sayıt Dayı’ydı. Sayıt Dayı’nın bakışlarında, duruşunda, kolunu tutuşunda “Seninle konuşacaklarım var.”anlamında bir mesajı okumak hiç zor olmadı. Birlikte Yörük Cemal’ın kahvesine doğru yürüdüler. Kahvenin öteki tarafında, kısmen tenha kalan dut ağacının altına oturdular. Sayıt Dayı konuşmaya başlamadan önce sesini alçaltıp Yaşar Yeşildağ’a sokuldu; - Pazar yerinde yabancı biri seni soruyordu. O benim babam diyordu. Otuz yaşında ya var ya yok. Bana Almanya’dan geldiğini söyledi. İbrahimof, kendini arayanın kişinin Almanya’da bıraktığı oğlu olduğunu hemen anladı. Böyle bir şeyi yüzlerce kez rüyalarında görmüş, kan ter içinde uyanmıştı. Ona “Neden bizi bıraktın. Biz sana ne yaptık?” diye soruyorlardı. Sorulara verecek yanıt bulamıyor, rüyalarında bile başını öne eğerek susuyordu. - Peki, adını söyledi mi? - Hayır adını söylemedi. Başımıza bir sürü insan toplanmıştı. Bende sormayı akıl edemedim. - Belki de Stefan’dır… - Kim olduğunu bilmiyorum. Zaten ona yalan söyledim. Kasabada Yaşar İbrahimof diye biri yok dedim. - Ya yeniden gelirse? - Boş yere tasalanma. O zaten Yaşar İbrahimof’u arıyor. Burada herkes seni Yaşar Yeşildağ olarak tanımıyor mu? - Hay ağzına sağlık, ben bunu hiç düşünmemiştim. “dedi. Gözlerinden sicim gibi yaş akmaya başladı. Utandı, küçük çocuklar gibi başını omuzlarının arasına saklamaya çalıştı. İbrahimof Makedonya’ya dönerken Monika ikinci çocuğuna hamileydi. Çocuğunu sağlıklı olarak doğurdu mu? Yaşıyor mu? Cinsiyeti ya da adı neydi? Zaman zaman aklına düşüyor ve merak ediyordu. Onlarca yıldır Monika ve Almanya’da bıraktığı çocuklarını kendinden bile saklayarak yaşıyordu. Sayıt Dayı da Yaşar İbrahimof gibi Almanya’ya gönderilmiş, orada evlenmiş, savaştan sonra onları terk edip memleketine geri dönmüştü. Şimdi ise her ikisini de oğulları Almanya’ya işçi olarak gidebilmek için çırpınıyordu. Almanya, kaderin garip bir cilvesi olsa gerek başka bir şekilde onlardan intikam alıyor gibiydi. Her iki adam da ortak bir suçu gizlermişçesine birbirlerinin yüzüne baktılar. Yaşadıklarını geri dönüp düzeltebilme şansları yoksa ne yapabilirlerdi? Kader demekten ve katlanmaktan başka ellerinden ne gelirdi? Onlar sadece alınlarında yazılı olanları yaşamışlardı. Yaşar Yeşildağ dut ağacının gölgesinden kalktığında ayaklarının ve ellerinin titrediğini gördü. Kendi kendine gelen Stefan’dır diye düşünüyordu. Kesin o Stafan’dır… Kendi düşünceleri içinde kaybolmuş halde yürürken yeniden pazaryerinden gelen o tanıdık sesi duydu. Satıcı hala “çakı, çakmak, bıçak, tarak” diye bağırıyordu. Yaşar Yeşildağ onu tekrar etmeye mecburmuş gibi mırıldandı. “Çakı, çakmam, bıçak, tarak…” Seyfullah Haziran 2007
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © seyfullah ÇALIŞKAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |